Helsinki Yurttaşlar Derneği, Amerikan İşkence Mağdurları Tedavi Merkezi ve TODAİE'nin ortaklaşa düzenlediği bir sempozyumdu.
Düzenleyenlerin aklına böyle bir sempozyumu yapma düşüncesi 9 yıl önce gelmiş. Son 2-3 yılda da "kuvve'den fiil"e çıkmış.
Bu süreçte pek çok destekçisi olmuş sempozyumun. Özellikle de maddi yönden. Sonunda ayni destekler ve katılımcıların kendi ceplerinden ödedikleri paralar dışında sempozyumun maliyeti 1,4 Milyon dolara ulaşmış. Maddi yönden destek verenlerin başında ABD, İngiliz, Türkiye hükümetleri geliyor. AB'nin de bir bölümü nakdi olmak üzere maddi destekleri olmuş. Ayrıca çok sayıda NGO'nun da maddi ya da katılım yönünden destekleri olduğunu sempozyum boyunca öğrendik.
100 ülkeden 600'e yakın katılımcı olduğu söylendi. Katılımcılar arasında, insan hakları aktivistleri ve gönüllüleri dışında, katılan ülkelerin resmi devlet temsilcileri, hukukçuları, polisleri, kamu görevlileri, akademisyenleri de vardı.
Katılımcılar dört gün boyunca "başka bir bağlamda" insan haklarını konuştular.
Açılışında ABD'nin büyükelçisi ve AB'nin Türkiye Temsilcisiyle birlikte TC Hükümetinin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de vardı. Kapanışında ise bu kez başbakan Recep Tayyip Erdoğan temsil ediyordu TC Hükümetini.
Kanımca AB'den girmek için gün alma "sevdası"ydı onları oraya getiren ve konuşturan.
Ne kadar çok "insan hakları"ndan yana olduklarını söyledi her biri. Yine her biri nedense bu iş için Türkiye'nin ne kadar uygun bir seçim olduğunu söylemeden edemedi. Başbakan daha da ileri gitti ve "bu ülkede herhangi bir insan hakları ihlâliyle karşılaşan, bu konuda birşey yapmak isteyen birisi olursa doğrudan benim kapımı çalsın, kapım sizlere sonuna kadar açıktır" dedi.
* * *
Sempozyumdan yararlandım. Ama dört gün boyunca kafama bir çok da soru takıldı:
Neden bu kadar "devlet hükümet temsilcisi" destekledi bu sempozyumu?
Neden konunun nedeni hatta stratejisi değil de "taktik"i konuşuldu yalnız?
Neden hepimizin tanıdığı, ülkemizin önde gelen insan hakları savunucuları, aktivistleri bu sempozyumda yoktu? Onların öğreteceği ya da öğreneceği hiç bir şey yok muydu? Hiç değilse başka ülkelerin insan hakları savunucularıyla alış verişte bulunacakları görüş ve düşünceleri de yok muydu? Neden gelmemişlerdi? Yoksa çağrılmamışlar mıydı? Örneğin Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) neden yoktu? Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) yalnız protokol olarak değil gerçek temsilcileriyle neden yoktu?
Değişik ülkelerden gelenler arasındakiler gerçekten ülkelerinin insan hakları aktivistlerinin önde gelenleri miydi? Bir seçim yapılmışsa neye göre yapılmıştı?
Neden katılımcıların katılımları oldukça "daraltılmış" bir alanda kabul edildi?
Neden "öze, esasa" ilişkin sorulara "yanıt" ve katkılara "izin" verilmedi?
Bu soruları arttırabiliriz.
Bir bölümünün yanıtını dördüncü günün akşamı otobüsle İstanbul'a dönerken buldum. Bu değerlendirme yazısında onları sizlerle paylaşacağım.
* * *
Ama önce bir anı:
Bir tarihte bir toplantı için bir ABD kentinde bulunuyordum. Fotoğrafçıya benzeyen ama ne olduğunu keşfedemediğim, bir tiyatro sahnesine benzer bir dükkan gördüm. Önünde durup bu dükkanın ne dükkanı olduğunu anlamaya çalışmıştım. Hem de uzun bir süre.
İnsanlar genellikle aileleriyle içeriye giriyorlar belirli süre sonra ellerinde büyük bir paketle çıkıyorlardı. Dayanamadım, bir grupla birlikte ben de girdim. İçeri girdikten birkaç dakika sonra ne olup bittiğini anladım.
