Zorla Alıkonulan Kadınlar İçin Mücadele Platformu, 2014'te IŞİD tarafından Şengal'de (Sincar) gerçekleştirilen soykırımın beşinci yılında Ezidi kadınların yaşadıklarına dikkati çekmek için resim ve fotoğraf sergisi açtı.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Kongre Merkezi'nde yapılan açılışta konuşan Zorla Alıkonulan Kadınlar İçin Mücadele Platformu Üyesi Gülcihan Şimşek, saldırılarda 7 bin Ezidi kadının alı konulduğunu, 3 bin kadının ise hala IŞİD'in elinde olduğunu söyledi.
"BM soykırımı kabul etmeli"
Yaşananların soykırım olduğunu vurgulayan Şimşek, şöyle konuştu: "Birleşmiş Milletler'in bugünü soykırım olarak kabul etmesi adına da sergimizi açmış bulunuyoruz. Bu saldırı bir soykırımdır. Bu soykırımın tanınması gerekiyor."
Sergide Medya Üren'in 10 resmi, gazeteci Abdurrahman Gök ve fotoğrafçı Fatma Çelik'in toplam 28 fotoğrafı yer alıyor. Sergi, pazartesi gününe kadar gezilebilecek. (RT)
36. Trieste Film Festivalinde gösterilen “Yarınların 11’leri: Berlinale futbolla buluşuyor” adlı belgeselin Fas’taki futbol hastalığıyla alakası var mıdır?
Fas’ta kısa bir süre önce geçirdiğim bir ay boyunca kadınların bir kısmının başının açık, bir kısmının ise kapalı olduğunu gözlemledim. Büyük kentlerde başı açık olanlar daha çok dikkatimi çekerken, taşrada alınlarındaki saçları tamamıyla kapatmasa da başını örtenlerin sayısı fazlaydı.
Sahra çölüne doğru yol alırken kırsal kesim olarak adlandırabileceğim coğrafyada kadınların başını ve tüm vücudunu kaplayan çarşafımsı kumaşlar manzaranın esas unsurları halindeyken arada bilhassa kurumlarda çalışan bazı hemcinslerinin “Avrupai” görünüşlerini gururla taşıdıklarını da fark ettim.
Turist tuzaklarına asgari seviyede düşmek üzere Fas seyahatimin son iki haftasını huzur içinde geçirmeyi başardığım Zagora’da da vaziyet aynıydı.
Fakat benim için esas mesele sokakta kadınların tek tek veya grup halinde oldukları zaman bile benimle göz temasından kaçınmalarıydı. Ülkede kadına yönelik şiddetin, tecavüz ve cinayetlerin sık sık yaşanması bir yana, tanımadıkları bir erkeğe selam vermemek üzere adeta başlarını eğmeleri bence bariz bir baskının işaretiydi.
Onları rahatsız eden bir erkek figürü daha olmamak için İstanbul terbiyesinden kaynaklanan alışkanlıklarımı bastırarak kendimi sindirdiğim oluyor, fakat arada dayanamayarak kısaca “Selam Aleyküm”ü telaffuz ettiğimde bazılarının coşkulu “Aleyküm Selam”ına mazhar oluyordum.
Yüzlerinde güller açanlar bile olurken bazıları hızlı bir şekilde bir şeyler mırıldanıyor ve sanki “El âlemin erkeğine neden selam verdin?” suçlamasına maruz kalmamak için hızla uzaklaşıyordu.
Bu karşılaşmaların tümü muhtelif devlet dairelerinin, nezih La Palmaraie otelinin ve bilumum dükkânlarla restoranların bulunduğu kasabanın ana caddesindeydi ve “Beyaz Batılı turist” imajıma uygun olarak ülkenin sömürgecilerinden Fransızlar’ın “Bonjour”una bile bazen hiç cevap alamıyordum.
