Bin dokuz yüz doksanlar başında ilk özel televizyon kanalı Star'ın yayınlarının Türkiye semalarından ekranlara ulaşması bir karşı çıkış değil, Özal'ın, küreselleşme çağında iletişimi yeniden örgütleme girişiminin ilk adımıydı.
Bu ilk adım Star'la sınırlı kalamazdı, kalmadı da... Başta büyük yazılı basının sahipleri olmak üzere, Anadolu'nun küçük sermayedarları ve nihayet doğru haber alma hakkına bir açılım sunmayı amaçlayan yerel ''hevesliler'', frekanslarını önce ''kaptılar'', sonra da RTÜK'e kaydettirerek yayın kuruluşları haline geldiler.
Ama bu sahici bir çok sesliliğin de işaretiydi...O halde çaresine bakılmalıydı! Sonunda çare bulundu. Frekanslar RTÜK eliyle parası olana satılacaktı.
Ne var ki, ''frekanslar'' mülk edinilebilir bir ''şey'', bir ''meta'', bir ''cisim'' ya da bir ''yüzey'' değil. Ses ve görüntülerin havada yaratılan titreşimler aracılığıyla vericilerden alıcılara iletilmesini sağlayan hava dalgalarının salınım sıklığına verilen ad.
O yüzden havanın sizin, bizim, hepimizin, yani kamunun malı olması gibi, frekanslar da hepimizin, ne RTÜK, ne başkaları tarafından devletin, ya da özel kişilerin mülkiyetine aktarılabilir, alınıp satılabilir.
Frekansların ''kamunun malı'' olduğu uygar dünyadaki egemen anlayış. Artık, kablolu ve şifreli televizyonların bile bir ''kamu mülkü'' olan hava aracılığıyla ''aboneler''ine ses ve görüntü ulaştırmaları kamusal olanakların istismarı olarak görülüyor ve varlıkları tartışılıyor.
Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde daha 1934 yılında kabul edilen İletişim Yasası (Communications Act) radyo ve televizyon yayınlarının iletilmesini sağlayan frekansların toplumda yaşayan herkese ait olduğunun altını çiziyor.
''Frekans tahsisi'' konusundaki örneklere baktığımızda da, sözgelimi Finlandiya'da , ''frekans kaosu''nu önlemekten başka bir işlevi olmayan bir ''frekans kurumu'' ile sadece ''temel hak ve özgürlüklere saldırı'' durumunda kişi haklarını koruyan ''medya konseyi'' gibi ikili bir yapıyı görüyoruz.
Türkiye'de de ticari değil, düzenleyici olması gereken tahsislerin RTÜK gibi tartışmalı, yanlı ve kısıtlayıcı bir kuruluşa bırakılması kabul edilemez Keyfiliği ve rasgeliliği önlemenin çok basit ve güvenilir bir yolu olarak, örneğin Elektrik Mühendisleri Odası ve Üniversitelerin ilgili bölümlerinin temsilcileri böyle bir özerk yapıyı oluşturabilir.
Rtük Zenginleşirken Yerel Medya Yok oluyor
RTÜK'ün evrensel ilkelere aykırı ''frekans ihalesi'' sonucunda düne kadar yayında bulunan ve şimdi ihaleyi kaybeden kanallar artık yayınlarını sürüdüremiyorlar.
Ama iki günlük yerel TV ihalesinde 26 kanaldan 1, 6 trilyon lira alan .RTÜK, her radyo ve televizyondan ilk başvuruda ''lisans avansı'', her ay reklam gelirlerinden de yüzde 10 pay alıyor. En son çıkan ''8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim kaynak yasası'' uyarınca da radyo ve TV'ler reklam gelirlerinin yüzde 5'iyle ''eğitime katkı'' vermek zorunda.
Yasaya göre yerel radyolar birer AŞ olarak kuruluyor ve AŞ olarak kurulumuş bir marketten farkları yok ama marketten değil yerel radyo ya da televizyondan eğitime katkı isteniyor. Eğitim hizmetleri devletin temel görevi değil mi?
RTÜK bu kadar parayı ne yapacak? Bir tarihte Fatih Altaylı Hürriyet gazetesindeki köşesinde RTÜK'ün neden kalp hastanelerinde bile bulunmayan ''hassas kalp cihazları'' satın aldığını soruyordu.
