Koronavirüs ya da bilimsel adıyla SARS-CoV-2 virüsü salgını sağlık sorunları başta olmak üzere gündelik hayatta yol açtığı sorunlar nedeniyle gündeme oturdu. Epeyce uzun bir süre boyunca da gündemde kalacağı kesin gibi.
Salgın üzerine yaygın medyada yapılan haberlerde ve programlarda (izleyebildiğim kadarıyla) mesele neredeyse tamamen sağlık hizmetleri ve tedavi olanaklarındaki gelişmeler üzerinden ele alınıyor.
Henüz kesin bir tedavisi ya da aşısı olmayan, ölümcül sonuçlar doğuran bir hastalığın tedavi süreçleri odağa konularak haber ve yorumlara konu olması anlaşılabilir bir tutum elbette. Buna ek olarak, SARS-CoV-2 virüsünün yol açtığı salgının durduk yerde ortaya çıkan, beklenmedik, sürpriz bir durum gibi ele alınması da doğru değil. Bu tutum ve yaklaşımların çok eksik ve yetersiz olduğunu belirtmeliyim.
Virüsün yol açtığı COVID-19 hastalığını önleyecek bir aşı ya da hastalığın kesin bir tedavisi bulunduğunda her şeyin yoluna gireceği, hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edebileceğimize dair beklenti de ne yazık ki gerçekleşmeyecek.
Beklenen kuş gribi salgını
Yaşanan salgın bir sürpriz ya da beklenmedik bir durum değildi. Böyle bir salgının ortaya çıkabileceği bilimsel yayınlarda en azından son 20 yıldır sıklıkla dile getiriliyordu. Bu konuda sadece kuş gribi (avian influenza) ile ilgili yayınlara göz atmak bile yeterli bir fikir verecektir.
Eğer koruyucu, önleyici tedbirler alınmazsa bir kuş gribi salgını şu an yaşanan SARS-CoV-2 salgınını mumla aratacaktır. Amacım korku yaratmak ya da toplumsal kaygıyı artırmak değil. Ancak yaşanan salgının önümüzdeki yılların ya da on yılların sürekli gündem maddelerinden biri olacağı neredeyse kesin görünüyor. Dolayısıyla yüz yüze olduğumuz gerçekleri dile getirmenin, kriz anlarında topluma doğru mesajları vermenin her zamankinden daha fazla önem taşıdığını düşünüyorum. Ama ne yaygın medyada ve ne de siyaset çevrelerinde buna yönelik bir dil var.
SARS-CoV-2 virüsü durduk yerde açığa çıkmadı.
Virüsü ortaya çıkaran, salgına yol açmasını sağlayan toplumsal koşullar var.
SARS-CoV-2 virüsüne karşı bir ilaç ya da aşı bulunsa her şey bir anda düzelecek ya da yoluna girecek mi? SARS-CoV-2 virüsünü yenmiş (!) mi olacağız?
Yenmek veya yenilmek meselesi değil
İlaç ya da aşı geliştirmeye yönelik çabaları değersizleştirmek gibi bir amacım yok. Bu tip çalışmaların en kısa sürede olumlu bir sonuç vermesini dilerim. Ama bir ilaç ya da aşı bulunsa dahi virüs salgınına neden olan toplumsal koşullar yerli yerinde duruyor olacak. Bir süre sonra ve belki de çok daha büyük bir tehlike yaratacak bir başka virüs salgınının içinde bulacağız kendimizi.
Öyleyse meseleyi ilaç, aşı tartışmalarının ötesine taşımak, salgına yol açan toplumsal koşullar üzerinde durmak gerekiyor. Yaşanan salgın toplumsal hayatta gözlenen çeşitli sorunların bir bileşkesi olarak görülebilir pekâlâ.
Çok sayıda akademik yayında ve uzun yıllardır belirtildiği üzere virüs salgınının en önemli nedenlerinden biri kitlesel-endüstriyel hayvan yetiştiriciliği. On binlerce, yüz binlerce hayvanın bir arada tutulduğu yetiştiricilik sistemi bakterilerin, virüslerin çoğalması ve yayılması için çok uygun bir ortam oluşturuyor.