Anladığım kadarıyla daha çekingen olan Berberi kadınlar canlı renklerden müteşekkil işlemelerle süslü simsiyah kumaşları bedenlerine doluyor, Arap kökenli Faslı kadınlar ise bilhassa Moritanya malı kumaşların estetiğiyle beni cezbediyorlardı. Ülkeyi yönetenlerin mümkün olduğunca “hür”, “demokratik” ve “ilerici” bir toplum arzuladıkları kesindi, fakat cinsiyetler arasında “eşitlik” mevzubahis olduğunda sanki ataerkil gelenek ve kendini her fırsatta hissettiren din unsuru, kadını sessiz, silik ve itaaatkâr bir figür olarak görmeyi tercih ediyordu.
Oysa bilhassa sokaklarda yüksek bir yüzdeyle çoğunluğu oluşturan erkekler öyle miydi?
Tamam, sanki tümüyle turizme adanmış nadide Mağrip diyarında erkekler de fazla taşkınlık yapamıyor, mutlak otorite olan krala hürmetlerini daima koruyarak ülkenin imajına halel getirmemeye ihtimam gösteriyorlardı. Bu arada Batılı erkek kıyafetlerini kendine yakıştıranlarda geleneksel kıyafet giyenlere kıyasla sanki hafif bir üstünlük, benimle de denklik aurası yaydıklarını hissetmedim desem yalan olur!
Muntazaman öğlen yemeklerimi yediğim küçük restoranda müşteri skalası yukarıdakilerin adeta tümünü kapsıyor, menüden pek memnun olmasam da genelde tek turist olmanın ayrıcalığını doya doya yaşıyordum.
Bir de, ergenliğimden beri ilk defa bu kadar çok futbol karşılaşmasına maruz kalmama sebep olan devasa ekranlı televizyon vardı.
Akşam yemeği için dadandığım diğer mekânda da heyula gibi bir televizyon vardı; hatta mühim bir maç olduğunda müşteri çekmek üzere kaldırımdaki masalara oturanların izleyebilmesi için restoranın dışına taşınıyordu.
Futbol seyretmeyeli beri kamera cambazlıklarının ne kadar da ilerlemiş olduğunu hayranlıkla gözlemliyor, yalnız millî ligin değil, tüm gezegenden maçların neredeyse her gün televizyon yayınlarında ne kadar geniş zaman dilimlerini kapladığını şaşırarak fark ediyordum.
Kahvaltı ettiğim salonda bile erkekler sabah sabah futbol seyrediyor, gayet fiyakalı stüdyolarda kalantor bazı futbol yorumcuları, adeta Olimpos tanrıları edasıyla her bir pozisyonu didik didik ederek birbirinden prestijli maçların üzerinden geçiyorlardı.
Ülkedeki sefaleti unutturmak için futbol malum toplumsal afyonluğunu burada da yerine getiriyor, sanki dinle ulaşılamayan uçlara layıkıyla dokunuluyordu.
Televizyon stüdyosundaki futbol uzmanlarının arasında başı açık sunucu kadınlar da yok değildi; ne de olsa Fas Hollywood’u bile her an misafir edebilecek kadar “ilerici”, “cömert” ve “hoşgörülü” bir memleketti.
Fakat ne yalan söyleyim, Zagora’daki son günümde öğlen müdavimi olduğum mütevazı mekâna girdiğimde karşımda bir erkek futbol takımının soyunma odasını görünce etrafımdakilerin adına nedense ben utandım. Uzun zamandır kendi bedenim dışında çıplak insan vücudu görmemiş olduğum için olsa gerek, üstü çıplak futbolcuların yakın plan çekimine toslayınca gözlerim sanki yuvalarından fırladı. Mevzubahis topçular zafer sarhoşluğu içinde sevinçlerini hoyratça dışa vuruyor, kameraman uzakta pasifçe durmadığı gibi sanki aralarından sürtünerek geçiyordu.
