Şehir Plancısı Akın Atauz’la 1994’ten bu yana Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı’nı yürüten ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nden (AKP) yine aday gösterilen Melih Gökçek’in Ankara’ya, Ankara’nın sosyal hayatına olumlu/olumsuz etkilerini konuştuk.
Atauz, Ankara’yı 20 yıl evin mahzenine kapatılmış ve gün yüzü görmemiş bir tutsağın çaresizliğine benzetiyor ve ekliyor:
“Hapsedildiği mahzenden kurtulsa bile, ilk anda ne yapacağını bilemeyecek, doğru-düzgün karar veremeyecek kadar güçsüzleştirilmiş ve itaate inandırılmış bir durumda. Bu nedenle Gökçek’i bir kez daha seçebilir. Ankaralılar şaşkın ve aciz…”
“Ankara kapalı bir kent”
Melih Gökçek’in beşinci dönem üst üste Ankara Belediye Başkanı olabilmesi gündemde. 1994’ten bu yana Ankara’yı yöneten Gökçek, Ankara’ya/Ankaralılara neler kaybettirdi, neler kazandırdı?
“Gökçek Ankara’yı son 20 yıl boyunca nasıl etkiledi?” çok kapsamlı bir soru. Bu nedenle çok yoğun bir yanıt vermek gerekiyor. Bence bu etkiyi en çok, kentin kimliğindeki değişme ve buna bağlı olarak, mekandaki ve işleyişlerdeki değişme olarak düşünmek gerekiyor.
Ancak önce şuradan başlayalım: Bütün kentler zaman içinde değişir. Her kent için, her zaman, hızlı ya da yavaş, radikal veya ılımlı bir değişme olur. Bu değişimlerin önemli bir bölümü, kentin zaten, kendi ekolojisi içindeki dengelerin organik ve sürekli olarak etkileşmesinden kaynaklanır. Değişimin bir bölümü de, kente yapılmış olan müdahalelerden… Ancak bu müdahalelerin de, sadece bir tek kişiye bağlanabileceğini düşünmek mümkün değil. Müdahale de kolektif ve anonim bir müdahaledir.
Bu değişmeleri, dünyaya bakış açımıza göre, olumlu ve kabul edilebilir, ya da olumsuz olarak değerlendiririz. Konu metropoliten bir kent olunca, bu yorumların ne kadar çok çeşitli olabileceğini düşünmek zor değil. Bunca tepkiye bakıp, “değişti ve değişmenin genel doğrultusu bu oldu ve bu da pek olumlu sayılmaz” vb türünde, daha toptancı, ya da genellemeci tarzda yapılmış üst yorumlarda bulunabiliriz elbette. Ancak bunlardan hangisinin doğru olduğunu, eninde-sonunda, kentin kendi tarihi gösterir. Ben, sadece kendi düşündüklerimi söyleyebilirim.
Cumhuriyet Ankara’sının her zaman, modern, aşırı otoriter ve disiplinli, uçuculuktan ve serüvencilikten oldukça uzak bir kent olduğunu düşünmüşümdür. Erk, özellikle devlet erki, her zaman güçlü bir biçimde hissedilir. Otorite kendini oldukça kolay gerçekleştirir Ankara’da. Ankaralılar da, pek arayış içinde, yaratıcı ve buluşçu, serüvene açık bir topluluk değildir. Oldukça çabuk baş eğerler ve disipline olurlar. Kısacası, devlete oldukça yakın bir bağlılık gösterirler.
Bütün elçilikler burada olduğu halde, burası bir dünya kenti değildir. Hatta dünyaya açık bir kent bile değildir. Bir Anadolu kentidir ve dünyaya, diplomasi, bilim ve teknoloji vb gibi konuların dışında, oldukça kapalı kalmaya özen gösterir. Buna karşılık, kentin diğer önemli bir özelliği, bir üniversite kenti olması ve Türkiye’nin her tarafından gelen genç nüfusu çekmesidir. Bir anlamda bir öğrenci kentidir Ankara ve öğrenciliğe içkin olan başkaldırma ve isyan, başka bir gelecek kurma arayışı, yapacak başka bir şey olmadığından, oldukça canlıdır Ankara’da.
Bütün bu özellikler, son 20 yılda hangi yönlerde gelişti ve değişti?
