Hasan Cemal, yıllardır Kürtler için yazdıklarını bir kitapta toparlamış. Kitapta, yazarın gazetelerdeki günlük yazıları, röportajları, gezi notları, izlenimleri ve görüşmeleri yer alıyor. Hasan Cemal bu yazılarla ilişkili olarak, bugünkü koşullar ve gelişmelere göre açıklama ve yorumlara yer vermiş. Pek de yeni bir şeyler yazmamış. Kitapta yer alan ve kendisine ait olan hemen hemen her şey daha önce yazdıkları. Elbette Felat Cemiloğlunun anlattıkları, eski yazılanlardan değil; ama onlar da zaten yaşanmış şeyler.
Hasan Cemal, ne düşünmüş de Felat Beyin anlattıklarını kitabın girişine koymuş bilmiyorum ama, bence çok iyi bir giriş yapmış. Felat Cemiloğlunun anlattıkları, bir insan olarak ve aynı zamanda bir Kürt olarak benim için kitabın kendisi kadar, hatta kitabın kendisinden de önemli ve anlamlı.
Hapishanede dayak ve işkenceyle öldürülerek tahliye edilen sevgili arkadaşım, dostum Necmettin Büyükkaya ve birçok arkadaşımın başlarından geçenleri biliyordum, hem de ilk bilenlerden ve kimselere inandıramayan biriydim; sağ kurtulup çıkanların anlattıklarını defalarca dinledim. Bence kolay kolay unutulamayacak, Nazi dönemini yansıtan film ve belgelerde bile benzerlerini pek görmediğimiz, başlı başına özel bir inceleme ve yargı konusu olması gereken Diyarbakır Askeri Cezaevi trajedisini, bu insanlık suçunu bir kez daha gözler önüne sermeyi cesur ve yerinde bir davranış olarak değerlendiriyor ve takdir ediyorum...
Kitaptakiler
Hasan Cemalin kitabı ile ilgili basında birçok eleştiri ve övgü yazısı yer aldı. Elbette ki, bunları burada tekrar edecek değilim. Kitabın yayınlanmasını önemli ve olumlu bulduğumu da peşinen belirtmeliyim.
Kitapta sayıları hiç de azımsanmayacak değişik çevre ve görüşlerden insanlarla tartışmalarda, görüşmelerde bulunulmuş.
Abdullah Öcalandan Paristeki randevularını benim sağladığım Kendal Nezana, Celal Talabaniden Mesut Barzaniye, Tarık Ziya Ekinciden Behlül Yavuza, Namık Durukandan Raif Türke ve daha pek çok Kürt aydını, Kürt köylüsü ve Kürt esnafı ile; Turgut Özaldan Süleyman Demirele, Bülent Ecevitten Mesut Yılmaza politikacılarla; bu arada isimlerini sayamayacağım ve şimdi artık emekli olan generallerle ve komutanlarla; Ünal Erkandan Mehmet Ağara (her ikisi de daha sonra DYPde politikaya atıldılar) diğer üst düzey devlet memurları ve emniyet mensuplarıyla görüşmeler yapılmış.
Kitap, Kürdoloji kaynakları bakımından pek zengin olmasa da, görüşlerine başvurulan kişiler bakımından zengin sayılır.
Tarık Ziya Ekincinin, yeni kuşakların belki de hiç bilmedikleri, birçoklarının da çoktan unutmuş oldukları 1925 Şark Islahat Plânı olayını hatırlatması, genç kuşaklar ve gelecek kuşaklar için çok önemli. 1925 yılında kabul edilen ve uzun yıllar gizli tutulan planın 41. Maddesine yer veriliyor. Madde şöyle:
Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Hısnımansur (Adıyaman), Besni, Arga [Akçadağ, Ü.F.], Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükûmet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar, hükûmet ve belediyenin emrine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır. (s. 378-9)
1970
Ancak kitapta söylenmemiş veya yazılmamış birkaç noktaya kısaca değinmek istiyorum.
11 Mart 1970te Irak Baas Partisi Hükümeti adına Saddam Hüseyin ile Kürdistan Demokratik Partisi lideri Mustafa Barzani arasında Kürt tarihinde oldukça önemli olan bir anlaşma imzalanmıştı. Anlaşma uygulandığı takdirde, Irak Kürtleri açısından aşağı yukarı bugün için de geçerliliğini koruyan pek çok sorun çözülmüş olacaktı. Muhtemeldir ki, bugün yaşanan birçok şey de hiç yaşanmamış olacaktı. Irak Kürtleri için kapsamlı bir iyileşme sağlayan böyle bir anlaşma, Türkiyenin Kürt politikası açısından tehlikeli bulunmuş ve karşı tedbirler alınmasını gündeme getirmişti.
