Bugün etrafımızı saran siyasi atmosfer, gündelik olanın politik zeminine yeni değerler düşürüyor ve bu değerler, kendi başlarına değil, ancak birbirleriyle ilişkilerinde net okunabilir. Mesela, bir zamandır yükselen Yeni Osmanlıcılık, gerek televizyon dizisi 'Muhteşem Yüzyıl' örneğinde kanallar arasında reyting savaşına dönüşürken, şimdi de 'Fetih' adlı bir film vesilesiyle milli bir coşkuyla kutlanmaya sunuluyor.
Dizinin diyaloglarında alt metin olarak, sıkça vurgulanan 'kulluk' ve 'azat edilme' durumları, aslında sadece bir kurgu metnin izdüşümü değil; aksine eleştirel bir analizle siyasi baskının popüler olana yansımaları olarak okunabilir. Diğer yandan, filmin daha tanıtımları dönerken, Hıristiyan azınlık derneklerinden gelen kınama bildirisi, yükselen yeni İslamcı-milliyetçiliğin yan etkilerinden biri olarak değerlendirilebilir.
'Fethin' plastik mastürbasyonunu patlamış mısır ile satmakta özgürsün, ama kimsenin huzurunu bozup, değerlerine tecavüz etmeye çoğunluk-kimselerin hakkı yok. Sanki yeni bir 'Vatan Cephesi' yaratılmakta, ama bu kez radyodan değil, katılım görsel nişanlar üzerinden oluyor.
-Ne de olsa dindar ve bir o kadar da kindar bir nesil olarak yetişiyoruz...
Tahtvari bir heykel
Bundan kısa bir zaman, İstanbul Modern'de gerçekleşen müzayededen küratöryel bir kararla son anda çıkarılan, Bubi'nin 'Oturak' isimli yapıtı sansür ile ilgili birçok tartışmaya ve kurumun düzenlediği bir başka sergiye katılan sanatçıların yapıtlarını sergiden çekmesine kadar giden bir eylem zincirine neden oldu.
Yapıtın içeriğinin küratöryel karar mekanizması açısından neden bu kadar tepki çektiğini ise, pek sorgulanmadı. Ortalıkta, 'kavramsal' kaygılardan ziyade, muhafazakar sanat toplayıcısının tepkisinden çekinildiğine dair bir kanı vardı. Taht varsa, oturak olmaz!
Tahtvari bir heykel formunun, oturak gibi 'büyük abdesti' akla getiren bir eleman içermesi, neden kurumsal açıdan 'çekinilen' bir risk olarak görülür ki? Kavramsal çerçeveye uymayan ne ki? Nerede kavramsal çerçeve?
Çok değil, kısa bir zaman önce başlayan ve Kanuni Sultan Süleyman dönemini konu alan 'Muhteşem Yüzyıl' dizisi ilk başladığında, padişahın yatak odasını gösterdiği için muhafazakar tepkiler almıştı. Tahtın içinde oturak görmek istemeyenler ya da padişah atalarını leyleklerin getirdiğine inananlar, Osmanlı kimliğinin post modern geri dönüşünün içindeki ideolojik nedenin farkındalar mı acaba?
Bilindik hoşgörü temalı söylemlerle canlandırılan Osmanlı kimliğinin, bugün Kürt, Ermeni ve Rum kimliğiyle ilişkisi ne derece sorgulanıyor?
Hala kendini cihan imparatorluğunda yaşıyor sanmanın getirdiği kültürel merkeziyetçiliği nereye koyacağız?
Yoksa, birileri kulluk ile vatandaşlık arasındaki haklar ve özgürlükler sınırının sorgulanmasından mı rahatsız oluyor?
İktidar, kendi insani yanlarından, zaaflarından ve pis kokusundan neden bu kadar rahatsız?
Zaten dizi de, istenilen kulluk davranışlarını popülerleştirmekte; yatak odasına Hürrem-vari bir geyşalık fantezisi satarken asıl erkek egemen iktidar algısını estetize etmekte:
- Padişahım neylerse güzel eyler.
İktidarın dili
Bunu, 'oturak' etrafında oluşan tartışmalarla ilişkilendiriyorum, çünkü müze diye tariflenen kurumun sanat tarihsel, sanat toplayıcı ve izleyiciyi eğitici işlerini bırakıp, sanat dolaşımından kar elde etmeye ve piyasayı kontrol etmeye çalışması asıl tartışılması gereken mesele gibi görünüyor. Keyfi bir iktidar hırsı ve özgüvenle, bir yapıtı önce ısmarlayıp sonra sunumdan kaldırınca, illa ki küratör sanatçıya, sanat çevresine ve sanat tarihine borçlu hale geliyor.
