Tren ve arabayla üç saat yol teptikten sonra kendimi Sakarya Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde sert mizaçlı dört gardiyan arasında buldum. Sırayla göz göze geliyor, “acaba kaset hangisinde?” diye kendime soruyordum.
Kaset derken, RSF-Fransa Vakfı Dünya Basın Özgürlüğü Ödülü’ne hak kazanan ancak Türkiye’de hapiste olduğu için Paris’teki törene katılamayacak olan gazeteci Işık Yurtçu’nun hazırlayıp gardiyanlara vereceğini söylediği tören mesajını içeren teyp kasetini kast ediyorum.
Korku saldı; “Ya bir de, kaseti alamadan geri dönersem? Tören, rezil olur!”… Arkadan beliren dördüncü bir gardiyan endişeme son verip, rahat hareketlerle kaseti elime tutuşturdu. O gidişte Yurtçu’yu ziyaret edemesem de İstanbul’a boş dönmediğim için yine de memnundum.
Yurtçu, sekiz ay Özgür Gündem gazetesinin sorumlu müdürlüğünü yaptıktan sonra “örgüt propagandası”, “bölücülük propagandası” ve “kin ve düşmanlığa tahrik”ten suçlanmış ve Aralık 1994’te tutuklanmıştı. Bugün birçoğumuzun adını bile bilmediği Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin seri mahkumiyet haberleri cezaevine gelmeye başlamıştı.
Finlandiyalı gazeteci Leena Reikko ile Sultanahmet'teki büroyu paylaşıyorduk. |
Gazetecilerin, medyanın uzun süre cezaevinde “unuttuğu” Yurtçu’nun durumu, uluslararası planda yapılan girişimlerle birlikte Türkiye ana akım basınında çalışan vicdanlı kalemlerin de sayesinde yankı bulmaya başladı.
Her iki koldan yayınlar ve girişimler bu sahipsizliğe son verdi. Örneğin, RSF’nin Omuz Verme Kampanyası sayesinde, Le Figaro’dan Marie Guy Baron ve ARTE’den Dominique Bromberger Yurtçu’yu dünya gündemine taşıyordu.
Yurtçu, RSF, CPJ ve Basın Konseyi dahil uluslararası bir meslek delegasyonunun da çalışmaları sonunda, dönemin hükümetinin çıkardığı bir Şartlı Af Kanunu sayesinde, 15 Ağustos 1997'de 23 gazeteciyle birlikte Saray Cezaevi’nden tahliye oldu.
Kendisini unutmayan, özgürlüğüne kavuşturmak için kamuoyunda duyarlılık yaratan meslektaşları Paris’ten gelen RSF Ödülü’nü, tutukluluğun son döneminde Saray Cezaevi’nde sembolik bir törenle takdim ettiler.
Yurtçu’nun durumu, dünyada ve Türkiye’de demir parmakları ardında unutulan gazetecilere, halkın haber alma hakkı için meslektaşlarına sahip çıkmak için gerektiğinde mesleklerini tehlikeye atan az sayıda köşe yazarına ve mücadelede ortaklaşarak meslekte dayanışmayla tanışan genç haberciler için “ışık” oldu.
Sultanahmet’te bir ofis
Ertuğrul Kürkçü Sultanahmet'teki büroda. |
Benim hatırladığım kadarıyla pek çok şey, Sultanahmet’teki gazeteci bürosunda ayarlanıyordu. Orası, 25 yaşında gazeteciliğe adım attığım, acemiliklerim kadar ilk başarılarımı yaşadığım özgür bir ortamdı.
Burası sadece Finlandiyalı sevgili meslektaşımız Leena Reikko’nun temsilcisi olduğu radyoya, Ertuğrul Kürkçü ve Nadire Mater’in çalıştıkları Uluslararası IPS Haber Ajansı’na veya benim Nadire’yle Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) temsilcileri olarak haber geçtiğimiz yoğun habercilik faaliyetinin yürütüldüğü bir büro değildi.
Daha büyük bir anlamı vardı: Şehir dışındaki cezaevi ziyaretleri ve gazeteci cinayeti davaları için yola çıkacak otobüslerin de ayarlandığı, bir ölçüde o dönem Adliye karşısında konumlanmasına da bağlı olarak, Türkiye içi ve dışı gazeteci trafiğinin ve günlük insani ilişkilerinin yaşandığı sıcak bir ofisti.
İfade özgürlüğü ayıplarıyla ilgili yazmak isteyen köşe yazarları dokümantasyon olarak destekleniyor, telefonda veya yüz yüze meslektaşlara moral veriliyor. Çıkan her haber ve yazı gibi, gelen her güzel haber de sevinç yaratıyordu.