Türkiye, Saddamın ve temsil ettiği Baas Partisi Askeri Diktatörlüğünün bile Kürtlere tanıdıkları hakların etkilerini, kendi Kürtleri için kötü bir örnek saymıştı.
Anlaşmayı takip eden günlerde acil olarak ilk ve köklü tedbirler uygulamaya konuldu ve Nisan 1970te, ilki Silvanda olmak üzere Komando Harekâtı adıyla bilinen yeni bir askeri operasyonlar zinciri uygulaması başlatıldı.
Bence Hasan Cemalin bu olayı atlaması kitabındaki önemli bir eksiğidir.
Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)
Hasan Cemalin kitaptaki bir başka önemli eksiği de Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) konusuna hiç değinmemiş olması. Kitapta DDKO diye bir şey var ama Hasan Cemal bunu 1975te kurulan DDKD ile karıştırmış ve açılımını da Devrimci Demokrat Kültür Derneği olarak değil de yanlış olarak Devrimci Doğu Kültür Derneği yapmıştır. Bu konuyu hiç değilse 12 Mart Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri olayı ile merak edip araştırabilirdi. Mayıs 1969da önce Ankarada, hemen ardından da İstanbulda kurulan bu örgütler, Kürt siyasi tarihi bakımından atlanacak bir olay değildir. DDKO lar Cumhuriyet in ilanından sonra kurulan legal alandaki ilk Kürt örgütleridir.
Türkiye İşçi Partisi (TİP) içerisinde yer alan Kürtler, özellikle 1967 Doğu Mitingleri sonrasında diğer TİPli ve sosyalistlerden farklı olarak sosyalist olmayan, hatta oldukça muhafazakâr bile kabul edilebilecek diğer Kürtlerle de kolayca diyalog kurabilmişlerdi.
Hepsinin de sıkıntı ve problemlerinin birçoğu ortaktı, bazı olaylar karşısında aynı reflekslere sahiptiler ve aynı duyguları paylaşıyorlardı. Bu da Kürtleri giderek parti içerisinde ve diğer devrimci-sosyalist yapılarda, hem bir farklılaşmaya hem de birbirleriyle yakınlaşmaya yöneltmekteydi.
Önce TİP içerisinde birlikte hareket eden bir grup oluştu; sonra da ağırlıklı olarak gençlerin oluşturduğu, tam da Fikir Kulüpleri Federasyonunun (FKF) DEV-GENÇe dönüştüğü bir dönemde DDKO lar kuruldu. Bir yandan sosyalistler arasında bir ayrışma yaşanırken, bir yandan da Kürtlerin diğer sosyalistlerden farklı, devrimci ve legal bir örgüt kurmalarının yolu açıldı. DDKO ların kuruluşundan itibaren Kürt aydınları üzerinde olağanüstü bir tahribat yaratmış olan asimilasyon durdurulmuştur. DDKO, Kürtlerde legal planda asimilasyona karşı ilk örgütlü hareket olmuştur.
Komando Harekâtları başlar başlamaz, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunayın bizzat talebi üzerine konuyla ilgili kapsamlı bir rapor hazırlanmış ve kendisine sunulmuştur. Bu rapor üzerine eski TİP Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Mehmet Ali Aybar, Millet Meclisinde soru önergesi vermiş, uzun tartışmalar yapılmıştır.
Aileleri tarafından Kürtçe öğrenmesine imkân verilmeyen Kürtler, ya Kürtçe öğrenmeye yöneldiler ya da böyle şeylerin bir daha olmaması için tedbirlerini aldılar.
O tarihten sonra hiçbir Kürt aydını çocuğuna rasgele seçilmiş bir isim vermedi. Faaliyetleri tamamen yasal olan bu kuruluşların yöneticileri, 1970 Ekim ayında yapılan polis operasyonları sonucu açılan bir dava ile Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanırken, 12 Mart 1971 askeri müdahalesi sonrasında Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesine sevk edildiler. DDKO nun birçok kurucu ve yöneticisine ağır hapis ve sürgün cezaları verildi.
