Zor günlerin içinden geçiriyoruz. Pek çoğumuz gibi benim de aklım epeyce karıştı. Olabilse de kendime format atabilsem, diyorum. Bildiğim şeylerin doğruluğundan ciddi biçimde şüpheye düşmüş durumdayım. Bildiklerimi gözden geçirmeye çalışıyorum. Özellikle gazeteciliğe ve basın fotoğrafçılığına dair anlamını bildiğimi sandığım kavramların, etik değerlerin ve hatta savunduğum doğruların zemininin boşaldığını, temellerinin sarsıldığını görüyorum.
Bu bir yandan da iyiye işaret aslında… Gelinen her uğrakta doğruların, düşüncelerin gözden geçirilmesinde yarar var. Doğru bildiklerimizin, emek verip geliştirdiğimiz düşüncelerin de tartışmaya açılması son derece geliştirici olabilir.
Fotoğrafçının meramı
Görsel bir iletişim biçimi olan fotoğrafın arkasında bilincin ürünü bir düşüncenin var olması gerekiyor. Kendi ürettiklerimiz de dahil, tüm görsel üretimlerin çok yönlü irdelenmesi lazım. Bir yandan fotoğrafçının niyeti büyük bir önem taşırken, bir yandan da izleyicinin, fotoğraf ile karşı karşıya kalanın bilinci ve inançları devreye giriyor. Aynı görsel üretim farklı insanlarda farklı bir algıyla alımlanabiliyor.
Fotoğraflar fotoğrafçısının meramından başka bir şey de söyleyebiliyor. Konuşma ve yazı dili de böyle değil mi zaten? Hele ki anlatılarımız biraz karmaşıklaştığında, katmanlar oluşmaya başladığında iletişimin tam anlamıyla kurulması güçleşiyor, çok daha özel bir emek istiyor.
Sorumluluk
Fotoğrafçılık da, haber metni yazarken olduğu gibi bir dizi sorumluluğun bilincinde olmayı gerektiriyor. Fotoğrafını çektiğimiz insanlara, içinde bulunduğunuz mecraya, yani yayın organlarına ve tabii ki iletişimin diğer ucunda bulunan izleyiciye, okuyucuya karşı sorumlulukları var fotoğrafçıların. Bu sorumluluklar üzerine nitelikli biçimde kafa yormadan üretimlerimizin etkisini, sonuçlarını kestirmemiz de mümkün olamıyor.
Etik meselesi
Uluslararası ölçekte bir medya etiği oluşturma çabası yıllardır devam ediyor. Bir takım uzlaşı kriterleri oluşturulmaya çalışılıyor. Bunlar daha ziyade teorik düzlemde ve çoğu zaman pratikle çelişen uzlaşı noktaları. Kurumsallaşmış yayın organlarının bazıları uluslararası etik çerçeveyi kendi koşullarına göre yorumlayıp daraltabilirken, bazıları da sınırları olabildiğince zorluyor. Etik kuralları daha didaktik biçimde daraltarak tavır oluşturan yayın organları mesleki güvenilirliklerini koruma gerekçesini ileri sürerken, kuralları esnek biçimde yorumlayanların bazıları bunu ticari kaygılara dayandırıyor, bazıları da ideolojik gerekçeler üretiyor.
Bu gibi nedenlerle hiç bir zaman ortak noktada net bir buluşma gerçekleştirilemiyor. Sanırım şaşırılacak bir durum da değil bu. Hele ki bu günlerde! Çok ciddi bir çatışma ortamının gelişmeye başladığı, tırmandığı açıkça görünüyor. Böyle bir ortamda yine kaçınılmaz olarak çok farklı duruşları çok farklı biçimde ortaya koyan yayın organları ile karşı karşıya kalıyoruz.
Ezberi bozmak
Böyle zamanlarda ezbere geçirdiğimiz kavramların da yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Başlarken de söylediğim gibi keşke kendimizi formatlayabilsek…
Bunu yapamayacağımız için hiç değilse değişmez olduğunu düşündüğümüz düşünceleri de sorgulama cesareti göstermeliyiz, buna muktedir olduğumuzu umut ediyorum. “Ben bunu çok iyi biliyorum, bu konuda kendimden çok eminim, bu konularda değişmez düşüncelerim var” demeden bazı noktalara tekrar tekrar bakabiliriz.