En çok 200 yıllık tarihi geçmişi olan ABD vatandaşlarına, fotoğrafçıda bir "geçmiş" yaratılıyor ve bedeli karşılığında onlara satılıyordu.
Dükkana girenlerin her biri, 150-200 yıl öncesinde geçen bir tiyatro oyununda rol alacaklarmış gibi o dönemin kılığına giriyor, makyaj yapıyor ve bir büyük kameranın önünde aile fotoğrafı çektiriyordu. Sonra çekilen bu aile fotoğrafı, bazı tekniklerle "eski"tiliyor ve yine çok güzel ama eskimiş bir çerçeveye konularak aileye teslim ediliyordu.
Kısacası insanlara olmayan "geçmiş"leri, olmayan "ünvanları", olmayan "soy"ları bedeli karşılığı pazarlanıyordu.
Kitaplardan öğrendiğim, yaşayarak anladığım kapitalizmi bir kere daha o zaman hem de çok daha somut biçimde kavramıştım.
İkinci cildinin ortalarında bıraktığım Marks'ın "Das Kapital"inin kalanını böylelikle yaşayarak öğrenmiştim: Kapitalizm bir bedeli olan ve ödenebilen herşeyi satabilirdi. Bugününüzü, yarınınızı, hatta geçmişinizi de...
Geçen hafta bu sempozyumda kapitalizmin bu kez de "insan hakları" sattığına tanık oldum.
* * *
Bir süreden beri "küreselleşme"nin gereği devlet aygıtının yerine geçmek üzere tasarlanmış "NGO" yani bizdeki deyimiyle "STK-STÖ"lerin adına "üçüncü" denilen sektör yarattığına hep birlikte tanık oluyoruz. Devletin hepimiz adına yapması gereken bazı görevler bu sektör eliyle yapılıyor.
Bununla ilgili kamuoyunda başlatılan tartışmaya karınca kararınca katkıda da bulunmuştum. Ama o zaman bile bu işin buraya kadar ulaşabileceğini düşünmediğimi itiraf etmeliyim. Yaşam insana çok şeyi öğretiyor.
Avrupa İnsan hakları Mahkemesi (AİHM) ve uluslararası belgelerden kaynağını alan çeşitli "uluslararası mahkemelerin" küresel yaşamımıza dahil olması, bu küresel yaşamın egemeni olanların "insan hakları" konusuna el atmalarını kaçınılmaz kıldığını söylesem de, bunun bu kadar "hızlı" olabileceğini ummamıştım.
Kapitalizmin oluşum anındaki ilkeleri olan "eşitlik, adalet, kardeşlik" ilkelerine günümüzün güvenliksiz küresinde "insan hakları" da böylelikle ama yeni bir "veçhe" ile eklenmiş oldu.
Ancak buradaki "ilkeleşen" insan hakları bizim bildiğimizden biraz farklı bir insan hakları.
Bir sempozyum katılımcısının bir katkı sırasında samimi bir ifadeyle, biraz da safça söylediği "yumuşak" sözcüğünün en iyi şekilde anlattığı gibi bu insan hakları "ehlileştirilmiş" bir insan hakları.
Sempozyum boyunca ona atfedilen içerik bir yana, onu savunanlardan dolayı da bu böyle.
Çünkü diğer tüm konularda olduğu gibi "insan hakları" bakımından da birer sorumluluk mevkiinde olan Dışişleri Bakanı ve Başbakan da bulundukları yerden ancak böyle bir insan haklarını savunabilirler kanımca. Onların ağızlarından çıkan "insan hakları" ancak böyle "yumuşatılmış" bir insan hakları olabilir. Çünkü onlar "insan haklarını" savunmalarına karşın, bu ülkede temel haklar dahil, insan haklarının bir çok boyutu ve unsuru göz kırpmadan "ihlâl" ediliyor.
* * *
Sempozyumda ele alınan bu "ehlileştirilmiş" insan haklarına her türlü desteğin sunulması temel gündemlerden birisiydi.
Birçok insanın orada olması ya bu desteğin sunulması, ya da bu destekten yararlanılması içindi.
Ancak iki temel koşulu vardı bu destekleri sunacak olanların:
İlki insan hakları ihlâllerinin asıl nedenlerine ve hatta örneklerine "asla" değinilmeyecekti. Bu bir anlamda ilk "yasak"tı.
Her düzlemdeki "insan hakları ihlâlleri"nin asıl müsebbibi, hep "daha çok kâr" diyen "kapitalist sistem" olmasına karşın onun "asla" hedef ve "mutlaka değiştirilmesi gereken" durum olarak gösterilmemesi değişmez bir ön koşuldu.
