Bu yazının amacı, Türkiye'de yaşayan Kıbrıslı bir kadın öğrenci olmanın ne anlama geldiğini anlatabilmek, bu ülkedeki deneyimlerimin ve hikayemin bendeki suretini sizlerle paylaşabilmek.
İtiraf etmeliyim, insanın kendi hikayesini yazmasının bu kadar zor olabileceğini daha önce düşünmemiştim. Günlerdir masanın başına her oturuşumda bu yazıya uygun bir giriş bulmaya çalışıyor, her seferinde yüreğime çöreklenen koca bir sancıyla tek bir kelime yazamadan masadan kalkıyorum.
Kıbrıslı olmak, kadın olmak, Türkiye'de yaşıyor olmak... Bu oluş halleri, ben ve benim gibiler için oldum olası o kadar ağrılı yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor ki, yazıyı kendi tekil hikayemden çok, bu hikayeyi şekillendiren koşulların üzerinden yazmak ve Türkiye'de okuyan Kıbrıslı bir kadın olmayı mümkün kılan genel çerçevenin içinden fikirlerimi paylaşmak en doğrusu olacak.
Bu yüzden de öncelikle 1974 sonrasında adada tesis edilen Türk milliyetçiliğinin ve onun ekseninde örülen eril siyasetin, biz Kıbrıslı Türk kadınların bedenlerine, hafızalarına ve ruhlarına nasıl sürekli bir şiddet olarak sızdırıldığını anlatan bir örnekle giriş yapıp, Türkiye ile Kıbrıs arasında otuz senedir devam eden sömürgeci ile sömürgeleştirilen ilişkinin motifleri olarak, Kıbrıs'ın Türk milli söyleminde çocuklaştırılmasını ve kadınlaştırılmasını ortaya koymaya çalışacağım.
Derdim, bu ilişkinin Kıbrıs'ın kuzeyindeki öznellikleri nasıl kurduğunu anlatabilmek. Bu bağlamda, son dönemde adada kendisini gerçekleştirme imkanı bulan yeni iktidarın aslında, Kıbrıslı Türk kadınlar üzerindeki tahakkümün farklı değil, yeni bir ismi olduğunu da açıklamaya çalışacağım. Benim kendi, naçizane hikayeme gelince, tüm söyleyeceklerimin bir eksiği, tüm söyleyemediklerimin bir fazlasıyım. Ne de olsa, Kıbrıslı öğrenci bir kadınım.
Günaydın çocuklar! Bugün size Rumların Türkleri nasıl öldürdüğünü anlatacağım
İlkokula başlayalı daha birkaç hafta olmuştu ki, öğretmenimiz bir gün sınıfa elinde bir yığın posterle gelip o günkü dersimizin Rumların Türkleri nasıl öldürdüğünü öğrenmek olduğunu söyledi.
Bütün sınıfı, üzerinde beyni dışarı fırlamış insanların, banyoda öldürülmüş çocukların, toplu mezarlardan çıkartılmış kadın ve erkek cesetlerinin, üzerine açılan ateşten kaçmaya çalışırken yığılıp ölen öğrencilerin resimlerinin bulunduğu posterlerle donattıktan sonra, daha okumayı yeni öğrenen bizlere şu cümleyi yazdırdı: Türk-ün Türk-ten baş-ka dos-tu yok-tur. A-na va-ta-na şük-ran!
Büyüdükçe bize verilen "milli eğitim"in şiddeti daha da arttı. Şehitliklerde ve toplu mezarlarda yaptığımız pikniklerden, Barbarlık müzelerinde duvara sıçramış beyin parçalarını ve kan damlalarını incelemeye götürüldüğümüz gezilere kadar bizlere öğretilmeye çalışılan tek bir şey vardı; o da, "eli kanlı Rumlarla" asla birlikte yaşayamayacağımız ve bir gün elbet "Anavatan Türkiye" ile kavuşacağımızdı.
