Toplumların okunması genellikle birtakım ezberler aracılığıyla yapılır. Yirminci yüzyılda oluşmuş kalıplar -ki bunların da temeli 19. yüzyıla dayanıyor- günümüz toplumlarını tarif ederken kullanılan araçlar konumuna gelmiş durumdalar.
Elbette belirli bir teorik mirasın reddinde söz etmiyoruz, ancak saplanıp kaldığımız mirastan kurtulup yeni yaratıcılıkların ve analizlerin mümkün olduğunu söylemek istiyoruz. Belki de daha liberal-demokrat bir ifadeyle, "yaftalamadan düşünmek" istiyoruz ya da tam anlamıyla Marksist biçimde bir Aufhebung yapmak istiyoruz.
Günümüzde yapılan AKP okumaları da bize türlü teorik eksiklikleri ve yanlışlıkları gösteriyor. Analizlerin ya da okumaların amacı başlı başına karşısında durulanı anlamak ve çözmek iken böylesi bir amaç genelde yok sayıldığından başarılı analizlere rastlamak oldukça güç oluyor.
Kaynak göstermeye gerek yok. Solun yapmış olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) analizlerine bakalım: Faşist, gerici, liberal, totaliter...
Bu ifadelere doğrudan baktığımızda herhangi bir hata görmüyoruz, AKP'ye bu sıfatları yakıştırmakta herhangi bir sakınca görmüyoruz. Ancak biraz daha derinlemesine baktığımızda görmediğimiz şöyle bir nokta daha var: Bu ifadelerin hepsi birer slogandan ibaret ve bizi "analiz yapmak"tan uzaklaştırıyor.
Bunu başlı başına solun bir hatası olarak da değerlendirebiliriz. Zira geniş bir perspektiften baktığımızda 21. yüzyılda özellikle Hardt ve Negri gibi Marksistlerin yapmış oldukları çalışmalar bize öncelikle emperyalizm kavramını sorgulatıyor.
Lenin, "kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm" diyor, Hardt ve Negri ise "emperyalizmden öteye geçilmiştir" ya da "emperyalizmin en yüksek aşaması imparatorluk" diyorlar.
Dolayısıyla sadece böyle bir çıkarımdan sonra bile bizim yaptığımız tartışmaları yeni gelişen bir kapitalizm üzerineymiş veya ulus-devlet sınırları içindeymiş gibi bir perspektife sığdırmamız anlamlı değil.
Bu kısa örnekten yola çıkarak baktığımızda, AKP'ye faşist dediğimizde Mussolini imgesi ile birlikte bir düşünme imkânı gerçekleşmiyor ki zaten, faşist ideoloji salt biçimsel bir buyruğa dayalıdır: "itaat et çünkü etmen gerekiyor!"
Liberal dediğimizde Adam Smith'i ya da Fordist üretim tarzıyla AKP arasında bir bağlantı kurmak mümkün olmuyor.
İyi niyetli yaklaşıp "siyasal liberal" şeklinde bir ifadede bulunduğumuzu varsayarsak, bunun zemini veya siyasal liberalizmin ortaya çıkışı, kendisini ekonomik liberalizmin dışına itmiş ve ekonomik liberalizmin onun tek uygulayıcısı konumuna getirir. Böylece bu önerme çöker.
AKP'ye totaliter dediğimizde işler belki biraz değişebilir, işin farklı bir boyutu mevcut nitekim.*
Gramsci ve Althusser'in AKP Okuması
Yazının başında söylediklerimizle tezat oluşturuyor izlenimi verecek bir şekilde AKP'yi Gramsci ve Althusser ile okumayı denediğimizde elde ettiğimiz yapı analizi birçok açıdan Türkiye siyasetini ve AKP'nin günümüzdeki konumunu anlamada yararlı olacaktır.
Gramsci'den bahsi açmışken, onun temel kavramlarına dikkat çekmemiz gerekiyor. Marx'ın ya da ortodoks Marksistlerin altyapı-üstyapı arasındaki altyapı ısrarına karşı Gramsci'nin üstyapı açıklaması ve hegemonya kavramı bizim okumamız için elverişli bir ortam oluşturuyor.
Gramsci, üstyapıyı herhangi bir devrim (kapitalist, sosyalist) sonrasında iktidarın yerleşikliğini sağlamak için kesin nokta olarak gösteriyor.