Bir fotoğrafın, bir haberin aktarabileceğinden çok daha büyük ve karmaşık gerçekliklerin olduğu bir ortamda, oldukça sert bir ortamda yaşıyoruz aslında. Biz bu gerçekliklere ilişkin fotoğrafları en nihayetinde korunaklı, güvenlikli bir alan içinde yaşarken görüyoruz. Özellikle şiddet ortamlarının görüntüleriyle yüzleşmek pek de kolay olmuyor koltuklarımızda otururken. Çıplak ve sert gerçeklikle, yumuşak koltukların iyice yumuşattığı yüreklerimiz yanyana gelmekte zorluk yaşıyor.
Tartışma kapandı mı?
Bir basın fotoğrafçısı, bir belgesel fotoğrafçı olarak karşılaştığımız çıplak ve sert gerçekliği izleyicilere nasıl aktaracağız? Bu sorunun cevabı son 10-20 yıl içerisinde büyük ölçüde verilmiş, tartışma kapanmış gibi görünüyor. Ancak… En azından benim için bu tartışma yeniden gündeme geldi. Şimdilerde bunun tekrar sorgulanması gerektiğine dair bir düşünce içindeyim. Sert görüntülerle, şiddet görüntüleriyle karşı karşıya kalınması hali neden bizim tarafımızdan azaltılmaya çalışılıyor? Susan Sontag gibi birçok düşünür şiddet görüntülerinin tekrarının kanıksamaya yol açabileceğine işaret ediyor. Kimileri de şiddetin yeniden üretimi olarak algılıyor bu tür görüntüleri. Hatta The NewYork Times’ın fotoğraf editörü geçtiğimiz yıllarda, “Neyin ne olduğunu bilmiyor muyuz? Neden ihtiyacımız olsun bu aleni şiddet görüntülerine?” diyerek medyanın köklü biçimde tavır değiştirmesi gerektiği düşüncesini ileri sürüyordu. Daha düne kadar benim de tekrarladığım bu düşünceler karşısında şimdi aynı netliği taşımadığımı söyleyebilirim. Bunun gerekçelerini yazının devamında sıralamaya çalışacağım.
Bir örnek: Et tüketimi
Konforlu olduğu yanılgısıyla sürdürdüğümüz hayatlarımızdan ırak tutmaya çalıştığımız pek çok sorunlu konunun aslında öznesi olduğumuzu görmek rahatımızı kökten sarsabiliyor. Bunlardan bir tanesini örneklendirmek istiyorum: “Et tüketimi”.
Zaman zaman basın fotoğrafçılığı derslerime katılan arkadaşlara bu konuda bir soru yöneltip, tartışmaya açıyorum. Aslında tek bir içeriğe dayalı bu soruyu üç farklı biçimde soruyorum. Sorulara da ikişer fotoğraf eşlik ediyor.
Özetle: Dünyada et tüketiminin azalma eğiliminde olduğuna dair -gerçekte olmayan- bir araştırmanın sonucunu haber yapmaya karar verdiğimizi varsayıyoruz. Aynı haberi hayali bir yayın organı için “Dünyada et tüketimi azalıyor” yaklaşımıyla oluşturuyoruz önce. Bu haber için iki fotoğraf seçeneğimiz var. İlki şık bir tabak içinde, süslü bir et yemeği fotoğrafı; ikincisi ise herhangi bir marketin et reyonunda çekilmiş paketlenmiş etlerin fotoğrafı... Soru şu: “Hangi fotoğrafı kullanalım?”
Aynı konuyu ele alacak haber, hayvan hakları konusunda duyarlılık geliştirmeye çabalayan bir yayın organında ele alınıyor. Bu kez haberin içerini “Hayvanların beslenme amaçlı öldürülmelerine karşı duyarlılık artıyor.” biçiminde oluşturmaya karar veriyoruz. İki fotoğraftan birinde bir mezbahada kesilerek öldürülmüş ve derileri yüzülerek çengellere asılmış hayvan bedenleri (kan görünmüyordu fotoğrafta); diğerinde ise kurbanlık satışı yapılan bir alanda sırtlarına numaralar verilmiş koyunlar yer alıyor. Soru yine aynı: “Hangi fotoğrafı kullanalım?”
Son olarak, haberi sert bir aktivizm örneği ortaya koyan bir yayında ele alıyoruz. “Hayvanları katlederek yok eden canilerin sayısı azalıyor” diyecek haberimiz. Fotoğraflardan birincisinde bir kesimhanede bileklerine kadar kana bulanmış insanlar ve paramparça hayvan bedenleri, diğerinde ise hiçbir hayvan görünmemesine karşın her yanı kan içinde olan, parlak metalden sanayi tipi, giyotine benzeyen bir kesim makinesi görünüyor. Soru elbette yine aynı: “Hangi fotoğrafı kullanalım?”