Bu hayvanları beslemek için kullanılan yemlerin en önemli bileşeni soya ve mısır. Soya ve mısır üretimi için dünya genelinde ormanlar tahrip edilerek sürekli yeni tarım alanları açılıyor. Ormanların tahribi ise yol açtığı diğer sorunlar bir yana çeşitli virüs ve bakterilerin toplumsal hayata geçişini kolaylaştırıyor.
Soya ve mısır üretiminde çok yüksek miktarda pestisit kullanılıyor. Pestisit kullanımı biyoçeşitlilğe zarar veriyor, toprağı ve suyu kirletiyor ve zamanla verimlilik kaybına yol açıyor. Sadece pestisit kullanımı bile yeni tarım alanları açılması için yaban hayatın tahribini teşvik eden bir işlev görüyor. Yaban hayatın tahribi ise virüslerin toplumsal hayata sıçramasını kolaylaştırıyor.
Salgının kök nedenleri
Disiplinlerarası bir çalışma gerektiren çok karmaşık bir meseleyi epeyce indirgemeci bir dille tasvir ettiğimin farkındayım. Ama bu kısa yazıda amacım salgın meselesinin yaygın medyada bize sunulduğu çerçevenin dışında çok daha geniş bir çerçeveye oturduğuna işaret etmek.
Bu bağlamda baktığımızda pestisitler başta olmak üzere tarımda toksik kimyasal kullanımını azaltma, ekolojik üretim yöntemlerini yaygınlaştırma, aile çiftçiliğinin desteklenmesi, yerel üretim-tüketim ağlarının oluşturulması, işçi sağlığını koruma, çocuklar/yaşlılar ve mülteciler gibi toplumsal olarak kırılgan grupların korunması, çevre kirliliğinin engellenmesi gibi birbirinden ayrışık görünen meseleler ve mücadele alanları ile koronavirüs salgını arasında derinden ilişkiler var.
Yaşanan salgının gerçek nedenlerini anlamamızı sağlayacak bazı önemli noktalara işaret ederek söylediklerime daha çok açıklık getirebilirim.
- Ormansızlaşma, biyoçeşitlilik kaybı ve tarımda pestisit kullanımı arttıkça önümüzdeki yıllarda salgın hastalıkların ortaya çıkma sıklığı da artacaktır.
- Kitlesel-endüstriyel hayvan yetiştiriciliği işçi sağlığı açısından en problemli sektörlerden biridir. Sektörde istihdam edilen kişiler içinde göçmen ve mülteciler en güvencesiz grubu oluşturur.
- Doğal yaşam alanlarının tahribi, habitat kaybı ve toksik kirlilik canlı türlerinin olağan hayat döngülerini ya da örüntülerini değiştirmelerine, örneğin yaşadıkları coğrafi bölgeden göç etmelerine yol açar. Ortam değişikliği bu canlıların taşıdığı virütik veya bakteriyel patojenlerin diğer canlılara geçişini kolaylaştırır.
- Çocuklar, yaşlılar, göçmen ve mülteciler bağışıklık sistemi en zayıf kesimleri oluştururlar ve bu nedenle de enfeksiyon hastalıklarına karşı en kırılgan gruplardırlar.
- Toksik kimyasallar bağışıklık sistemine zarar verir, zayıflatır. Örneğin havası kirletilmiş bir bölgede yaşamak, çalışma ortamında toksik maddelere maruz kalmak, pestisitler, ağır metaller gibi toksik kimyasal kalıntıları içeren gıda ürünleri ile beslenmek bağışıklık sistemini zayıflatmaktadır. Bağışıklık sistemi zayıflayan bireylerin enfeksiyon hastalıklarına karşı koyma gücü azalır.