Kürtler üzerine yazılmış bu denli kapsamlı bir çalışma bu kuruluşu atlamamalıydı.
Komando Harekâtı
1980 sonrası gelişmeler, 1970te başlatılan uygulamaların ve politikaların devamıdır. Silvanda başlatılan Komando Harekâtları 1970li yılların tamamı boyunca devam etti. Kasabalar ve köyler önce komando birlikleri tarafından kuşatılıyor sonra özel birlikler evleri boşaltma anonsu yapıyor, evler boşaltıldıktan sonra didik didik aranıyor, genellikle erkekler soyundurularak erkeklik organlarına ip bağlanıp dolaştırılıyor, köy meydanlarında kadınlara ve çocuklara teşhir ediliyordu. Güya suçlu veya aranan kişiler olup olmadığı kontrol ediliyor, silahların yeri soruluyor ve silah bulunmadığı takdirde dayanılmaz işkenceler yapılıyordu.
Bu silah arama işi giderek öyle anormal bir hal aldı ki, artık yeni bir yolsuzluk kaynağı ve silah kaçakçılığı piyasasının doğmasına yol açtı. Basılacak köye önceden haber gidiyor; köylüler birkaç inek, at, koyun veya artık ellerinde satılacak ne varsa paraya çeviriyorlar; bir önceki baskında ele geçirilen silahların satıldığı ve önceden belirlenmiş kaçakçıya başvuruyorlar; temin edilen bu silahlar basılma sırası gelen bir sonraki köyün köylülerine satılmak üzere arama günü hazır tutuluyor ve güvenlik güçlerine teslim ediliyordu. Böylece arama da, hiç değilse bu seferlik kazasız belasız atlatılmış oluyordu.
Bu sirkülasyon yıllarca devam etti ve satacak bir şeyleri olmadığı için silah teslim edemeyen yoksul köylüler yıllarca en acımasız eziyetlere maruz bırakıldılar.
İşte 12 Eylül sonrası Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevinde yatan gençlerin pek çoğu ya bu köylüler ya da bu köylülerin çocuklarıydılar. Önce gözlerinin önünde anne ve babalarına yapılanları kabullenmeyip kafa tutmanın bir yolunu aradılar. Hesap sormak istiyorlardı. Adalete güvenleri kalmamıştı. Değişik Kürt siyasi grupları içerisinde muhalif faaliyetlere katıldılar, silah temin ettiler. Bir kısmı yakalanıp cezaevine konuldu; bu kez de girdikleri cezaevinin çok ama çok özel koşulları onları bir refleksle daha fazla intikam almaya yöneltti.
Felat Cemiloğlu ve benim onlarca arkadaşımın başından geçenler ve aynı zamanda sayıları on binleri bulan, bir kısmı cezaevinde öldürülen, bir kısmı sakat bırakılan bir kısmı da dağlarda ölen gençlerin macerası işte böyle başladı.
Generaller
Tesadüfe bakın ki, kitabın satışa çıktığı günlerde, kitaptaki generaller bu kez tümüyle emekli generaller olarak ve yeniden aynı mevzularda konuşturulmak üzere Irak Savaşı nedeniyle TV ekranlarında karşımıza çıkarıldılar.
Generallerle yapılan konuşmalarda tavırlarının pek değişmemiş olduğunu görüyorsunuz; insanın içini karartan, savaş süreci boyunca televizyon kanallarında, saatlerce konuşarak sanki bu savaş hiç bitmeyecekmiş izlenimini yaratan; Irak Savaşı ve Kürt meselesi konuşulduğunda kendilerinden gayet emin, gene aynı aşağılayıcı ve hakaretamiz tavırlarıyla, o engin analizlerini tam da kitabın satışa çıktığı günlerde, bu kez daha geniş kitlelere akıl vererek sürdürdüler. Ellerindeki yegâne aletleri bir marangoz keseriydi ve her şeyi çivi gibi görmekteydiler. Gene hiçbir görüşleri ve analizleri doğru çıkmadı. Her şeyi çivi olarak gördüler. Hasan Cemale anlattıkları da gösteriyor ki, meseleye tamamen askeri bir üstünlük kurma anlayışı içerisinde bakmışlardır. Kendileri de biliyorlardı ki, önceleri askeri bakımdan kontrol edilme ihtiyacı dahi duyulmayan bir dağın bilmem hangi tepesinin, bilmem hangi yönünün birkaç kilometrelik kısmında bölücü teröristler yuvalanmış ve o küçük toprak parçası geçici olarak kontrol dışı kalmışsa, vatan falan elden gitmiş olmaz. O araziyi yeniden kontrol altına aldığınızda da, bunu bir askeri zafer sayarak meseleyi halletmiş olmuyorsunuz. Çok kısa bir dönem için askeri kontrollerini kaybettikleri bazı küçük noktaları vatan elden gidiyordu gibi görmek anlamsızdı. Sözlerinde Kürtlere yönelik hiçbir olumlu yaklaşım sezilmiyor. Hep bir düşmandan söz eder gibi konuşmaktalar.