Baskın olan sınıfın, iktidarın kendi hegemonyasını bu şekilde sağladığını söylüyor. Elbette, hegemonya dediğimizde aklımıza sadece fiziksel bir baskı ve sıkıyönetim koşulları gelmemeli. Hegemonya toplum ya da halk iknâ edilerek elde edilir. Üstyapı kurumlarının (din, devlet, siyaset, kültür, eğitim, aile...) yaygınlaşması ve işlevselleşmesiyle tesis edilmeye çalışılan "egemenlik" gerçekleşmeye başlar.
Burada ikinci okurumuz olan Althusser'i devreye sokmamız gerekiyor. Althusser genel olarak maddi olmayan kurumları -ki bunlar üstyapı kurumlarıdır- Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA), maddi olan kurumları ise (asker, polis, yargı) Devletin Baskı Aygıtları (DBA) olarak tanımlıyor.
Egemenlik gerçekleşmeye başladığı andan itibaren ise DBA devreye gidiyor. İkna yoluyla toplumun büyük kısmı ideolojik girdiye maruz bırakıldıktan sonra ya da sıkça kullandığımız bir ifadeyle "toplumsal meşruiyet" sağlandıktan sonra, DBA ile ideoloji kendisini her alana yaymaya ve kendi kayıtsız şartsız egemenliğini kurmaya çalışıyor.
Bu noktada Ahmet İnsel'in "Yeni Otoriter Biçimler" yazısını** da anmamız gerekiyor. İnsel, Dahrendorf'a atıfla Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonraki dönemde ortaya çıkan liberal demokrasilerin gittikçe otoriter bir yapıya dönüştüğünü anlatıyor. Günümüzde de toplumsal meşruiyeti arkasına almış bir güç olarak AKP bu yeni otoriter biçimi ya da İnsel'in ifadesiyle "demokratik otoriterizm"i kuruyor.
Günümüzde KCK operasyonlarına, öğrencilerin tutuklanmasına vs. dikkat çektiğimizde bile günümüz Türkiye'sinde Althusser'in DİA'larının yerini DBA'ların aldığını söylememiz mümkündür. Ancak bunu net bir şekilde DİA'ların yok olması ve yerini DBA'ların alması olarak formüle edemeyiz.
Nitekim günümüzdeki ideolojinin işlevine ya da ideolojik aygıtların nasıl yayıldığına baktığımızda ideolojinin yok olmadığını ve aksine gittikçe daha çok "her yerde" olduğunu ve bize de Hardt ve Negri'nin belirttiği bir "yok-yer" yarattığını söyleyebiliriz.
Bunun için sadece 90'lı yılların ikinci doğan çocukların siyasetçi olarak sadece Recep Tayyip Erdoğan'ı tanıyor olmaları trajiktir.
Onlar için siyaset, devlet AKP'den başka bir şey değildir. Bu da bize ideolojinin gücünü gösteriyor. Bir ideolojinin gücü, dayandığı kavram ve simgesel doğallaştırabilmesi ya da kutsileştirebilmesinde, yani onların sorgulanmasını anlamsız kılabilmesindedir.***
Biraz daha somut olarak baktığımızda AKP iktidara geldiği geleneğe ve döneme baktığımızda bazı şeyleri görebiliriz.
İlk dönemde AKP'nin mevcut geleneği Erbakancı bir çizgi veya Erbakan'a muhalif bir çizgiden geliyor.
Bu tutucu ve cemaat kültüründen almış olduğu kimi otoriter özellikleri bir kenara koymakla birlikte, AKP'nin kendi geleneği olarak ANAP ve Turgut Özal olarak göstermek istemiştir. Buradaki ideolojik durum çok açıktır: AKP her şekilde toplumsallaşmak ve ideolojisini her yere yaymak istiyor. İlerleyen dönemlerde de küresel-kapitalist sisteme entegrasyon çabası, Avrupa Birliği'ne uyum çabaları Özal geleneğini açıkça gösterdi.
2007 sonrası
Bununla birlikte seçimlerde kazandığı başarılar hem DİA'ları AKP'ye kazandırmış hem de egemenliğe doğru ilerleyişini sağlamıştır. Buna bir kopuş ile yaklaşacak olursak, 2007 bir kırılma noktası, bir kopuş noktası niteliği taşıyacaktır.
2007'den önce -Gramsci'nin diliyle konuşacak olursak- sadece sivil toplumla bir tür konsensüs, ideolojisini zerk etme ve hegemonyanın gerçeklenmesi söz konusuyken, 2007'deki 27 Nisan bildirisini de hesaba kattığımızda -Althusser'in kavramlarıyla- ideoloji kendisini üstyapı kurumlarıyla değil, baskı aygıtlarıyla gerçekleştirdi.