Bu çerçeve içine girebilecek konular ya da meseleler daha da çoğaltılabilir. Ancak sadece bu örnekler bile SARS-CoV-2 virüsü salgınını tekil, kendi başına zuhur etmiş bir sorun olarak değil; iç içe geçmiş çeşitli sorunların bir bileşkesi, toplumsal hayatta bir şeylerin yolunda gitmediğine dair bir uyarı olarak görebilmek için sanırım yeterlidir. Dolayısıyla koronavirüs (ve salgın yapması olası virüsler) ile ilaç ya da aşı çalışmalarına odaklanarak değil toplumsal meselelere odaklanarak nihai bir çözüm geliştirebilmek mümkün. Örneğin salt pestisit kullanımını azaltmaya yönelik mücadeleler dahi şu an yaşadığımız koronavirüs salgınına yönelik bir mücadele olarak görülebilir.
Birer yurttaş olarak mevcut mücadele alanlarına dâhil olmak ve bu yıkıcı gidişata müdahil olmak artık kaçınılamaz bir sorumluluk. Ne yapabiliriz sorusuna pestisitler üzerinden geçtiğimiz yıl çok sayıda yurttaş, sivil toplum örgütü ve inisiyatifinin bir araya gelerek oluşturduğu bir girişimi anarak cevap vermek istiyorum.
Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı
Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı 100’den fazla sivil toplum örgütü ve inisiyatifi bir araya getiren bir oluşum. Ağın temel amacı pestisitlerin olumsuz etkileri ve pestisitlere alternatif yöntemler hakkında üretici ve tüketicilerde farkındalık yaratmak; yurt içinde ve yurt dışında pestisitlerle ilgili çalışan sivil toplum kuruluşları arasında işbirliğini artırmak, pestisit kullanımını sınırlamak için kampanyalar ve lobi faaliyetleri yapmak olarak özetlenebilir.
Proje kapsamında yapılan çalışmalar hakkında daha ayrıntılı bilgiler, çeşitli yayınlar ve toplam 16 bölümden oluşan belgesele http://zehirsizsofralar.org/ linkinden erişmek mümkün.
Ağın yürüttüğü etkinlikler salgın nedeniyle şimdilik kesintiye uğrasa da yaşanan salgın sürecinin toplumsal hayata, üretim-tüketim ilişkilerine daha farklı bir gözle bakma gereği doğurduğu kesin. Tarımda ekolojik yöntem ve teknikleri egemen kılacak yaklaşımlara, politikalara çok ihtiyacımız var. Aksi takdirde bugün SARS-CoV-2 virüsünü ve bir süre sonra da bir başka virüs salgınını konuşurken bulacağız kendimizi. Ancak virüs salgınları hafife alınmamalı, yeryüzündeki insan türünün varlığına son verme potansiyeli taşıyan en önemli tehdittir.
Öyleyse geçtiğimiz yıl Kasım ayında İstanbul’da düzenlenen uluslararası bir konferansta Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı tarafından dile getirilen bir soruyu Tarım ve Orman Bakanlığı’na yeniden sormanın tam zamanıdır. Dünya Sağlık Örgütü tarafından “son derece tehlikeli”, “yüksek seviyede tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak nitelenen 13 adet pestisit hakkında bir soru bu.
Doğal hayat ve insan sağlığı için ciddi bir tehdit oluşturan bu pestisitler Türkiye tarımında çok kullanılıyor.
Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı “difenacoum, ethoprophos, cyfluthrin, beta-cyfluthrin, zeta-cypermethrin, fenamiphos, formetanate X formetanate hydrochloride, methiocarb, methomyl, tefluthrin, zinc phosphide, glyphosate ve malathion” isimli 13 pestisitin tarımda kullanılmasının öncelikle ve acilen yasaklanmasını talep etmişti.
Halk sağlığı, çevre sağlığı, işçi sağlığı gibi çeşitli alanlar açısından önem arz eden bu talep koronavirüs salgınının gölgesinde kalmamalı.
Tarım ve Orman Bakanlığı aradan geçen beş ay zarfında bu haklı talebi karşılamak için ne yaptı? Bir şey yapmadıysa neden yapmadı? (BŞ/EKN)