Kentin uysallığı ve otoriteye bağlılığı, bir yandan arttı ve bir yandan da, en yoksul kesimlere ulaştırılan belediye bağışlarıyla filan, kurumsallaştırıldı. “Kurtarıcı belediyeye”, onun otoritesine, onun “tepeden inmeci ve teknokratik modernleştiriciliğine” vb iman eden Ankaralı kitlesi giderek büyüdü. Belki şöyle de diyebiliriz: “Çelebi baş eğici bürokratlar kenti olmaktan, daha yoksul ve yaşamın yırtıcı etkisiyle daha çok karşılaşmış baş eğicilerin kenti olmaya doğru bir gelişme gösterdi.”
Aslında bu, bir kent yaşamı için temel ve ideolojik bir değişme sayılır. Kentin otoriter ve otoriteye baş eğen yapısı değişmedi, ama baş eğmeyi gerekli gören kitlelerin yapısı ve oranları değişti. Eskiden devlet eksenli bir yapının ideolojisi güçlüyken, şimdi ne olursa olsun, otorite odaklı ve daha geleneksel motifleri olan, pazar mekanizmalarına daha yırtıcı çıkarcılıkla bağlanmış bir bakış açısı egemen. Aslında bu önermenin ikinci bölümü, son 20 yıl bakımından, Türkiye’deki, hatta dünyadaki birçok kent için doğru olabilir, ama önermenin birinci bölümü, sadece Ankara için geçerli sayılır.
“Bütün bu değişmelerde Gökçek’in payı/ rolü nedir?” derseniz, bence, biat ve itaat edilmesi gereken güçlü otorite figürü olarak Gökçek, bu pekiştirmenin baş mimarı oldu. Tek başına sorumlu değil elbette, kentin toplumsal ve ideolojik ortamı, ona, bu doğrultuda kazanç sağlayabileceğini gösterdi ve o da, bu rolü hakkıyla oynadı.
“AKP, Gökçek tercihiyle eski rejimden intikam alıyor”
Ankara entelektüel yapısı ve kent kültürü bakımından üniversite kenti de olmasından kaynaklı Türkiye geneline kıyasla farklı bir yapıya sahipti. Gökçek’in 19 yıl boyunca kentin kültürü, entelektüel yaşamı, sosyal hayatı üzerine ne gibi etkileri olduğunu düşünüyorsunuz?
“İtaatkar bürokrat elitlerden, yırtıcı ve orta halli girişimcilerin güçlenmesine doğru ideolojik bir geçiş oldu” derken, sanırım bu soruyu da yanıtlıyordum. Yine de aklıma “şöyle bir fark oldu mu acaba?” diye bir soru geliyor: Ankara’nın tek umudu olabilecek isyancı öğrencileri, eskiden bu bürokrat kuşağın çocuklarıydılar ve babalar, en kötü ihtimalle ‘Bekçi Murtaza’ kadar kötü olabilirlerdi. Şimdi ise, isyancı öğrenciler, tam olarak şeytanlaştırılmış ve düşmanlaştırılmış, hınçla üzerine çullanılması gerekenler kategorisine alınmış durumdalar. Gerçi artık, bu öğrenciler de kısmen, yeni orta sınıfların çocuğu. Ama yeni Ankaralıların da, otoriteye itaat ettirmeye daha çok ihtiyacı var. İktidarın despotik ve yırtıcı tadı, bu sınıf için çok taze ve gelenekten gelen baş eğdirme güdüsü henüz çok güçlü. Belediye’nin son ODTÜ sefer-i hümayunu, bence bunun iyi örneklerinden biri.