Kitapta yer alan asker görüşlerinin sadece birinden bir alıntıya yer vermek istiyorum.
İstanbul, 13 Kasım 2002
Fenerbahçe Orduevinde Emekli Orgeneral Necati Özgenle sohbet. 1991-1993 arasında Asayiş Jandarma Komutanı olarak Güneydoğuda görev yapan Necati Özgen Paşa, 3 Ağustos kararlarına tepkili: Ne âlemi vardı bu yasaları çıkarmanın? Bu yasalar terörist başının başarısıdır. Kürtçe bilmiyorsunuz, gelin öğretelim! Bir ülkenin birliğidir, dil birliği... Türkçeyi öğretmek için neden çaba göstermedik bunun yerine... Kürtler bizim canımız ciğerimiz. Birinci sınıf vatandaşımız. Benim Kürt kökenli birçok arkadaşım vardır. Mesela 1. Ordu komutanlığı yapmış olan Necdet Timur... Aramızda birçok Kürt general vardır. Ama ayrımız gayrımız yoktur. Şimdi niçin kalkıp Kürtçeyi resmîleştirdik? Niye Türkçe öğretemedik? Kararlı siyasal iktidarlar olmadı. Yerel, siyasal otorite etkin değildi Güneydoğuda... (...) Asker de, sivil de bir ufkun ötesini göremedik. Kürtçeyi resmîleştirmelerine çok üzülüyorum. (s. 420-21)
Yoruma gerek yoktur sanırım. Kürtçe diye bir dilin ismi bile telaffuz edilmeden, sadece on beş yaşını geçmiş gençlerin katılabileceği ve henüz nasıl düzenlenebileceği bile belli olmayan bir kurs açma serbestisinin, bir emekli orgeneral tarafından ne anlama geldiği çok açık olarak ifade edilmekte. Oysa bugün korkulan bu kanunla Kürtçeye tanınan özgürlük, Sümer veya Hitit dillerine tanınan özgürlüklerle mukayese bile edilmez. Bugün Türkiye üniversitelerinde bu dillere ait bölümler vardır. İsteyen bir öğrenci Sümerolog, Hititolog veya Sinolog olabilir, ama asla Kürdolog olma şansı yoktur.
Değiştiremez Alışkanlıklar
Türkiye, temel bazı sorunlarını daima yok sayar ve hatalarını asla kabul etmez. Devletin değişmez resmi görüşü budur ve bu görüşe göre, Türkiye asla sorunlu bir ülke değildir. Ortaya sorun diye çıkarılan veya ileri sürülen şeyler, esas olarak kökleri dışarıda olan düşmanların içerideki işbirlikçileri tarafından ileri sürülen sözde sorunlardır. Birtakım sözde sorunlar yaratarak, ancak Türkiyenin parçalanmasına yönelik eylemler tasarlanmıştır. Milli birlik ve beraberlik ruhuna her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğu söylenir ve halk daima bu konuda uyarılır. Bu nedenle de sorunların çözümü için asla bir tedavi metodu öngörülüp uygulanmaz. Sorunlar hep ertelenir veya dondurulur. Adeta bir tür kortizon tedavisi uygulanır.
Türkiyenin birkaç değişmez paranoyası da vardır. En önemli paranoyası Kürt paranoyasıdır. Kürt denildiği zaman akla gelen tek şey vardır: Bir Kürt devletinin kurulması ve Türkiyenin bölünmesi. Bir diğer paranoyası da düşmansız kalma paranoyasıdır. Düşmanım yoksa ben de yok olurum gibi bir duyguya sahiptir. Bunlar olmaz veya ortadan kalkarsa, Türkiyenin varolma nedeni, meşruiyeti de ortadan kalkacakmış gibi algılanır adeta.