Haberi hangi üslup ve dille verirseniz verin özü aslında değişmiyor: Hayvanları beslenme gerekçesiyle öldürüp yiyen insanların sayısında azalma var. Haberin değişmeyen özüne karşın yansıtma biçimimiz okuyucuda farklı düşünsel ve duygusal tepkiler yaratıyor. Bu durumu bir de fotoğraflarla iyiden iyiye belirleyebiliyoruz. Yukarıdaki soruları ve fotoğrafları ister fotoğrafçı olalım, ister okuyucu, üzerine detaylı biçimde düşünmek, ayna tutmak amacıyla kendimize sorabiliriz. Cevaplarımızın gerekçelerini uzun uzun düşünmek kaydıyla elbette…
Hayvanları yemeye, diğer bütün canlı ve cansız varlıklarla paylaştığımız dünyayı yok etmeye devam eden bizler için şiddeti ortadan kaldırmak, barışı kurgulayıp kalıcı ve esas kılmak mümkün mü?
Barış gazeteciliği
Barış kavramını son yıllarda “cümle içinde” çok fazla kullanıyoruz. Var mıydı, hiç mi yoktu, gerçekten hiç anlayamadığımız “barış süreci” örneğin… Barış için hatırı sayılır miktarda insan büyük bir çaba gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde yapılmak istenen “Büyük Barış Yürüyüşü”nün İstanbul Valiliği tarafından yasaklanması üzerine Aksaray’da bir basın açıklaması gerçekleştirilmişti. Barış istemek nasıl bir şey olmalı ki böyle bir yürüyüş yasaklanarak engellensin? Barışın devam etmesi gerektiğini söyleyenler kadar, barış ancak savaşarak kazanılacağına da inananlar var.
Bu noktada, birbirimize sık sık önerdiğimiz, savaş gazeteciliğinin yerine ikame etmeye çalıştığımız barış gazeteciliğine değinmek ve genel kabul gören anlamına da bakmak gerekiyor. Barış gazeteciliği, her türlü çatışma olasılığının veya çatışmalı durumun şiddete başvurulmadan çözümünü sağlamaya odaklanmış bir gazetecilik anlayışı olarak biliniyor. Yapılacak haberlerin konu bazında seçiminden, haber diline kadar her noktada ötekileştirici üslup ve yaklaşımdan uzak durmayı, düşmanlaştırıcı söylemlerden arınmayı önerir.
Özü itibariyle son derece hümanist bir yaklaşım olduğu kuşkusuz… Öte yandan bunun, “doğayı alt ederek ona hakîm olma” hedefinin peşinde bir uygarlık oluşturmuş, “efendiler/kazananlar ve köleler/kaybedenler” olarak ayrışmış insanlık için isabetli bir yaklaşım olup olmadığı konusunda ciddi şüphelerim var. Bu hümanist yaklaşım sakın bizi oyalıyor olmasın? Binlerce yıllık insanlık tarihi korkarım bunun bir oyalama, kaçınılmaz sonu geciktirme olduğunu gösteriyor. Sınıfsal, cinsel ve ırksal hegemonyaların diğeri üzerindeki şiddeti hiçbir zaman aralığında kendiliğinden ortadan kalkmadı, kalkmayacak. Böyle bir realitede dahi, hele ki hak odaklı gazeteciliği savunup uygularken nasıl olur da salt diyalog ile uzlaşı yollarında çözüm aranabilir?
Köklü hak kazanımları ve iktidar değişimleri zor yoluyla, açık ifade edecek olursam, şiddet yöntemleri kullanılarak sağlanabiliyor. Korkutucu gelebilir kulağa. Ölümcül sonuçlara gebe bir yola işaret ettiğimin farkındayım. Diğer yandan da biliyoruz ki, köleler/kaybedenler, efendiler/kazananların muhtelif tercihleri nedeniyle ölmeye devam ediyor zaten. Pazar kavgaları, doğal kaynakların sömürülmesi gibi nedenlerle çıkarmaktan kaçınılmayan savaşlarda yine hep köleler/kaybedenler hayatını yitiriyor. Ya da iktidarlarının sarsıldığını gören egemenler güçlerini yeniden kazanmak, hâkimiyet kurmak için kölelerini ölümcül bir oyunun içine atıveriyor.