Anlaşılmıştı: bu diyarda kadın mümkünse kapalılık geleneklerine uymakla mükellefken, erkek milletinin kaslı ve dövmeli eti millî yayın yapan televizyonda serbestçe teşhir edilebiliyordu…
Futbol birleştirici bir spordur
2024 Avrupa Futbol Şampiyonası ya da yaygın adıyla UEFA Euro 2024’ü Almanya’nın organize edeceği duyurulduktan sonra Berlin Film Festivali güdümünde çekilmiş belgeselde ise bir istisna hariç, çıplaklık dozu yok denecek seviyede. Ne de olsa 11 kısa filmin kahramanlarının çoğu ergen, hatta bazıları kız ve oğlan çocukları; mevzuya dair dünya çapında herkesçe ihtimamla korunması gereken hassasiyet ancak bir kez, genç erkeklerin soyunma odasında adeta eşikten döndürülüyor desem yeridir.
Yarınların 11’leri: Berlinale Futbolla Buluşuyor (Elf mal morgen: Berlinale meets fussball) adlı 2024 Almanya yapımı 108 dakikalık filmde Münih Üniversitesi Sinema Televizyon öğrencilerinden müteşekkil 11 küçücük ekip, yarınların büyüklerini istikballe alakalı en çok hayal kurdukları dönemde hassasiyetle filme alıyor. Dünyanın en yüksek sayıda futbol klübüne sahip olduğu söylenen “futbol” diyarlarından Almanya’nın muhtelif amatör kulüplerini bu mütevazı belgeseller aracılığıyla böylece tanımış oluyoruz.
Futbolun bir ortak payda, bedensel ve sosyal olarak gelişme arenası olarak görüldüğünü, gelecekteki bazı sağlam münasebetlerin temellerinin sözkonusu kulüplerde atılabildiğini hissediyoruz.
Enteresan olan, genç sinemacıların birçok filmde belki daha cazip buldukları, memleketin azınlıklarının kurduğu futbol kulüplerine eğilmeleri. Mesela Türkiyemspor Berlin 1978, K.S. Polonia Hamburg 1988, TSV Maccabi München, F.C. Espanol München veya ISC ALHilal Bonn.
Bu sonuncusunun uluslararası iddiasına ve Müslüman ağırlıklı olmasına rağmen ekibinde hiç Türkiyeli kız çocuğuna rastlamayışımız şaşırtıcı.
Türkiyemspor’da da, en azından filmin çekildiği dönemde Türkiyeliler’in azınlıkta olması neye delalet?
Belgeselin parçası olan bir diğer kısa filmde Polonya kökenlilerin kurduğu spor kulübüne, Rusya’nın işgaliyle başlayan Ukrayna savaşından ötürü bir çocuğun dahil olması aktarılıyor. Zamanla Ukrayna kökenlilerin kulüpteki varlığının artması sporun kapsayıcı ve birleştirici gücünü bir kez daha ispat ediyor.
Fakat ne yazık ki, belgeselin genelinde genç futbolcuların takım ruhunu ve enerjisini azami seviyeye taşımak üzere bir çember oluşturduklarında topluca haykırışları kulakları epey tırmalıyor.
Festival vesilesiyle Trieste’de hazır bulunan kadın yönetmenlerden biri Berlinale’deki prömiyer sırasında 11 film ekibi ve 11 futbol takımının buluşmasının ne kadar değerli bir an olduğunu hepimize layıkıyla hissettirdi.
11 bölüm içindeyse bence en manalısı, Almanya’nın yüzyıllardır asimile etmeye çalıştığı Sorblar’ın SG Croswitz 1981 adlı takımı hakkında olanıydı. Batı Slavları’na dahil halklardan Sorblar Surbi dilini konuşan ve devleti bulunmayan tek Slav topluluğu. Bilhassa Nazi döneminde kimlikleri yok sayılan, gittikçe küçülen bir azınlık topluluğu. Ana dillerini yavaş yavaş yitiriyorlar, okulları eskiye göre pek az.
Gayet ciddi, disiplinli ve çalışkan bir ergen oğlan eski çalıştırıcılarının özlü sözünü kameraya bakarak iletmekten çekinmiyor: “Herkes 11 kişiye karşı 11 kişi oynar, biz 11 kişiyiz ama 13 kişiye karşı oynarız: hakem ve seyirci de karşı takımın parçasıdır!”