Yakın bir zamana kadar bu konularda pek sıkıntısı olmamıştı. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere, Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak, İrandan oluşan bütün sınır komşuları düşmandı. Tabii bu düşmanların içeride de işbirlikçileri vardı ve bunlar da konjonktüre göre, kimi zaman komünistler, kimi zaman şeriatçılar, kimi zaman da Kürtler olurdu. Değişen dünya ile son yıllarda düşmanlar nispeten azalmaktaydı ve elbette çok sayıda düşmana alışık olan Türkiyenin düşman ihtiyacı da açık veriyordu. Düşman da, mutlaka dışardan destekli ve devletin bölünmez bütünlüğünü parçalamaya yönelik bir örgütlülük ve eylem içinde olmalıydı. Zaten böyle bir potansiyel hep vardı ve istendiği takdirde her zaman ortaya çıkmaya hazırdı. Türkiye için böyle bir düşmanı bulmak veya yaratmak hiç de zor olmadı.
Türkiye Düşmanını Buluyor
Burada bazı konuları Hasan Cemal kadar açık ve net olarak tartışmak için ortamın henüz yeterince elverişli olmadığını bilhassa belirtmek istiyorum. Biraz daha zaman gerek. Bu nedenle bazı tespitlerimi henüz açık bir tartışmaya açamıyorum.
Bulunan düşman tam da Türkiyenin dişine göre sayılırdı.
Bir kere karşıda uluslararası meşruiyeti, ordusu, tankı topu olan bir devlet yoktu.
Bu bir yeraltı örgütüydü ve bütün ilişkilerini gizli kanallardan yürütmek zorundaydı.
Yaşayıp eğitim gördükleri yerler bile bilindiği halde, bulundukları devletler tarafından inkâr edilip, güya gizli tutulmaktaydılar.
Sahip oldukları ideoloji bakımından hiçbir zaman toplumun önünü açacak demokrasi ve özgürlük kavramları geliştirilemeyecekti.
Militanları asla kendilerine ait gerçek kimlikleriyle faaliyet gösteremeyecekti. Türkiyede polis onları aramaktaydı ve sağ olarak yakalandıkları takdirde çok ağır işkencelere ve cezalara maruz kalacaklardı...
Barındıkları ülke, başta ABD olmak üzere, birçok ülke tarafından haydut devlet statüsünde değerlendirilmekteydi; ki, bu statüde değerlendirilen bir devletle ihtilaflı olmak da modern dünyaya daha yakın olmak anlamına geliyordu.
Zaman zaman Türkiye için bazı zorluklar yaratmış olsa da, uzun vadede hiçbir toprak kaybı veya bir yenilgi riski yoktu.
Yapılması gereken her şey yapılıp tamamlandıktan sonra da, bu savaş anında bitirilebilecekti.
Nitekim öyle oldu.
Türkiyenin en büyük tehlikesi olarak gösterilen örgütün lideri (taraftarları kendisine ÖNDERLİK derler) Abdullah Öcalan, adeta paketlenmiş olarak bir uçağa yüklendi; gözlerinin bandı açılır açılmaz da devlete hizmete hazırım dedi.
30 Nisan 2003 tarihli avukatlarıyla görüşme notlarından:
...............................
Hasan Cemalin uçaktayken devlete hizmet ederim cümlesini doğru bulmuyorum. Ben demokratik cumhuriyete hizmet ederim olarak o cümleyi değiştirmek lazım. Bunu da böyle belirtiyorum. Kendisine iletirsiniz.
Geçen haftalarda Orduya çağrı yaptım. Atatürkçü çizgiye sahip çıkın dedim.
Kemalist geleneğe sahip çıkın. Kemalist gelenek Kürt feodallerine el uzatmaz.
Sorguda MGK adına hareket ettiğini söyleyen biri kardeş kanını bitirelim diye rica etti. Ben de doğru buldum adım attım. Sorgu şeyimi doğru buluyorum.
................................
Avukatların KADEKin Dört Parçada Demokratik Çözüm için bildirge yayınladığını söylemeleri üzerine:
.................................
Ben aslında onların demokratik çabalarını destekliyorum, şimdiden gölge bir başbakan, gölge kabinesi belli olur, adayları belli olur, koordinatörlük için Öymen [Altan Öymen, Ü.F.] uygundur. Yazarlardan Hasan Cemal, paşa torunudur, olumludur. Taha Akyol da Milliyette yazıyor, sağa yakındır ama demokratik çizgisi de olumludur. Birçok çevreyi de katarlar.