Yazılı basın tartışmalı devlet teşviklerinden yararlanırken ses ve görüntü devreye girince ''cezalandırma''ya varan bu uygulamanın mantığı ne? Ayrıca, tartışmaya muhtaç ''ihaleler'' ulusal, bölgesel ve yerel sıralamasıyla yapılacakken. neden tersten başlandı?
Rtük'ün Tartışmalı Varlığı
RTÜK yasası Türkiye'nin radyo ve televizyon alanında imza koyduğu anayasal değerdeki uluslararası anlaşmalara halen uyarlanmış değil. Yani RTÜK' uygulamalarının anayasallığı tartışmalı.
RTÜK basın yayın alanında varolan kısıtlamaları da fersah fersah açan yaptırımlarıyla kendisini iletişim özgürlüğü anlamında yargı yerine koyuyor: Ekran karartıyor, radyo kapatıyor.
Dahası, yargının soruşturmaya gerek görmediği durumlarda bile kapatma kararı verebiliyor. Kurumun ülke düzeyinde temsilciliğini fiilen üstlenmiş görünen emniyet müdürlükleri, radyo ve TV'lerin kayıtlarına el koyuyor, canlı yayınlara telefonla müdahale ediyor.
1960'larda ''özerklik'' iddiasıyla kurulan, üniversite ve sanat kuruluşları temsilcilerinden oluşan yönetimiyle TRT'den bugünün kendini ''özerk ve tarafsız'' olarak tanımlayan RTÜK'üne gelindiğinde 5'ini iktidar, 4'ünü muhalefet partilerinin belirlediği 9 kişilik yönetimiyle siyasilerin insafına bırakılmış bir yapıyla karşılaşılıyor.
Paranın Ve Keyfiliğin Egemenliği
Radyo ve TV'lerin tepesinde yalnızca RTÜK'ün değil müzik yapımcılarının da kılıcı sallanıyor. MÜYAP Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası telif hakları düzenlemelerini yok sayarak bir meslek birliği olmadığı halde, belirsiz ölçülerle telif hakkı almaya kalkışıyor, keza MESAM, meslek birliği olmakla birlikte, ''yasa''da gösterilen oranları aşan telifler talep ediyor, pazarlıklar yapıyor..
Bunlar görmezden geliniyor, çünkü ulusal TV'ler ekonomik dayatmalardan ticari ''düzenlemelerle'' kurtulmanın yolunu bulurken yerel medya parasızlıktan ''kapanma'' ya da büyük medyaya ''satılma'' kıskacında kalıyor.
İletişim yurttaşlara tanınan bir ''özgürlük'' değil, tıpkı ''yaşama hakkı'' gibi, yurttaşların sahip oldukları temel bir hak. O yüzden RTÜK yönetimi bu hakkı kullanan, yayınları dinleyen/izleyen kitlenin, yayınları üretenlerin temsilcileri ve TMMOB, TTB, Barolar Birliği gibi meslek birliklerinden, uzmanlardan oluşmalı. BBC örneğindeki, yayınlar üzerinde söz sahibi olan ''merkezi ve bölgesel dinleyici kurulları'' hatırlanmalı ve benzeri kurullar oluşturmak için hızla harekete geçilmeli.
Ayrıca yerel medyanın ticari ve kamu yararına kurumlar olarak ayrıştırılması, ikincilerin teşviklerden, vergi indirimlerinden, su, elektrik, telefon gibi hizmetlerden düşük tarifeyle yararlanmalarının sağlanması, oluşturulacak özerk yapılar eliyle kamu fonlarından sübvanse edilmeleri, halkın haber alma hakkının gerçekleştirilmesi bakımından çok önemli.
Ve nihayet, yayınları var eden çalışanların ''gazeteci'' likleri tescil, edilmeli, tescil işlemi basın meslek kuruluşlarına devredilmelidir. Sigortasız çalıştıma bütün basın için olduğu gibi radyo ve televizyonlar için de engellenmelidir.
Bir ülkedeki iletişim ortamı o ülkedeki sistemin yansıması, bir başka deyişle iletişimin örgütlenişi siyasi bir karardır, dolayısıyla halen yürürlükteki yasa da, getirilmesi düşünülen düzenlemeler de siyasi olacaktır.
Ne var ki, iletişim bir hak olduğuna göre, bu hakkın kısıtsız kullanımı için mücadele de okura, dinleyiciye, izleyiciye ve tüketilen gazete, radyo ve televizyon ürünlerini yaratanlara düşüyor. (NM)