Sahi, İstanbul’a futbolu tanıtan ve sevdiren azınlıkların şanlı spor kulüplerine ne oldu, alakadar olan, hatırlamak isteyen var mı?
Fotoğrafların tümü “Yarınların 11’leri: Berlinale futbolla buluşuyor” belgeseline aittir. (MT/TY)
İşçi önderi Çetin Uygur’un mücadelesine adanan ve NotaBene Yayınları’ndan çıkan “Çetin Uygur Kitabı”, dün (17 Ocak) Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde düzenlenen etkinlikle okurlarıyla buluştu.
Adı, 1970’lere damgasını vuran Yeni Çeltek madenlerindeki özyönetim temelli örgütlenme ve direnişlerle özdeşleşen, DİSK’e bağlı Yeraltı Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Çetin Uygur’a armağan olarak hazırlanan kitapta 16 yazarın imzası bulunuyor.
Çetin Uygur’un sağlık sorunları nedeniyle katılamadığı etkinlikte, Uygur’un yoldaşları ile meslek odaları, sendikalar, sol partiler ve demokratik kitle örgütlerinden temsilcilerin de aralarında bulunduğu çok sayıda kişi bir araya geldi.
Buluşmanın açılış konuşmasını yapan yazar Ayşegül Devecioğlu, kitabın Çetin Uygur’un haberi olmadan hazırlandığını belirterek, “Kitap her ne kadar Çetin Uygur’u anlatıyor olsa da aslında kendi izimizi sürdük. Ve bu deneyimin sahibi Türkiye işçi sınıfıdır,” dedi.
Devecioğlu’nun konuşmasının ardından, Çetin Uygur’un mücadele hayatını anlatan dokuz dakikalık kısa bir belgesel gösterildi.
Belgeselin ardından etkinlik, Çetin Uygur’un yoldaşlarının konuşmalarıyla devam etti.
Sahneye ilk olarak Çetin Uygur’un eşi Nihal Uygur çıkarak şunları söyledi:
“Geçmişiyle ilgili anılarını tekrar anlatmayı istemezdi. Kaç kere arkadaşları, ‘Anılarını yaz, anlat,’ diye uyarmışlardı ama hep uzak durmuştu. Bugüne ve geleceğe ilişkin düşüncelerini öncelikli görür, planlarını ona göre yapardı. Hapishane hatıralarını anlatmayı sevmezdi; özellikle işkence ya da eziyetle ilgili kısımlarını anmazdı. Sadece hoş bazı anılarını paylaşırdı. Herhalde buradaki arkadaşların birçoğu, direnişlerde, grevlerde, mitinglerde omuz omuza mücadele ettiğimiz zamanlardan onu hatırlıyordur. Bundan sonra bu kitabı hep birlikte dinleyelim. Kitaba emek veren, adı geçen ya da geçmeyen tüm arkadaşlarıma sevgilerimi sunuyorum.”
Kitabı yayına hazırlayan Yalçın Bürkev, süreci ve içeriği şu sözlerle anlattı:
“Öncelikle şunun bilinmesini isterim, bu kitap, bizim açımızdan bir vefa borcuydu. Fikir, Ferda Koç’tan çıktı. Sonrasında bu fikir genişledi ve 11 kişilik bir ekip olduk. 2,5 yıllık bir çalışma süreci oldu ve özellikle son altı ayında gece gündüz çalıştık. Elimizden geleni yapmaya çalıştık. Eminim ki eksiklerimiz ve hatalarımız vardır. Bunların bize iletilmesinden memnuniyet duyarız. Var olan herkesi kapsamaya çalıştık.
1940’ta çocukluktan başlayan, İstanbul’daki gençlik mücadelesiyle devam eden, oda çalışmaları, Yeraltı Maden-İş, cezaevi ve işkence süreci, hapisten sonra koşturmalar, 89 Bahar Eylemleri, İşçilerin Sesi’nin kurulması, Devrimciler Süreci, DİSK’in yeniden kuruluşu ve Büyük Zonguldak Yürüyüşü’ne kadar uzanan yaklaşık 75 yıllık bir dönemi kapsayan bir kitaptan bahsediyoruz. Bu kadar geniş bir konuyu bir kitap hacmine sığdırmak için neleri elememiz gerektiğine karar vermek zordu. Çetin Uygur’un değdiği her şeyde onun izlerini görüyorsunuz.”