Bu söylenenleri ve daha buraya aktarmadığım sayfalar dolusu benzerlerini yorumlamak elbette ki benim haddim değil. Ben sadece elçiye zeval olmaz diye bunları aktardım. (Görüşme notlarının detayları için bkz. www.nasname.de)
Şu anda can güvenliği ve fiziki sağlığı bakımdan kendisi için yeryüzündeki en güvenli koşullarda yaşıyor. Tanrı kendisine uzun ömür versin. İnşallah yakında tamamen özgürlüğüne kavuşur.
PKK ve Abdullah Öcalanla ilgili detaylı analizler ve daha çok bilgi için Hasan Yıldız ın Doz Yayınlarından çıkan Muhatapsız Savaş, Muhatapsız Barış isimli kitabını mükemmel bir başvuru kaynağı olarak tavsiye ederiz.
Artılar ve Eksiler
Özalın anlattıkları veya ağzından kaçırdıkları var. Bütünüyle gayri insani bir çözüm, yani Kürtlerin Türkiyenin batı illerine göç ettirilmesi... Böylece iki etnik grup arasında bir kaynaşma sağlanmış olacak; Kürt nüfus, ağırlıklı olarak batıya kaydırılmış olacak, sorun bölgesel bir etnik sorun olmaktan çıkmış olacak. Yani bir tür etnik arındırma programı uygulanacak.
Elbette bu da bir çözümdü. Ama ne kadar insani olduğu çok tartışılırdı. Sonunda bu plan farklı metotlarla da olsa uygulandı.
Köyler boşaltıldı, insanlar batıya göç etti. Bu göçün fatura bedeli de Kürtlere çıkarılarak gerçekleşti.
Üç bini aşkın Kürt yerleşim birimi boşaltıldı; kalan kırsal yerleşim birimlerinin önemli bir kısmı korucuların denetimine bırakıldı; bütün bir bölge, güvenlik güçleri için neredeyse dikensiz bir gül bahçesine dönüştürüldü.
On beş yıl süren yirmi dokuzuncu ve Son Kürt İsyanı sayesinde, Türk Silahlı Kuvvetleri tümüyle bir modernizasyondan geçirildi, en gelişmiş savaş silahlarıyla donatıldı.
Muazzam bir moral güç, iç savaş eğitimi ve deneyim kazandı.
Bütün bunlar devlet tarafından mutlaka yapılmak istenen, ama normal koşullarda gerçekleştirilmesi oldukça zor, hatta imkânsız düzenlemelerdi.
Faili meçhuller ve kayıt dışı kalmış olanlar hariç, ölen ve öldürülen insanların sayısının otuz bin olduğu söyleniyor. Bu kayıplar elbette ki son derece üzücüdür. Ama sonunda devlet kazandığına göre, bu kayıpları da devletin kaybı olarak değil, ölenlerin aile ve yakınlarının, yani sivil halkın kayıpları olarak görmek gerekir.
Sonuç olarak, on beş yıllık bir savaşla uzun vadede devletin kaçınılmaz bir biçimde karşılaşacağı ve çok daha büyük risk potansiyeli taşıyacak bir Kürt sorunu karşısında, vakit varken bazı tedbirler alınmış oldu, devletin yapmak istediği ama normal koşullar altında asla gerçekleştiremeyeceği askeri ve politik sonuçlar elde edildi.
Biz Kimseye Ait Değiliz
Kitabın sonlarına doğru, sayfa 513te Şarkı Söylemek Türkiye Birlikte İstiyor! başlıklı bir bölüm var.