Faks cihazlarının bilgisayardan daha çok yorulduğu, modemin de henüz faks göndermek için kullanıldığı yıllardı.
Gazeteciliğin gazetecilikten farkını da, cesur gazeteciliği de burada kavradım. DİSK’ten sağlanan sarı renkli baretlerimizi burada muhafaza ediyor, eylem günü meslektaşlarımızla başlarımıza geçiriyor, polis şiddetini Valilik önünde eylemle kınıyorduk.
Göktepe duruşmalarından birinde Magnum Ajansı öncülerinden fotomuhabiri Marc Riboud. |
Bu ülkeye gözümüzü henüz açıyorduk. Ama gözümüzü açan olaylar yanı başımızda yaşanıyor, üst üste geliyordu: 1996 yılında, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) “Weapons Transfer and Violation of the Laws of War in Turkey” (Türkiye’de Silah Transferleri ve Savaş Yasalarının İhlali) adlı raporu Türkçe’ye kazandırdığı için arkadaşımız Ertuğrul Kürkçü, kitabı yayınladığı için de Belge Yayınları yetkili sevgili Ayşe Nur Zarakolu mahkemeye çıkıyordu.
Roman hakları üzerinde başarılı çalışmalar yürüten Hacer Yıldırım Foggo ile birlikte, Türkiye haberciliğinde özgün bir yer edinen “Mehmedin Kitabı” için, Nadire Mater’in savaş bölgesinde zorunlu askerlik yapan 42 gençle gerçekleştirdiği söyleşiler bir bir kağıda döküyor, çözüyorduk. Nadire’nin çilesi 2001 yılında Yargıtay’ın beraat kararını onamasıyla bitti. Ancak Türkiye’de kitap yazmanın, araştırmanın, eleştirmenin bedeline oldukça yakın örneklerle tanık oluyordum. Artık "Mehmedin Kitabı'' davası da dünyada ifade özgürlüğü ihlali olarak değerlendirilen davalar için bir semboldü.
Bu dinamik büroda elimden çıkan ilk çalışmaysa, Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe’nin katledilişi üzerine uluslararası gazetecilik örgütlerinin olay yerinden hazırladıkları ilk RSF raporu oldu. Hatırlıyorum, bir haftalık araştırma sonucu RSF temsilcisi Franck Petit ile birlikte kaleme aldığımız rapor, dönemin TGC Başkanı Nail Güreli’nin cesur tutumunu destekleyen önemli bir unsur olmuştu.
Metin Göktepe: Devlet şiddetine, cezasızlığa son
Metin Göktepe davasında milletvekili Sabri Ergül, dönemin RSF Genel Sekreteri Robert Ménard, Metin Göktepe'nin annesi Fadime Göktepe ve avukatlardan Kamil Tekin Sürek. |
Muhalif gazeteler, 1990-1995 döneminde Güneydoğu’da görev yapan habercilerin infaz edilmesini, kaybedilmesinden söz etmişlerdi. Ancak bir meslektaşları bu kez İstanbul’da katlediliyordu. Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe’nin tek amacı, Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen iki tutuklunun cenazesini izlemekti.
Metin Göktepe Alibeyköy’de bir polis barikatında itiraz ettikleri için bine yakın kişiyle gözaltına alınıp Eyüp Kapalı Spor Salonu’na nakledilecekti. Bir grup polis Metin'i öldüresiye dövüp karşıdaki parka bırakmıştı. Günlerden 8 Ocak 1996 idi. Hemen peşinden Sabancı Center'de Özdemir Sabancı, ToyotaSa genel müdürü Haluk Görgün ve sekreter Nilgün Hasefe öldürülmüştü. Göktepe cinayeti bu suikastın berisinde kalabilirdi.
Dönemin TGC Başkanı Nail Güreli’nin “Metin Göktepe, bir gazeteciydi. Duvardan düşmedi, gözaltında dövülerek öldürüldü” çıkışı, mesleğin adalet arayışında daha bir bütünlüklü hareket etmesini sağladı.
Dava daha baştan Sultanahmet Adliyesi’nden Aydın iline, aynı bahaneyle bu kez Afyon’a alınmıştı. Her defasında, bir kaçı medya temsilcileri, avukatlar ve hak savunucularına ayrılan bir otobüs konvoyuyla Afyon’a hareket edilirdi.
30’u aşkın duruşma izlendi… Cinayet günlerinde patlak veren öfke, Işık Yurtçu için bir araya gelmiş gazetecilerin de dahil olduğu yolculuklar hoş, canlı bir işbirliğe dönüşüyordu. Afyon’daki bir meydanda kalem bırakma eylemi, ana caddede yürüyüş, kafelerde haber geçme, benzin istasyonunda demeç alma, sohbetler, otobüs için skeçler, müdahil avukatlar ve mağdur aileyle kaynaşma ve dertleşmeler...