Adlet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) içinde Gökçek, saydamlıktan en uzak olan siyasetçilerden biri ve belki de hiç kimseye fazla güven vermiyor. Ama tartışmasız bir biçimde mütehakkim, kendini beğenmiş ve kural tanımayan bir iktidar aracı. Pragmatik, çokbilmiş ve popüler bir belediye stratejisyeni. Bu özellikleriyle Gökçek, Cumhuriyet Ankara’sının hemşerilerinin terbiyesine, beğenilerine, estetiğine hiç uymuyor. Aslında AKP’nin, bu kadar büyük bir ısrar ve kendini beğenmişlikle Ankara’nın önüne hep Gökçek’i sürmesi, özel bir anlam da taşıyor gibi: 1980 öncesi Ankara hemşerisi kimliği ile Gökçek’in kişisel özellikleri arasında tam bir zıtlık, 180 derecelik bir fark var. Gökçek’teki zorbalık, despotizm ve demokratik teamüllerden ve terbiyeden uzaklık, ortalama bir AKP’li politikacıdan çok daha fazla. AKP, bu ısrarı ile eski rejimin eski kalesinden özel bir intikam alıyor gibi. Gökçek sanki Ankaralılara bir ceza olarak veriliyor.
Gökçek kentin logosu olan Hitit Güneşini değiştirerek işe başlamıştı. Kendisinin kentin simgeleri üzerinde etkisi ne oldu?
Kentin simgeleri de, kentin kimliği gibi, bir değişime doğru zorlandı. Daha doğrusu, yeni kimliğin dayatılması gibi, yeni simgeler de Ankaralılara dayatılarak ve despotik bir eda ile bildirildi. Ancak, Hitit Güneşi yerine önerilen nedir? Ankara ile hiç ilgisi olmayan bir “minareler şehri” olma iddiası… Herkes bilir ki, Ankara’da minareler hiçbir zaman önemli olmamıştır. Ankara’da, daha çok mahalle mescitleri ve bu mescitlerin ahşaptan yapılmış ve son derece insani ölçekteki küçücük minareleri vardır. Zaten İstanbul ve daha önceki başkentlerin dışında, hiçbir Osmanlı kenti minareleriyle anılmazlar.
Gerçi denilebilir ki, Hitit güneş kursu amblemi, Ankara için ne kadar yabancı ve yapaysa, daha sonraki amblem de o kadar yapaydır. Bu doğru olabilir. Ancak ikisinin arasındaki fark, Cumhuriyet ideolojisinin Anadolu’dan bir yurt yaratma arayışıyla, Türk İslam sentezinin fütuhatçı mantığı arasındaki fark gibidir. Üstelik yeni amblem, İslami olduğu kadar moderndir de… Bu modernlik de, küreselleşen dünyanın her yerinde olabilecek bir AVM’nin, gösterişçi ve prestij için yapılmış kulesiyle elde edilmektedir. Modernleşen ama İslam kimliğini kaybetmediğini/ etmeyeceğini iddia eden yeni sınıflar için, bundan daha iyi (yapay) bir simge olabilir mi?
Gerçi, başta AKP’liler olmak üzere, herkes bu minareli amblemin, erk oyunun bir parçası olduğunu bilmektedir: Yeni Ankara ne moderndir, ne de İslamcı. Ama kentin yeni simgesi, böyle düzenlenmiştir ve kente dayatılmaktadır. Galiba burada önemli olan, simgenin kent tarafından kabul edilmesi değil de, kente kabul ettirilmesidir. Bütün mücadele bu baş eğdirme inatlaşması üzerine oturtulmaktadır.
Gökçek, kentle ilişkisini bu despotluk üzerinden kurmaya başladığı için, daha sonra gelen ve belki başka biri tarafından önerilmiş olsa, pek de tepki görmeyecek olan Ankara kedisi de, kabul görmemiştir. Kent simgesinde önemli olan, kentliler (sadece oyunu aldıklarınız değil, bütün kentliler) tarafından ortak bir kabul görebilmesidir. Eğer kent simgesi bile bir tahakküm aracına dönüştürülürse ve ortak bir simgeye ulaşma arayışında samimiyet bir kez kaybedilirse, ortada politik bir çekişmeden başka bir şey kalmayacağı için, kent simgesi de, Ankara’da olduğu gibi, bu demokrasi yokluğunun, yerel demokrasinin oluşturulmasına olan bu uzaklığın ve soğukluğun bir başka kurbanı, herkes için kaybedilmiş bir alan haline gelecektir.
“Köprülü kavşaklar, güç, iktidar ve bastırma simgeleridir”
Gökçek, trafik sorununu çözeceğim iddiasıyla uzmanların itirazlarına rağmen kent merkezinde pek çok tünel yaparak ulaşımı yer altına kaydırdı. Bunun kente yansıması ne oldu?