2007 sonrası AKP'sine baktığımızda kapatılma davasının, e-muhtıranın bertaraf edilmesini ve geniş bir toplumsallığın AKP yanında durduğunu görürüz. Bununla birlikte devlet aygıtlarını kısmen eline geçirmiş olan AKP kendine muhalif kesimlere karşı bir tahammülsüzlüğe kapılmaya başlamıştır.
Bu tahammülsüzlüğün ve baskının örnekleri oldukça fazladır. Öğrencilerin tutuklanması ve TEKEL işçilerine bakmak ise bunun için yeterlidir. TEKEL sürecinde AKP'nin karşısında muhalif bir işçi sınıfının bulunması ve bunun yarattığı toplumsallık ve sol-sosyalist kesimin kendisini ifade şansı yakalaması AKP hegemonyasının ve ideolojik hamlelerinin çökmesi gibi bir durum ortaya çıkarıyordu.
Sonrasında gelen Kürt, Alevi, Roman açılımları ise bu ideolojik boşluğu tekrar doldurmak içindi. Günümüze gelene kadar yapılan seçimler, anayasa referandumu ve yargının, üniversitelerin vs. dönüşümü AKP'nin (ideolojik ve baskıcı) devlet aygıtlarına sahip olması sonucunu doğurmuştur. Gün Zileli'nin ifadesiyle AKP, devlet aygıtlarına sahip bir iktidar değil, bir devlet haline geldi.
Bir Baskı Aygıtı Olarak AKP
AKP'nin devlet haline gelmesinin onun tüm devlet aygıtlarına sahip olması ve bu aygıtların kendisi konumuna geldiğini söylemiştik. Ancak uzun süreli iktidar deneyimlerinde olduğu gibi herhangi bir muhalefetin istenmiyor oluşu durumu sıkıntılı bir hale sokuyor. Nitekim iktidar devlet haline geldiği döneme kadar ideolojik serpintilerini her köşeye yapar.
Bütün ideolojik aygıtlarla sürekli olarak bir şeyler söyleme şansına sahip, ancak bunların ele geçirilmesi sürecindeki hegemonya ya da ikna durumu ise ortadan kalktı.
AKP, devlet haline gelerek kesin bir egemenlik sağladı. Bu egemenliği mutlaklaştırma yolu ise baskı aygıtlarını kullanmak oldu. Ancak AKP bu baskı aygıtlarını da bir tür ideolojik aygıt işlevine büründürerek kullandı.
Özellikle 12 Eylül'le hesaplaşma söylemi üzerinden gidecek olursak bunun oldukça sarkastik olduğunu görürüz. Darbelerle hesaplaşma söylemi AKP'yi "darbelerle hesaplaşmak için yapılacak her şey mubahtır" şeklinde bir şiara büründürüyor.
AKP, sol ile bu şekilde iletişim kuruyor. Ona başka bir şans tanımayıp böylece herhangi bir şekilde solu dönüştürmeye çalışıyor. Bununla birlikte yapılan "açılım"ların herhangi bir liberal-demokratik dönüşü olmaması durumu oldukça ilginç kılıyor. Benzer şekilde 12 Eylül'le hesaplaşma söylemi "yok-yer"in ideolojik izdüşümü konumunda.
Son olarak Hrant Dink suikastı, tutuklu öğrenciler ve gazeteciler, KCK operasyonları baskı aygıtının birebir uygulandığının bir göstergesi. Ancak burada yukarıda sözünü ettiğimiz bir "faşistlik" söz konusu değil.
Faşizm, itaati salık verirken, AKP'nin istediği itaatten ziyade muhalif kesimlerin de kendisini kabul etmesi.
Ve son bir ilginç durum söz konusu: AKP'nin 12 Eylül'le ya da darbelerle hesaplaşma söyleminden sonra sürekli olarak öğrencilere, gazetecilere, Kürtlere yönelik operasyonlar yapılıyor, işçilerin eylem yapmasına izin verilmiyor. Ve bu olaylarda AKP'nin ve Erdoğan'ın açıklamaları eninde sonunda yine 12 Eylül'le ya da darbelerle hesaplaşmaya varıyor. Ne kadar ilginç!
* Gün Zileli'nin Parti-Devlet Rejimi yazısı bu konuda daha açıklayıcı olabilir.
** Ahmet İnsel - Yeni Otoriter Biçimler başlıklı yazısı.
*** İktisat İdeolojisinin Eleştirisi - Ahmet İnsel, 116-117, Birikim Yay. 2006