DİSK Dev Sağlık-İş Onursal Genel Başkanı Doğan Halis, İşçilerin Sesi Gazetesi (1989-1992) emekçilerinden Füsun Taş, DİSK Enerji-Sen Kurucu Genel Başkanı Kamil Kartal, Eğitim Sen’in kurucularından İsmet Aktaş, kitaba katkı sunan isimlerden Melike Keleş, DİSK İlerici Deri-İş eski Genel Başkanı Munzur Pekgüleç, emekli madenci Salim Çalık, DİSK Genel Sekreteri Mehmet Atay, DİSK eski Genel Başkanı Rıdvan Budak ve Çetin Uygur’un kızı Zeynep Uygur etkinlikte konuşmalar yaptı.
Ayrıca, DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ve Gebze Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan DEM Parti MYK Üyesi İlknur Birol’un mesajları okundu.
Arka kapak ve künye
Çetin Uygur denince akla hemen Yeraltı Maden-İş Sendikası, Yeni Çeltek’teki ocaklar, eşsiz bir öz yönetim deneyimi ve komite-konseyler gelir. Ancak Çetin Uygur, Türkiye sol hareketinde bundan çok daha fazlasını temsil eder. Çetin Uygur, her şeyden önce 68 kuşağının nadir bir örneğidir. 1965-69 arasında gençlik eylemlerinin daima en önündedir, Harun Karadeniz ile yan yana yürür ama adı öne çıkmaz. Çünkü o hep mutfakta çalışır. Öğrencilikten itibaren, doğup büyüdüğü madencilerle, emeğiyle geçinen işçi sınıfıyla kaderini birleştirir ve öyle yaşar.
1970’li yılların politikleşmiş işçi hareketine kattıklarıyla, 1989-91 İşçi Baharı’nda yarattığı tahkimatla, 1991 Büyük Madenci Yürüyüşü ve sonrasında yeni bir işçi hareketinin oluşumu için kazdığı galerilerle, her dönem hayatın içinden süzerek oluşturduğu örgütlenme ve mücadele stratejisi arayışlarıyla işçi hareketinde benzersiz biridir. Bu açıdan işçi hareketinde 20 ve 21. yüzyıl arasında bir köprü rolü oynar. Hareketin geçmişini temsil ettiği kadar bugününü ve geleceğini de temsil eder.
Bu kitap, onu çok yakından tanıyanların dahi pek bilmediği ayrıntıları kapsayan bir biyografik çalışma. Okur, mücadeleci kişiliğinin yanı sıra onun renkli yanlarını da izleme fırsatı elde ediyor. Ancak kitap aynı zamanda bir işçi hareketi tarihi ve bir siyasal tarih kitabı. Bu yönleriyle 1975’lerden 2000’li yıllara dek işçi hareketinin soldan bir değerlendirmesi ve eleştirisi olarak da okunabilir. Alanı açısından önemli bir kaynak olan kitap, titiz bir çalışmayı yansıttığı gibi, akıcı dili sayesinde hacmini unutturacak bir niteliğe sahip.
Çetin Uygur Kitabı, NotaBene Yayınları, İstanbul, 2025, 488 sayfa.
bianet yazı işleri müdürü (Nisan 2023). sendika.org ve T24’te tam zamanlı; taz.gazete, Stern ve Inside Turkey için serbest zamanlı çalıştı (2013-2023). İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nü...
bianet yazı işleri müdürü (Nisan 2023). sendika.org ve T24’te tam zamanlı; taz.gazete, Stern ve Inside Turkey için serbest zamanlı çalıştı (2013-2023). İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitirdi, yüksek lisansını Kocaeli Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı'nda “1957 Türkiye-Suriye krizi ve Türk basınında şarkiyatçı söylem” başlıklı teziyle tamamladı.