Aslında ulaşım konusunda da, aynı zıtlaşma ve despotik anlayış geçerli oldu. Gökçek’in temel seçimi, hemzemin kavşakları, katlı kavşaklara dönüştürmekti. Bunun hiçbir çözüm getirmeyeceği o kadar açıktı ki, bu nedenle bütün uzmanlar, meslek kuruluşları, üniversiteler karşı çıktılar. Gökçek bunu kendi otoritesine karşı bir meydan okuma olarak aldı ve konuyu, kendi isteğini nasıl kabul ettireceğini herkese göstermek için bir fırsat olarak kullandı. Bunu bir meydan savaşına dönüştürdü.
Ankara’daki ilk kavşak savaşı, Akay kavşağında verildi. Bu kavşakta çok ciddi bir direnişle karşılaştı ve bu direnişi, (yasa dışı yollarla da olsa) yendi. Bu büyük zafer, Gökçek’e bundan sonra yapacakları için bir model oluşturdu: Her kavşağa bir köprü ve tünel, her karşı duruşa da zorbalıkla baş eğdirme, teknik ve politik olarak mümkün gözüküyordu. Bu başarılı modelini hızla yaygınlaştırdı. Model aynı zamanda, inşaat sektörüyle iyi bir ilişki imkanı veriyor, hem de kentin her noktasına gösterişçi bir damga basıyordu. İcraatçı başkanın ne yaptığını herkes görüyordu böylece. Aynı zamanda, karşı çıkışları nasıl hiçe sayıp ezdiğini ve etkisizleştirdiğinin propagandasını da yapabiliyordu.
Aslında, köprülü kavşaklara karşı çıkanların söylediği çok basitti: Kent içi ulaşımı, özel otomobillerin trafiğini rahatlatıcı bir stratejiye dayandırmak yerine, önceliği kamu taşımacılığına ve raylı sistemlere tanıyan bir stratejinin mümkün, etkin ve daha ucuz olacağıydı. Otomobillerin kavşaklardan geçişini kolaylaştırarak, kent içi ulaşım çözümü olamayacağı o kadar açıktı ki, çözümsüzlük hemen ortaya çıktı. Ancak Gökçek bunun bir çözümsüzlük olarak değil de, daha fazla kavşak ihtiyacı olduğu biçiminde yorumlamayı tercih etti.
AKP, başta İstanbul olmak üzere, diğer kentlerde raylı sistemleri tercih ediyor. Hatta İstanbul Belediyesi’nin, Ankara direnişçilerinden çok daha güçlü bir biçimde raylı sistem propagandası yaptığı açıkça ortadayken, Ankara’nın bu ilkel, çözüm olamayacağı çoktan kanıtlanmış anlayışı, bu kadar ısrarla savunmasını açıklayabilmek çok güç olmakla birlikte, belki şu noktalar saptanabilir:
* Köprülü kavşaklar, despotizmin ve dayatmacılığın simgelerinden biridir ve kentin her noktasından görülebilen güç, iktidar ve bastırma simgeleridir,
* Otomobillerin ulaşımına öncelik vererek belediye, yeni zenginleşmekte ve otomobilleşmekte olan yeni kentli sınıflarla iyi bağlar kurduğunu/ doğru mesajlar verdiğini düşünmektedir,
* Kent içinde önceliği (yayaları üst geçitlerin merdivenlerine zorlayıp) lastik tekerlekli araçlar trafiğinin hızlandırılmasına vererek, kent halkını hiçe saydığını, onlara göstermekte ve güç/ güçlü olan karşısında kent halkını diz çöktürerek, otoriteye/ güçlü olana itaati, gündelik kent yaşamının olağan bir parçası haline getirmektedir.
Gökçek için önemli olanın, sanki kentlilerde şu düşüncenin yerleşmesi olduğunu düşünebiliriz: “Size rağmen burada bulunuyorum ve her zaman bulunacağım. Haklı olmasam da, rasyonel olmasam da, kurallara uymasam da, benim istediklerimin geçerli olacağını, size göstereceğim ve kabul ettireceğim.
Bu duruş, kent içi ulaşımda ve kavşaklarda bu uygulamalarla gösteriliyor.