24 Eylül 2002 tarihinde İstanbul Açıkhava Tiyatrosunda Sezen Aksu beş bin kişiye verdiği konserde, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Çocuk Korosunu da sahneye çıkarır. Koro, Kürtçe şarkı söylemek için programda yer almıştır. Sevgili dostum Cengiz Çandar konserin coşkusuna kapılmış ve büyük bir duygusallıkla: Sizi seviyoruz, siz bize aitsiniz ifadesini kullanmış. Buna katılmak mümkün değil. Bu ifade, şiirsel bir ifadedir ve başlangıçta belki kulağa hoş da gelebilir. Ama ifadenin içeriğini ele aldığımızda, burada bir mülkiyet hakkı söz konusudur. Cengizin bunu hesaba kattığını sanmıyorum. Biliyorum Cengiz bana kızacak ve Nereden çıkarıyorsun bunları? diyecek. Ama bunu haksız buluyor ve itiraz ediyorum. Bu, doğru bir ifade değil. Biz kimseye ait olmak istemiyoruz. Ait olmak, özgürlüğümüzü engeller, eşitliğimizi bozar. Ayrıca Kürtler üzerinde hak sahibi olduğunu sanan başkaları da buna mutlaka itiraz etmişlerdir. Çünkü Kürtleri kendilerine ait gibi gören çok önemli ve güçlü kurumların da varolduğunu biliyoruz. Zaten esas mesele de, bu kurumların mülkiyet hakkına son vermekten geçiyor.
İki Anı
1990 yılı Temmuz ayı başlarıydı. 13 Temmuz 1989 tarihinde Viyanada bir komplo sonucu İran Savama ajanları tarafından öldürülen İran Kürdistanı Demokrat Partisi (İKDP) Genel Sekreteri Dr. Abdulrahman Qasımlonun katledilişinin birinci yıldönümü için gazetede bir anma ilanı verecektik. O günkü şartlarda bu ilanı yalnızca Cumhuriyet gazetesinde yayınlatabilirdik. Başta gazetenin Reklam Müdürü Ayşe Sözeri olmak üzere, pek çok çalışanı dostlarımız, yakın arkadaşlarımızdı. Bir Cumhuriyet çalışanı ile aynı evde yaşıyordum. Hem bize indirim yapılıyordu hem de zaten bir yıl önce suikasttan hemen sonra aynı ilan metnini Cumhuriyette iki kez üst üste yayınlatmıştık. Gene yarım sayfa ilanımız yayınlanacaktı ve Sevgili Ayşe Sözeri bize iyi bir indirim de yapmıştı. İlan metnini İletişim Yayınları teknik servisinde hazırladık, film çıkışını da alıp Ayşe Sözeriye teslim ettik. İlan 13 Temmuz 1990 günü gazetenin iyi bir sayfasından verilecekti. Ama olmadı. Ayşe Hanım beni aradı ve ilan metnine gazete yönetiminden müdahale geldiğini ve metni değiştirmemiz gerektiğini söyledi.
Oysa metin çok sade bir metindi; sadece İran Kürdistanı Demokrat Partisi Genel Sekreteri Dr. Abdulrahman Qasımlonun katledilişini kınıyor ve Kürt halkına başsağlığı diliyorduk. Gerisi imzacıların isimleriydi. Bizden Kürdistan ve Kürt kelimelerini çıkarmamız isteniyordu. Yazı İşleri Müdürü Okay Gönensin yakın arkadaşım ve dostumdu. Aradım ama kendisi Türkiyede değildi, Danimarkada olduğunu öğrendim. Avukat bir arkadaşımla Gazete Hukuk Danışmanı Gülçin Çaylıgili telefonla aradık. Cevap olumsuzdu. Birkaç gün önce Erbil Tuşalp hakkında bir savcılık incelemesi başlatılmış. Sansür-Sürgün Kararnamesi dolayısıyla gazetenin başına bir iş açılabileceği endişesi dile getiriliyordu. Oysa tamamen aynı olan metni aynı gazetede bir yıl önce iki kez yayınlatmıştık ve hiçbir şey olmamıştı.
Çaresizdik. Arkadaşlardan ilan paralarını toplamıştık ve imza veren altı yüzden fazla insan ilanı bekliyordu. Neticede İKDP yerine yalnızca Dr. Abdulrahman Qasımlo yazmayı kabul etmek zorunda kaldık, Kürt halkı yerine de halkımızın başı sağ olsun diyerek ilanı gününde yayınlattık.
Benzer bir olayı da, 1998 Eylül ayında Radikal gazetesi ile de yaşadık. Sevgili arkadaşımız Orhan Kotan için bir ölüm ilanı hazırladık. Bu kez Radikal ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile görüşüp anlaşmıştık. Metni gene kısa tuttuk, ismin önüne de Kürt sıfatı koymak dışında hiçbir siyasi mesaja yer vermedik.