Efendi ile köle arasındaki çatışma aileden başlayıp hayatın tamamına yayılmasına karşın, bunun görünmez olmasını sağlamak amacıyla elden ne gelirse yapılıyor. Aile kurumu içindeki rol tanımları, kâr odaklı veya ücretli çalışma hayatı, ulus veya çoklu ulus temelli yapay sınırlarla belirlenmiş devlet yapılanmaları, dinsel ve ahlaki normlar kölenin köleliğini fark etmeyeceği kadar içselleştirmesi görevini yerine getiriyor. Kutsal olduğuna ikna edildiğimiz aslında tümüyle anlamsız birçok değer bir bölümümüzü güya birbirine bağlarken, diğerlerini de tehdit olarak görmemizi, öylece bellememizi sağlıyor. Bizler bütün bunlarla yatıp kalkarken ve hatta bu nedenlerle birbirimizi öldürürken en temel çatışmayı göremez hale geliyoruz. Her şeyimizin ama her şeyimizin egemenler tarafından sömürülüp yok edilmesine karşı isyan etmemiz böylelikle engelleniyor. Bir de şu var elbette: Bütün bunları arkaik yaklaşımlar, tepkiler olarak görmek, sıkıcı bulmak gibi bir öğreti de damarlarımıza binbir yolla zerk ediliyor.
İyi kötü yaşayıp gitmek
Örgütsüz sivil tepkiler ortaya koymanın, sadece diyalog yolu ile çözümler üretmenin tek seçenek olduğuna ikna olduğumuzda da teslimiyeti ifade eden beyaz bayrağı cebimizden çıkarmış oluyoruz. Üstelik bu çoğumuzun işine de geliyor. İyi kötü yaşayıp gidiyoruz neticede. Köleliğin bu biçimini, yani şiddetin bu şeklini kolayca, hatta iştahla kabul edilebiliyoruz. Bu kabul sayesinde en azından hayatımızı alenen riske etmemiş olduğumuzu varsayıyoruz.
Bu yüzden olsa gerek, Wikipedia’da şöyle tanımlanıyor barış: “Kötülüklerden, kavgalardan, savaşlardan kurtuluş; uyum, birlik, bütünlük, sükûnet, sessizlik,
huzur içinde yaşamak” olarak tanımlanıyor. Türk Dil Kurumu’nda da barış “uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortam” tanımıyla veriliyor.
Olmayacak duaya amin dediğimizin farkında mıyız?
Adaletli ve huzurlu bir yaşam sürdürmek için bütün kimliksel farklılarımızdan arınmadan, insan odaklı bütün ideolojilerden kurtulup doğanın basit bir parçası olduğumuzu kabul etmeden ve egemenlerin iktidarını yıkmadan barış sadece bir ütopya olarak kalmaya mahkûm bir kavram.
Ve Suruç
Şiddeti tek başına bir yol olarak değil, olanaklardan biri olarak değerlendirmeme ve bu noktada gazeteci tavrını, yaklaşımını yeniden düşünmeme sebep olan olay ise Suruç’ta gerçekleştirilen bombalı saldırıydı. İlk olarak patlamada 28 kişinin öldüğünü duyduğumda çoğumuz gibi ben de bu ölümlerin tarifsiz acısını derinlerimde hissettim. Baş etmesi zor bir duyguydu. Sonra sayı 31’e çıktı ve ardından 32’ye. Ancak ölüm sayılarla ifade edilemiyor. 32 insan hayatını kaybediyor. 32 genç insan! 32 arkadaşımız! 32 kardeşimiz! 32 devrimci! Çocuklara oyuncak götürmek üzere yola çıkmış 32 gencecik insan… Nitelemelerimiz bile hislerimizi değiştiriyor ama nitelemelerin ne önemi var? Hayata veda eden 32 insandan bahsediyoruz!
Patlama anının videosunu izlediğimde kahroldum. Fakat hemen sonrasında gördüğüm 3-4 kare fotoğraf bütün duygusal tepkimi ve düşüncelerimi de değiştirdi.
Facebook’ta siyah bir slaytta “Bu linke tıklarsanız sizi üzebilecek, rahatsız edebilecek, dehşete düşürebilecek görüntülerle karşılaşacaksınız, emin misiniz?” sorusu vardı. “Patlama anının dehşete düşüren görüntüsünden daha fazla ne olabilir ki?” dedim kendime. Gazetecilik yaptığım dönemde ölmüş, öldürülmüş insanları görmüştüm. Ve yıllar içerisinde de dünyanın çeşitli yerlerinde kaydedilmiş katliam videoları ve fotoğrafları da hafızamda duruyordu.
Tıkladım.