“Ankaralılar şaşkın ve aciz”
Kentin özellikle Eskişehir Yolu’na doğru olağanüstü bir hızla büyüdüğünü söylemek mümkün. Şehircilik açısından bu büyümeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kentin batıya doğru büyümesi, Gökçek’ten çok önce alınmış ve uygulamaya başlanmış bir karar. Aslında doğru bir karar olduğu da görülüyor. Çünkü buradaki araziler yerleşime ve genişlemeye ve gelecekte olması düşünülebilecek kent formunun yaratılabilmesine daha uygun. Böylece, daha lineer bir gelişme ekseni elde ederek ve daha ucuz maliyetli kent hizmetleri ve ulaşım-taşma sistemi sağlayabileceği gibi, kentin, bütün çevresini istila ederek oradaki doğal yapıyı bozmasındansa, bu bozulma ve olumsuz etkiyi sadece bir yöne toplayarak, diğer yönleri koruması da mümkün olabilecektir.
Ancak batıdaki asıl gelişme koridoru, Eskişehir yolu üzerinde Çayyolu tarafında değil de, kuzeyde, İstanbul yolu üzerinde ve sanayi ile daha fazla ilişkilendirilmiş, Etimesgut-Sincan hattı olarak öngörülmüştü. Şehircilik bakımından, batı gelişmesi başlamadan önce yapılmış olan öngörü, bu çerçevedeydi. Oysa bu senaryo, Gökçek’ten çok daha önceleri, sanırım üst sınıfların ve onların politikacılarının hırsı yüzünden (yoksul semtlerinden ne kadar kar edilebilir?), çabucak terk edildi, Eskişehir aksının bu kadar yüklenmesi ve problemli hale gelmesi kaçınılmazlaştı.
Sorun belediyelerin, kentin ihtiyaçlarını anlamaya ve burada yaşayan insanların bu doğrultudaki taleplerine göre öncelikleri belirleyerek, kentin bütününü dikkate alan plan kararları, stratejiler ve politikalar geliştirebilmesiyle ilgili. Bu da ancak, kent içinde daha geniş ve etkili işleyebilen bir demokratikleşme ağı kurularak sağlanabilir. Sorunların çözümü doğrultusunda orada yaşayan insanlarla birlikte düşünmek, çalışmak ve çözümlerin ne kadar etkili olduğunu gözlemleyebilmek kapasitelerini artırıma arayışında/ çabasında olan bir belediye yapabilir bunu ancak. Bu, yerel demokrasiyi geliştirmek demek. Bunun yapılmasının kolay olmadığı ve yapma yol ve yöntemlerinin henüz geliştirilmemiş olduğu, bilinen bir durum. Kentliler, bunu talep edebililer. Bu talepler gerçekleştirilir veya kısmen gerçekleşir vb…
Ancak Ankara’daki durum, bunun tam tersi. Ankara’daki son 20 yıl, kent halkına yapılan baskı ve dayatmalara ve kent halkı ile (en azından yarısı/ yarısından biraz fazlası ile) güçlü, kıran-kırana bir didişme ile geçti. Artık Ankara’da önemli olan, sadece bu despotizmden kurtulmak.
Ankara şu anda, gazetelerde okuduğumuz, 20 yıl evin mahzenine kapatılmış ve gün yüzü görmemiş bir tutsağın çaresizliği, zavallılığı ve solukluğu içinde. Hapsedildiği mahzenden kurtulsa bile, ilk anda ne yapacağını bilemeyecek, doğru-düzgün karar veremeyecek kadar güçsüzleştirilmiş ve itaate inandırılmış bir durumda. Bu nedenle Gökçek’i bir kez daha seçebilir. Ankaralılar şaşkın ve aciz…
Daha iyi bir kent isteyen Ankaralılar da var elbette; daha yaşanılabilir, daha az ayrımcılık yapılan, daha ucuz ve etkin çalışabilen bir kent, daha az rant savaşı verilen ve kaynakları spekülatörlere doğru yönlendirilmeyen bir kent… Daha fazla demokrasi ve daha katılımcı bir politik yapı. Daha fazla kendi ayakları üzerinde durabilen, daha onurlu bir duruşu olan kent toplumu…
Bütün bunların yapılmasını, Gökçek’e rağmen sağlayabilecek bir Ankara var mı acaba? (EKN)