Üç aylık bir bebek keskin nişancıların attığı kurşunla öldürüldü. Hatta ilk kurşunla yaralandığı ama ölmediği, sonra dedesinin kucağında ambulansa götürülürken tekrar vurulduğu söyleniyor. Sadece bu iki cümleyi bir yerde okusaydım, kanımı dondurmaya yeterdi... Şimdi bu cümleleri yazan benim. Kanım donarak, içim çekilerek, belki yazarken bile ne kadar acı olduğunu idrak edemeyerek... Ben yazdım. İçimde kabaran bulantı hissini bastırarak. Bir bebek dedim, çığlığımı içime haykırarak. Öldürüldü dedim, inanamayarak...
O bebeğin bir adı var. Keskin nişancıların vurduğu bebeğin adı Miray. Karar verdim, insanları, acıları nesneleştiren, sayılara indirgeyen ifadeler kullanmayacağım. Bugün üç aylık Miray bebeğin yaşama hakkının keskin nişancılar tarafından elinden alındığı bir ülkede yaşıyoruz. Çıplak gerçekliğimiz budur. Ama bundan ibaret değildir.
Daha önce sekiz aylık hamile 32 yaşındaki Güler Yamalak karnından yaralanmış, bebeğini kaybetmişti... Kürtajın yasaklanmaya çalışıldığı, ama doğmamış bebeğin yaşama hakkının elinden alındığı bir ülkede yaşıyoruz. Silopi’de Taybet İnan’ın komşusundan eve dönerken vurulup öldürüldüğü, bedeninin yedi gün öldüğü kaldırımdan alınamadığı, Cizre’de, 13 yaşındaki Cemile Çağırga’nın cenazesinin buzlukta bekletildiği bir ülkede...
TİHV Dokümantasyon Merkezi verilerine göre; “16 Ağustos’tan bu yana başta Diyarbakır, Şırnak, Mardin ve Hakkâri olmak üzere toplam 7 ildeki, en az 17 ilçede, resmi olarak tespit edilebilen 56 süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı ilanı gerçekleşmiştir. Bu yasaklar süresince insanların en temel yaşam ve sağlık hakları ihlal edilmiş, en az 124 sivil sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilanı olan zaman dilimleri içerisinde bu bölgelerde yaşamlarını yitirmiştir.”
İsimleri, sevdikleri, geçmişleri, anlamları, varlıkları olan insanların geleceklerinin ellerinden alındığı, Dilek Doğan’ın yargısız infaz edildiği bir ülkede yaşıyoruz...
Tıp fakültesinde öğrencilerimize sağlık hakkı anlatırız... Sağlığı etkileyen sosyal etmenleri, hastalıkların oluşma koşullarını... Barınma koşullarının, sağlıklı suya erişimin, sağlıklı bir çevrede yaşamanın, sağlık hizmetlerine erişebilmenin, eğitimin, kendini gerçekleştirebilmenin ve en temelde yaşam hakkının nasıl da sağlığın temel bileşenleri olduğunu...
Halk sağlığının temeli koruyucu sağlık yaklaşımıdır. Gebelik dönemini nasıl daha sağlıklı geçirebileceklerini öğretiriz anne adaylarına. "Aman dikkat et tansiyonun yükselmesin, mutlaka tetanoz aşısı ol" deriz. Nasıl beslenecek, nasıl egzersiz yapacak, nasıl doğuma hazırlanacak? Annelere ilk altı ay bebeklerini sadece anne sütü ile beslemelerini anlatırız... "Hangi aşılar ne zaman yapılmalıdır, ev kazalarından nasıl korunmalıdır"ı öğretiriz. Ama tıp fakültesi eğitim programlarında gebelerin, bebeklerin keskin nişancılardan nasıl korunması gerektiği yoktur...
Sağlık çalışanlarına, işlerine kendilerini adamaları öğretilir. Bir insanın yaşamını kurtarmak için neler yapılabileceği anlatılır. Damar yolu nasıl açılır, kanama nasıl durdurulur, kırık nasıl sabitlenir, nasıl oksijen verilir? Aynı zamanda kendilerini de risklerden korumaları gerektiği anlatılır; el nasıl yıkanır, eldiven giymek, maske takmak neden gereklidir? Eğitim programlarımızda yaralıya müdahale etmeden önce kask takmak, çelik yelek giymek yoktur... Ambulanslara yol verilir diye öğretiriz, ateş edilebilir diye değil! Oysa hastanelerin, ambulansların, beyaz bayrakla sokağa çıkan hasta ve yaralıların saldırıya uğradığı, bir bölgesinde her türlü sağlık hizmetinin kesintiye uğradığı bir ülkede yaşıyoruz. Evet çıplak gerçekliğimiz budur. Ama bundan ibaret değildir...
Sağlık hizmetlerine erişimin engellenmesi, sağlık kurumlarının, çalışanlarının hedef alınması rastlantısal değildir. Günlerdir diyalize gidemeyen hastaların, hastaneye gidemediği için evde doğum yapan kadınların, ambulansın geçişine izin verilmediği için ölen kalp hastalarının, çatışma sesleriyle travmatize olan çocukların, yaralı torununu hastaneye yetiştirmeye çalışan dedelerin; son barış umutlarının da yıkılması hedeflenmektedir. Evet çıplak gerçekliğimiz budur. Ama bundan ibaret değildir...
Çatışmaların durdurulması, hastanelerin karargah olarak kullanılmaktan ve hedef alınmaktan çıkartılması, cenazelerin defnedilebilmesi, yani yaşamın normalleştirilmesine ihtiyaç var. Hem de hemen, şimdi...
Bir yarımızın kulakları sağır, yürekleri kabuk bağlamış, görme yetisini yitirmiş olsa da; yaşanan acıların görünür kılınması, yüreklerimizdeki kabuğun kaldırılıp, görme yetisini yitiren gözlerin ta dibine ışık tutulması da bize düşüyor... Çünkü biliyoruz ki acının varlığının kabul edilmesi de toplumsal yaraların iyileşmesinin bir parçasıdır. Çünkü biliyoruz ki çığlıkların duyulmadığı, haksızlıkların görülmediği, acıların paylaşılmadığı bir coğrafyada kardeşlik olamaz. Bu topraklarda kardeşçe birlikte yaşama umudunun yeşertilmesi ise hala mümkündür.
Çünkü, her şeye rağmen biz sağlıkçılar biliyoruz ki sağlık barış için bir köprü olabilir. Bundandır sağlıkçıların; yaşam hakkının, sağlık hizmetlerine erişim hakkının doğal ve yılmaz savunucuları olmaları. Bizim bütün çabamız o köprünün yıkılmamasıdır. Evet, çıplak gerçekliğimiz budur... (FAK/HK)
* Fotoğraf: Diyarbakır/AA