Zaten o şişman, kel amca -o Kıbrıs'taki Türklerin babasıymış, öyle derdi anneannem- her fırsat bulduğunda televizyona çıkıp bizlere Rumların ne kadar kötü olduğunu anlatmıyor muydu? Zamanında İngiliz polisi olarak çalışmış dedem hep demez miydi, bu Rumlara hiç güvenilmezdi, gece yarısı gelip hepimizi bazlayabilirlerdi (boğazlayabilirlerdi).
Allah'tan o şişman, kel amcanın arkasında Anavatan vardı, yoksa "bu bayrak iner, bu ezan susardı".
Şimdi çocukluk yıllarımı düşündüğüm zaman, geceleri neden ağlayarak uyandığımı, rüyamda gördüğüm vahşi yaratıkları Rum zannettiğimi, neden Cumhuriyet Bayramında elimize tutuşturulan Türk bayrağına sarılıp Rumlar gelmesin diye dua ettiğimi elbette ki, daha iyi anlıyorum. Yıllar boyunca bize, yani 1974 sonrası doğan Kıbrıslılara aktarılan, hiç yaşamadığımız bir savaşın travmasıydı.
Artık rüyalarımdan ağlayarak uyanmıyorum, bunun için yeterince büyüdüm. Lakin, bir de düşte gözlerim sürçmese!
Yavru Kıbrıs, kadın Kıbrıs
20 Temmuz 1974'te, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin garantörlerinden biri olan Türkiye, adadaki etnik çatışmayı durdurmak ve Kıbrıs'a barış getirmek gerekçesiyle müdahalede bulundu. Uluslar arası hukukun Türkiye Cumhuriyeti'ne tanıdığı yetki, adadaki statükoyu düzenlemek ve geri çekilmek noktasına kadardı. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs'a geldi ve kaldı. Dolayısıyla, bugün uluslar arası hukuk açısından "işgal" diye tanımlanan bir pozisyonda.
Bu yüzdendir ki, Türkiye, kendi siyasetini meşrulaştırmak için tam otuz yıldır çeşitli söylemler üzerinden Kıbrıs'taki varlığını yeniden üretiyor. Bu söylemlerden bir tanesi Kıbrıslı Türkler ile Anadolu Türkleri arasındaki kan bağını vurgulayan "Soyağacı (jinekolojik) Söylemi" iken, bir tanesi de Kıbrıs adasını çocuklaştıran "Yavruvatan Söylemi"dir.
Beni yazı kapsamında ilgilendiren nokta, uluslar arası hukukun "işgalci Türkiye Cumhuriyeti" değil, "Ruhlarımızı işgal eden Türkiye Cumhuriyeti" olduğu için, Türkiye'nin Kıbrıs'la kurduğu ilişkiyi erotize eden ve Kıbrıs'ı kadınlaştıran "Koruma Söylemi"ni de yazmadan geçemeyeceğim.
Koruma güçle ilgilidir. "Koruyan"a, "Korunan" ile ilgili her türlü müdahale imkanını mümkün kıldığı için koruyanın koruma adına yaptığı her türlü şiddeti muşru kılan bir söylemdir.
Bunun yanında koruma söylemi, Kıbrıs'ta olduğu gibi, koruyana korunan adına ve onun hakkında konuşma imkanı verdiğinden, korunan, bir özneden çok, hakkında konuşma imkanı olan bir iktidar nesnesidir.
Ve yine Kıbrıs'ta olduğu gibi, koruyan ile korunan arasındaki ilişki, iktidari bir istişarenin sonucu olabilmektedir. 1974 sonrasında "Anavatan-Yavruvatan" söyleminin vücuda gelmesi, tam da Türkiye'de "Kıbrıs milli davası"nı popülize ederek "ulusal ruh"a bütünlük kazandıran erkek iktidarı ile Kıbrıs'ta Rumlar karşısında azınlık olmaktan kurtulup kendi iktidarını tesis edebilme imkanı bulan erkek iktidarının istişaresi sonucu olmuştur.