İlanın yayınlanacağı günün evveli, akşam üzeri Radikalden bir görevli beni arayarak ilan metninde küçük bir değişiklik yaptıklarını, bunu kabul edersek yayınlayabileceklerini; Kürt kelimesini çıkarmak zorunda olduklarını, bunun da çok önemli olmadığını iletti. Durumu gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmazla konuştum. Kendisini çok eskiden, neredeyse çocukluk döneminden beri, otuz yıldır tanırım ve çok yakın bir dostluk ilişkimiz vardı. Konunun kendileri dışında ve Hürriyet gazetesi ile ilgili bir ilan politikası olduğunu anladım. Yapacak bir şey yoktu. Orhan Kotan sadece bir aydın ve bir şair olsaydı muhtemelen sürgünde ölmezdi; bir Kürt olduğu için, yaşamını da bu kimliğinin mücadelesini vererek tükettiğini bildirdim ve o kelimenin anlamının basit bir şey olmadığını belirterek ilanı iptal ettirdim.
Oysa aynı ilan, Yeni Yüzyıl Genel Yayın Yönetmeni Okay Gönensin tarafından içeriği bile sorulmadan yayınlandı.
Nereden Nereye
Cumhuriyet gazetesinde ilanımızı sansür etmek zorunda bırakıldığımız tarihte Hasan Cemal gazetenin genel yayın yönetmeniydi. Kürt meselesinden ancak Mülkiyeyi bitirip de Trabzonda yedek subaylığını yaparken, sahip olduğu transistorlu bir el radyosu sayesinde tesadüf eseri haberdar olmuş. Kendisiyle aynı sosyal çevrede doğup büyüyen insanların önemli bir kısmı, Kürt denildiğinde genel olarak subay olan babalarının sadık ve iyi kalpli Kürt emir erlerini hatırlarlar. Adeta bir Kürt emir eri nostaljisi yaşanan bir çevreden geliyor Hasan Cemal. Aynı Hasan Cemal bugün Kürtler üzerine böyle bir kitap hazırlayıp yayınlamışsa, bunu çok önemli bir gelişme olarak değerlendirmek ve memnuniyetle karşılamak gerekir.
Sonuç
Hasan Cemal, devletin birçok uygulamasına itiraz etmiş. Bu tutumu nedeniyle çoğu zaman sitemler ve eleştirilere de muhatap olmuş. Ama gene de gerektiğinde askeri helikopterlere bindirilip en mahrem askeri noktalara götürülmüş ve olup bitenler hakkında kendisine bilgiler verilmiş, özel görüşmeler yapılmış.
Kendisinin bütün itirazlarına rağmen dışlanmamış olması ve en yetkili ağızlardan devletin görüşlerini öğrenme imkânı bulması çok önemli.
Acaba diyorum, devlet içerisinde de Hasan Cemal gibi düşünenler veya ona hak verenler mi vardı? Eğer öyleyse, yani devlette de normal düşünenler ortaya çıkmışsa, enseyi karartmamak ve geleceğe biraz daha umutlu bakmak mümkün.
Kitapta itiraz edilecek birçok görüş var. Ama bu görüşler genel olarak kitapta yer verilen kişilere ait görüşler. İtirazın muhatabı Hasan Cemalin kendisi değil. Hasan Cemal, kitabın son bölümünde aklınıza gelebilecek pek çok soruyu kendisi soruyor.
Cevaplarını da, bugünkü koşullarda makul sayılabilecek bir ölçü ile gene kendisi veriyor.
Kürtler, bazı eksiklerine rağmen son yıllarda Türkiyede Kürt meselesi üzerine yazılmış değerli kitaplardan biri.
Son sözümü yazarın Stefan Zweigdan kitaba aktardığı nefis bir alıntı ile bağlamak istiyorum:
Yanlış olan ve suç sayılması gereken tek şey vardır: çeşitlilik içerisindeki dünyayı öğretilerin ve sistemlerin kıskacı arasına sokmaya çalışmak...
Yanlış olan, başka insanları özgür yargılarından, gerçekte istediklerinden uzaklaştırmak, aslında içlerinde bulunmayan bir şeyi onlara zorla benimsetmeye kalkışmaktır. Böyleleri, özgürlük karşısında saygı nedir bilmeyenlerdir ve Montaigne , yeniliklerini tek ve tartışılmaz doğru niteliğiyle dünyaya kabul ettirmek isteyen, yüz binlerce insanın kanı pahasına haklı çıkmaya önem veren düşünce diktatörlerinden nefret ettiği kadar kimseden nefret etmez. (s. 388) (ÜF/NM)