75 yaşındaki dünyaca ünlü foto-muhabiri Marc Riboud’nun, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nin duruşma salonunda bir sandalye üstünden leica’sıyla fotoğraf çekmesini unutamıyorum. O dönem, duruşma salonu içinden görüntü almak serbestti. Riboud sanıkları, muhabirler ise heyecan ve şaşkınlıkla Riboud’yu görüntülüyordu.
Öyle görünüyor ki, militarist, milliyetçi ve merkeziyetçi rejimin eleştiriyi sert şekilde baskı altında tuttuğu, ancak yargılanma riskine karşın duyarlı gazetecilerin işlerinden atılma riski olmadan daha rahat dayanışma coşkusuna kapılabildikleri bir dönemdi.
Yurtçu’nun Çıktığı Cezaevine Duran Girdi
Tekirdağ Saray Cezaevi'nde Ocak Işık Yurtçu, Nadire Mater, Erol Önderoğlu ve hapishane görevlileri |
Göktepe davasının sürdüğü, mücadelesinin henüz sonuçlanmadığı bir dönemdi. Libération gazetesi muhabiri olan Ragıp Duran, Özgür Gündem gazetesinde 12 Nisan 1994’te çıkan bir makalesinde Abdullah Öcalan’ı Kürt bir Zapata ve Garibaldi’ye benzettiği gerekçesiyle hapse girecekti.
Düşüncenin bastırılmasını içlerine sindiremeyenler, Duran için önce Beyoğlu’nda bir gece düzenlediler. Ardından TGC önünden konvoy halinde hareketle gazeteciyi 7,5 ay yatacağı Saray Cezaevi’ne teslim ettiler. Yol molalarıyla, cezaevi önü fotoğraflarıyla ve muhabbetle!
Işık Yurtçu’nun son aylarını geçirdiği Saray Cezaevi’ne bu kez, yine Kürt Sorunu üzerindeki tabu nedeniyle bir başka gazeteci olarak Duran giriyordu. Yurtçu gibi Duran’ın tutukluluğu da, Kürt olmadan Kürt Sorunu’na dokunmanın acı bedeli olduğunu sadece Türkiye kamuoyuna değil tüm dünyaya bir kez daha göstermiş oldu.
İstersek “Gazeteciler Meclisi” Olabiliriz
Beyoğlu’nda Gezi Parkı’nın içinde bir düğün salonu vardı. Artık yok. Birkaç ay süreyle, bazı günler, nikah törenlerine değil, sömürü, sendikasızlaşma, özlük hakları ve iktidar baskısına çare bulmak için birbiriyle konuşma ihtiyacı duran yüzlerce medya çalışanlarına ayrıldı.
1999-2000 döneminde binleri bulan bir grup içerisinden medya çalışanı, teker teker mikrofon önüne geliyor, heyecanla, medya patronlarının geçmişte içini boşattığı TGS’yi diriltmeyi öneriyor, ana akım medyada birinin işten attığını diğerinin almayı reddettiği “centilmenlik” ortamında keyfi işten çıkarmalara tepki gösteriyor, yeniden birlikte örgütlenme ve mücadele etmek için çağrı yapıyordu.
Buluşmalar ihtiyaçların ne denli çeşitli ve yakıcı olduğunu pekala göstermişti. Keza, sorunlar da çözüm önerileri de dağınık şekilde ve farklı vizyonlar altında seslendiriliyordu. Kitle kalabalık, heyecan verici, bir o kadar da sabırsızdı. Ne yazık ki, buluşmalar zamanla sığlaştı ve sonunda söndü.
Kimse, 2001 yılında 4 binden fazla medya çalışanını etkileyen bir işsizlik sürecine girileceğini tahmin edemezdi. Ana akım medya sahipliği 2005 sonrası, dengeleme adına hükümetin giriştiği müdahalelerle daha bir keyfiyete büründü. Hükümet karşıtı/destekçisi olarak daha net tutum almaya giden medya patronları, son üç yılda daha ideolojik bazda işten çıkarmalara başvurdu.
Bugün birikmiş çetrefil sorunlarımıza siyasi ve sektörel itilaflar da eklense Gazeteciler Meclisi, hoş bir anı olmanın ötesinde, mesleki temelde bir diyalog arayışının istendiğinde karşılık bulabileceğini, buna bugün daha da mahkum olduğumuzu gösteriyor. Mesleğimizi her şeyin üstünde tuttuğumuzda kazanırız! (EÖ)