Türkiye'deki Karaoğlan iktidarının temsil ettiği ve bugün dahi çok çeşitli siyasi örgütlenmelerde devam eden "Namus Meselesi Kıbrıs" anlayışı, kutsal ittifakını, biz Kıbrıslıların başımızdan bir türlü atmaya muktedir olamadığımız, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) tetikçilerinden oluşan, Keloğlan iktidarını adada tesis ederek yaratmıştır.
Yıllardır, bir karış toprak verilemeyeceğini savunan nice Mümtaz Soysalların, Şükrü Sina Gürellerin, Denktaşların ve benzerlerinin, "milli dava" kisvesi adı altında, vermek istemedikleri topraklar, kendi zimmetlerine geçirdikleri Kıbrıs arsaları, gasp ettikleri Rum mallarıdır.
Savaş zamanında "vatana olan borcu"nu askerlik yaparak "ödemiş" nice Kıbrıslı ve Türk göçmeni erkekler, özellikle de Denktaş yönetiminin azılı savunucuları, mücahitlik yaptıkları yıllar karşılığında Rumların bıraktığı gayrımenkullerin sahibi yapılmış, kadınlar ise sadece ve sadece geçmiş savaşın acısını simgeleyen semboller olarak "Şehitleri Anma" günlerinde ya da "Kanlı Noel'i Hatırlama" günlerinde posterlerdeki "kurbanlar" olarak imlenmişlerdir.
Anneler, kız kardeşler, eşler ya da sadece kadınlar olarak Kıbrıslı kadınların yaşamış olduğu acının, Kıbrıs'taki Türk milliyetçiliğinin tahayyül ettiği hayatta hiçbir karşılığı yoktur.
Aslında Kıbrıslı kadınların kendilerinden çalınan bir hayatta karşılıklarının olmaması şaşılacak bir şey değildir. Çünkü Kıbrıs'taki en son seçimlere kadar süregelen iktidarın, (Denktaş ve Ulusal Birlik Partisi - UBP yönetimi) Türkiye'deki iktidarla paylaştığı en temel nokta, adanın (çocuklaştırma ve kadınlaştırma üzerinden) Türk erkeğinin Namus Meselesi olmasıdır.
Benim için en acı olan şey ise, koruma söylemi ile birleşince, kimi zaman bu "meselenin" Türkiye'de ezilen ya da dışlananlar tarafından dahi resmi siyaset ekseninde algılanmasıdır.
Bundan birkaç yıl önce, tesadüfen tanıştığım bir travesti arkadaşın Kıbrıslı olduğumu öğrendiği zaman bana söyledikleri hala dün gibi aklımda: "Canım benim, Yavruvatandansın demek! Nasıl kesti sizi Rumlar! Biz gelmeseydik haliniz ne olurdu di mi? Ahh ahh... Çok zor zamanlardı bizim için".
Bu satırları okuma sabrını göstermeye devam edenler, eminim ki, Kıbrıs'ın sorgulanmasının Türkiye'de oldukça geç başladığını, hatta bugün dahi çoğu insanın problemi, Kıbrıslıların, kendi öznel pozisyonlarından çok Türkiye koşulları üzerinden okumaya devam ettiklerini devam edeceklerdir.
Burada Kıbrıslıların mücadelesini sadece Avrupa Birliği'ne (AB) girmek içinmiş gibi gören ve aslında yıllardır gece gündüz adaya insan haklarını, demokrasiyi, barışı... kısacası, insanca yaşama koşullarını getirmek için çırpındığımızı göz ardı eden arkadaşlardan bahsediyorum. Aslında AB sürecinin Kıbrıs'taki ateşkes durumuna bir son verme mücadelesini çabuklaştırdığı bir gerçek ve lakin, Kıbrıs'taki insanların adayı bütünleştirmek için verdiği mücadele AB gündeminden önce de vardı.