Parçalanmış bedenleri görmeden önceki ben ile sonrasındaki ben artık misliyle farklı düşünüyor ve hissediyordu.
Bu basit bir şok etkisi miydi? Bu tür fotoğraf ve videolar kimilerinin iddiasına göre insanların şok beklentisini karşılar. Pornografiktirler; etkileri hemen kaybolur.
Bende de böyle olacak sandım. Hayır, ilerleyen günlerde hislerim ve düşüncelerim değişmedi. Bu fotoğrafları görmezden önceki zamanlarda “Şiddeti anlamak için gerçeklikle bu kadar çıplak bir biçimde karşılaşmamız gerekmiyor, aklımızla neyin ne olduğunu bilebiliriz, şiddetin fotoğrafları şiddetin yeniden üretildiği yerlerdir”, diyen biri olarak şimdi çok daha farklı şeyler düşünüyorum. Daha doğrusu içinden çıkamamaktan korktuğum sorularla dolmuş durumdayım.
Biraz da kendimi anlamak için küçük çaplı bir deneme yaptım ve üç gün içerisinde 54 kişiye bu fotoğrafları gösterdim. Tamamına yakınında aynı etki oluştu. O fotoğraflara bakmadan önceki 2-3 gün boyunca bu katliam haberini biliyor olmalarına rağmen gördükleri andan sonra çoğunun tepkileri değişti. Öfkelerinin dozu arttı. Ve o 3 gün öncesine göre daha mutsuz insanlar oldular.
Pekiyi, öfkemizin büyümemesi ve mutsuz biri olmamak için bu fotoğrafları gizleyecek miyiz birbirimizden? Suruç'taki patlamaya tanık yüzlerce kişiden biri olmadığımız için bunu sadece “32 insan öldü” üzüntüsüyle mi atlatacağız yoksa bu büyük travmaya ortak mı olacağız? Gazetelerde, dergilerde, internet medyasında okuyucularımızla, izleyicilerimizle bu sert, ayıltıcı gerçeği nasıl paylaşacağız?
“Fotoğrafları görmek ister misiniz?”
Amerika'da yıllar önce çarpıcı bir çalışma yapılmıştı. Associated Press (AP) bir grup gazete okuyucusuna sorular yöneltti. “Şiddet ortamlarında ölenlerin fotoğraflarını okuduğunuz gazetelerin 1. sayfasında görmek ister misiniz?” sorusunu ezici bir çoğunluk “hayır!” cevabını vermişti. Bu türden fotoğrafların iç sayfalarda yer alması uygun görülüyordu çoğu kişi tarafından. Temel gerekçeleri çocukların bu fotoğrafları görme ihtimalini azaltmaktı. İkinci soru, “savaş alanında ölmüş Amerikan askerlerinin görüntülerini görmek ister misiniz?” biçimindeydi. Okuyucular bu kez “hiç bir sayfada görmek istemiyoruz” cevabını vermişlerdi. Dolayısıyla “ölmüş insanlar, parçalanmış insan cesetleri bizden değilse biz bakarız, yeter ki çocuklar görmesin” demiş oldu Amerikan halkı. Ötekinin cesedine bakabiliyorlar ama kendi toplumlarından birinin cesedine bakmak istemiyorlar. 11 Eylül saldırılarında tek bir ölü görüntüsünün medyada yer almaması da bu araştırmanın sonuçlarını destekler nitelikteydi. Güven ve huzur duygusundan –bu bir yanılsama olsa da- kopmak istememişlerdi. Hayat kaldığı yerden devam etsin, diyorlardı kısacası.
Bundan sonra ne yapalım? Konforlu evlerimizde, bize bahşedilmiş serbest zamanlarımızda köleliğimizi unutup, huzurumuzu, keyfimizi, tadımızı kaçırmamak için ölenleri birer sayı olarak haberleştirmeyle mi yetinelim yoksa her daim canımıza kasteden bir gerçeklikle yüzleşelim mi? Kobane’ye götürülememiş oyuncakların görüntüsü, patlamadan geriye kalmış ayakkabılarla mı o kâbusu anlatmaya çalışalım?
Hayatımızın her anına musallat olmuş, sıradanlaşmış saldırıları planlayan, uygulatan egemenler mi gaddar, bu şiddetin sonuçlarını göstermek mi gaddarlık? (YT/HK)
* Yücel Tunca'nın metni Okuldan Haber Odası'na (OHO) 2015 Fotoğraf Atöyesi'ndeki sunumunun gözden geçirilerek yazıya dükülmüş versiyonudur.