Herkes kavramsal bir açıklama ya da içerik kaygısı ile ilgili bir söylem bekliyor ve gelen açıklama içeriksizleştirilen bir düzeyde kişiselleşince, sansür iddiası güçleniyor.
Sansür, bugün seksen sonrası post-darbe kuşağını bir anda refleks olarak birleştiren ama tarifi üzerinde uzlaşmanın pek mümkün olmadığı bir mesele.
Zira, İstanbul Modern'in başküratörünün kararıyla müzayededen yapıtın çıkarılması, sadece sansür başlığı altında değil; bugün müzelerin sanat araştırmaları ve üretimleri üzerinde etkili kontrol mekanizmalarına dönüşmeleri açısından da önemli bir tartışma alanı içeriyor.
Olaydan sonra biraraya gelen sanatçıların dayanışma ve tartışma toplantılarında / yazışmalarında 'mobing' kavramı öne çıkıyor.
Herkes, 'kabadayılık' olarak Türkçeleşen bu keyfi karar mekanizmalarından ve erkek egemen iktidar dilinden şikayetçi. Ortaya çıkan resim, siyasetin dilinden bağımsız okunamaz.
Paul Auster'a haddini bildiren Başbakan'ın kendini eleştiren yazarlara açtığı yüksek meblağlardaki tazminat davaları, sanki bu okumanın sağlaması gibi. Kulluk ve vatandaşlık arasındaki çizgiler, giderek kayboluyor.
-Tez vurun kellesini!
Darbelerin cetveli
Bu noktada, geçtiğimiz haftalarda Orta Avrupa'nın uluslararası sanat haritasındaki kurumlarından Kunsthalle Basel'deki solo sergisiyle dikkatleri çeken Cevdet Erek'in geçtiğimiz İstanbul Bienali'nde de gösterilen cetvellerini hatırlamak yerinde olur. Cumhuriyet tarihinin darbelerini rakamsal bir soyutlama diliyle cetvel formunda objeler olarak tasarlayan sanatçının, ısrarla günlük hayatta kullanılan ölçü birimleri üzerinden bir eleştiri üretmesi, tesadüf olamaz.
Heykelci Erdağ Aksel de, tahta cetvelleri deforme ederek ürettiği serisinde, bazen kıvırıp bazen bükerek, yine varyasyoncu bir sanatsal vurguyla modernist ideolojinin ölçen, biçen ve hesaplayan ideolojik değer üretimine dikkat çekmişti.
Hrant davasının karara bağlanmasından sonra yaşanan sosyal hayalkırıklığımız da, hukukun artık adaletli ölçüm yapamayan terazisinin eşitsiz dengesinden kaynaklı.
Orhan Pamuk'un bence en güzel eserinde ('Benim Adım Kırmızı') Üstat Osman'ın dediği gibi: "Bütün katiller sanıldığının aksine, inançsızlardan değil, fazla inananlardan çıkar."
Belli ki, Uludere'de yaşanan devlet terörüne verilen tepkilere rağmen kendine iğne batırmak bir yana, herkesi çuvaldız yağmuruna tutan hükümet, modernist ideolojinin hakimiyetini kıran karşı devrimin adımlarını sıklaştırken, yerine koyacağı değerlerin sorgulanmasını hiç istemiyor.
Kulluk ve biat
Sanki esas soru iyice sivrildi: Vatandaş olarak haklarımızı korumak için ne yapacağımızı kestiremediğimiz bu kaygan zeminde; vatandaş olarak canımızı koruması gereken devletin, canımıza okumasına karşı nasıl biraraya geleceğiz?
Kulluktan çıkan vatandaşlar, modernist devletin devrimlerinde kişisel özgürlüklerini yitirmiş ve modernleştirilmek adına tek-tipleştirilmişti. "Vatandaşlık" çalışan Ayşe Kadıoğlu, bu süreci "Türkiye'de Türk kimliğinin inşası süresince bu topraklarda yaşayan farklı kimliklerin dışlanması ya da özümsenmesi süreçlerine eşlik eden son derece ciddi bir "unutma-unutturma" dönemi yaşandı. Farklı kimlikler yokmuş gibi davranmak, bu ülkede siyasal kültürün en önemli özelliklerinden biri."[1] diye analiz etmişti.
Şimdi karşı devrimin tonu, özgürlük alanlarını genişleteceği yerde vatandaşlık yerine yeniden kulluğu ve biatı; göreceli hoşgörünün iktidarını öneriyor. (AY/HK)
[1] "Yeni bir vatandaşlık anlayışı", Radikal İki, 11/12/2005