Nice muhalif gazetecinin öldürülmesi, mevcut statükoya karşı olan bir yığın Kıbrıslının adadan göç ettirilmesi ya da benim ailem gibi insanların göç etmeyi reddettikleri ve barış mücadelesi verdikleri için "vatan haini" damgasıyla toplumdan dışlanması bu mücadelenin sadece birkaç örneğidir.
Geç olsun da güç olmasın derler... Geç de olsa artık taleplerimizi ortaklaştırabileceğimiz bir zemin var. En azından üniversitenin ilk yıllarında olduğu gibi Kıbrıslı olduğumu duyanlar "Ayy ne şirin konuşuyorsun, bir cümle daha kursana" demek yerine, Kıbrıs'ta neler olup bittiğini merak edip beni ve arkadaşlarımı dinleyebiliyorlar.
Savaşın oğlanlarından AB'nin erkeklerine
Birçok Kıbrıslı gibi, ben de Türkiye'de yeni tanış olduğum insanlardan şu cümleleri defalarca duydum: "Siz Kıbrıslılar biz Türkleri sevmiyormuşsunuz!" Hatta, aralarında hasbelkader Kıbrıs'ta bulunmuş olanlar varsa, şikayetlerini bir sonraki aşamaya taşıyıp, Kıbrıslıların Türkiye'den gelen Türklere "Karasakal" dediğinden dert yanar.
Bu dert yanma süreci, dert yananın heyecanı, kırgınlığı ve telaşıyla o kadar bezenmiştir ki, ne sizi dinleyecek hali kalır ne de sizin ona laf anlatacak mecaliniz. Evet, Kıbrıslılar Türkiye'den gelenlere "Karasakal" diyor, bunun tarihsel bir nedeni var.
1960'larda Türk Mukavemet Teşkilatı adlı yeraltı örgütüne komutanlık etmesi için Türkiye'den bir çok asker getirilmişti. Halk o dönemde bu askerleri siyah sakallarından ayırt ediyordu. 1974 sonrasında ise Türkiye Cumhuriyeti'nin adaya uyguladığı istimlak politikası sonucu adadaki Türk nüfusu artmaya başlayınca, Karasakal, Kıbrıslıların Türkiye'den gelenleri kendilerinden ayırmak için kullandığı bir terim haline geldi.
Fakat bu terimin sadece masum bir ayırt ediş için olduğunu iddia edemeyeceğim. Tam aksine, Türkiye'nin Kıbrıslıların siyasi hayatından tutun da gündelik hayatının birçok alanına dek uzanan müdahalesi, zamanla Kıbrıslıların "Karasakal" kelimesini neredeyse bir küfür olarak kullanmasına sebep oldu.
Bugün Lefkoşa sokaklarında dolaşırken herhangi bir Kıbrıslıyı çevirip "Türkiye'ye neden bu kadar tepkilisin?" diye soracak olursanız, alacağınız cevap Türkiye ile Kıbrıs arasındaki gerilimin bir iktidar gerilimi olduğunu açıkça ortaya koyar.
Yaptığım sözlü tarih mülakatlarında karşıma çıkan, benim için çok çarpıcı olan bir kaç örnekle bu konuyu açmak istiyorum. Mülakat yaptığım bir çok Kıbrıslı erkek Türkiye'nin adanın içişlerine olan müdahalesini eleştirirken, artık kendi "evlerinin sahibi olmak" istediklerini ve "adam yerine konulup" kendi ülkeleri hakkında söz sahibi olmak istediklerini ifade ettiler.
Yaş grubu itibarıyla 1974 döneminde çocuk ya da genç delikanlı olan bugünün Kıbrıslı erkekleri hak ettikleri hayatın AB'de olan, "medeni" bir hayat olduğunu söylüyorlardı. Kullandıkları dilin cinsiyetçi olduğunu anlatmak için "evinin sahibi olmak" ya da "adam yerine konmak" örneklerini artırmaya gerek yok sanırım.
Burada daha önemli olan nokta, tüm bu erkeklerin Denktaş iktidarına karşı olmaları ve AB üyesi olacak bir Kıbrıs'ta kadınların daha çok siyasi katılımının olması gerektiğini söylemeleriydi. Gerçekten de 14 Aralık seçimleri öncesinde, anti-statüko cephesi olarak adlandırabileceğimiz muhalif partiler kendi listelerinde mümkün olduğunca çok kadın görünmesi için canhıraş çalıştılar.
"Ne kadar çok kadın aday olursa, o kadar moderniz" anlayışı sonucunda iyi eğitim almış, yabancı dil konuşabilen ve kısa saçlı kadınlar "AB adayı Kıbrıs'ın" milletvekili listelerinde yerlerini aldılar. Fakat sonuç tam bir hüsran oldu; sadece üç kadın, milletvekili olabildi.
Seçimler tamamlandıktan sonra, daha önce mülakat yaptığım Kıbrıslı erkeklerden biri ile tekrar bir araya geldim. Kadınların milletvekili olamamasından dert yanıyordu, Kıbrıs'ın yeni yüzünün kadınlara ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Bunun üzerine ona neden eşini milletvekili adayı olması için teşvik etmediğini sordum, aldığım cevabı aynen buraya yazıyorum : "Ama dalga geçen beniminan? Çocuklara kim bakacak sonra ha?"
Savaşın oğlanları; AB'nin yetişkin erkekleri olarak "medeni dünya"da yerlerini almak isterken kadınları bir özneden çok, kalkınmışlığın ve onların deyimiyle modernliğin göstergesi olarak sembolleştiriyorlardı. Kaynağını Türk Milliyetçiliğine karşı çıkmaktan alan ve dolayısıyla onun sembolü Denktaş'ı alaşağı etmek için mücadele ören yeni anlayışın da kadınlara yaklaşımı cinsiyetçi idi.
Bunun yanında, özellikle AB üyeliğinin politik gündeme damgasını vurmasıyla birlikte, siyasette daha çok prim yapmaya başlayan anti-statüko partileri, Kıbrıs Sorununun çözümünün aciliyeti gerekçesi ile politik gündemi belirlemeye ve sivil toplum örgütlerini de yönlendirmeye başladılar. Gramsci'nin terimleriyle, örülen mücadelenin Pozisyon Almak (War of Position) olduğunu söyleyebiliriz.
Bu süreçte kadınlara kalan (ya da bırakılan demek daha doğru olur sanırım) tek meşru siyaset kanalı mevcut erkek iktidarı tarafından en tehlikesiz görülen "Annelik Politikası" oldu. Kabul etmek gerekir ki, yakın geçmişinde savaşın kayıpları ve göç olan Kıbrıs'ta, annelik siyaseti yapmak Kıbrıslı kadınlar açısından oldukça anlamlı. Fakat "Annelik Siyaseti"nin bundan başka anlamları da var.
Bu yazının sınırlarını aşmakla beraber, çok kısa olarak söylemek isterim ki, bence adadaki Türk egemenliğine karşı çıkan yeni anlayışın geliştirdiği kimlik siyaseti, yeni bir cemaat hayal etmeye doğru gidiyor. Bu yeni hayal edilen cemaatin ideolojisi olarak "Kıbrıslı Türk Milliyetçiliği", kadınları, diğer bir çok milliyetçiliklerde olduğu gibi, "ulusun anneleri" olarak görüyor. Bu yolla, aslında yıllardır süregelen "Anavatan-Yavruvatan" ilişkisi, "Analığı" Kıbrıslı kadınların giyinmesiyle yapı bozuma uğratılıyor ve "Kıbrıslı Türk Anne Kadın"ın bedeni Türk tahakkümüne karşı çıkmanın ideolojik bir nesnesi oluyor.
Kısacası, Kıbrıs'ta acının sessizleştirilmesi hala sürüyor, kadınlar hala konuşamıyor. Dile gelemeyişin yaşlı gözleri olarak bakakalıyor annem..... annem susuyor..... Annem sustukça çocuğu bağırıyor.... Ben sustukça çocukluğum. (BB)