Moderatörlerin anında müdahale ettiği bir kaç küçük "tartışma başlangıcı" dışında sempozyum boyunca bu kurala uyuldu. O kadar ki Filistin temsilcisi 35 yaşındaki Majeda Al Saqqa İsrail'in uyguladığı şiddeti anlatırken sözleri kesilince "göz yaşlarını" tutamadı.
Diyeceğim o ki "yeni taktik"lerin konuşulduğu sempozyumda ihlâllerin faturası asla "kapitalizm"e ve küresel "egemenlere" çıkarılmadı. Bu "doğru" ve "gerçek" gündeme bile getirilemedi.
Onlar da bunun karşılığında sempozyumun giderlerinin faturasını ödedi.
* * *
İkinci neden ise hak araması süreçlerinde her türlü "şiddet"e karşı olunmasıydı.
İnsan haklarını ihlâl edenler ne kadar yoğun ve yaygın şiddet uygularlarsa uygulasınlar, bununla mücadele edenler zinhar "şiddet" uygulamayacaklarını garanti etmek zorundaydılar. İkinci yasak bu "şiddet yasağı"ydı.
Üstelik bu yalnız "şiddet"in bir unsur olarak kullanıldığı durumlara yönelik bir sınırlama değildi. Bunun ötesinde, insan hakları savunucularının karşılarına çıkanların -ki çoğu durumda bunlar devlet ya da otoritenin temsilcisi unsurlardır- da "şiddet" uygulayarak karşılık vermeyeceği türden davranış ve tepkilerle insan hakları savunulmak zorundaydı.
Diğer yandan bu "eylem ve eylemliliklerin" de ayrıca "tekil" değil, "yaygın kitle eylemleri" olması öncelikle isteniyordu. Böylelikle de "insan hakları bir nitelik sorunundan öte nicelik sorununa indirgenmiş" oluyordu.
Bu önerileri gündelik yaşama taşıyınca, insan hakları savunucularına, "hakkını savunma" için pek fazla bir yöntem kalmayacağı anlaşılıyordu. Olsun. Onlar "insan hakları savunucusu" olacaklar ve böyle bilinecekler ya bu yeter.
Yeni Taktikler" sempozyum boyunca -en azından benim izleyebildiğim kadarıyla- hep bu kapsamda tartışıldı.
* * *
Bu iki koşulu yerine getirenler; elde mevcut "İnsan Hakları İhlâlleriyle Mücadele Pastası"na ortak olmalarına izin vardı. Hatta izinden öte değişik "özendirmeler" söz konusu olabilirdi.
Bu tartışmalardan anladığım şu: Sanırım elde oldukça büyük bir kaynak vardı.
İstenilen her şeye eğer bu koşullar kabul edilirse kolaylıkla ulaşmak mümkün görünüyordu.
Çünkü devletler ve küresel egemenler bu koşullarla bu alana kaynak ayırıyorlardı.
Çünkü ihlâllerin nedenleri ortadan kaldırılmadan, sonuçlarıyla mücadele etmek de, tıpkı bataklığı kurutmak yerine sivrisinekleri öldürmek isteyenlerin tükettikleri sinek ilaçlarını üreten ve pazarlayanlar açısından olduğu gibi, kapitalizmin çarkını döndürmek için güzel ve kârlı bir olanak yaratıyor.
Ne de olsa "kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez"di. Esirgemediler ki, 1,4 milyon dolar bulunabildi. Devlet TODAİE'nin, Karayolları Genel Müdürlüğü'nün, Devlet İstatistik Enstitüsü'nün, Milli Eğitim Bakanlığı'nın, Kültür Bakanlığı'nın olanaklarını, Başbakanlık Tanıtma Fonu'nun kaynaklarını bu işe adayabildi.
* * *
Peki bu sav ve yaklaşım genel olarak kabul gördü mü?
Sempozyum sonuç toplantısında ifade edilenlere bakılacak olursa, toplantıyı hazırlayanlar ve destekleyenler açısından "evet".
Başbakan da, düzenleyenler de bunu açıkça ifade ettiler. Katılımcılardan bazıları da onlara katıldı. Katılmayan bir kaç kişiyi biliyorum. Ama eğer düzenleyenler samimi iseler, herkesin doldurduğu değerlendirme formlarını objektif olarak, yukarıdaki sorularına farklı yanıtlarıyla birlikte açıklarlar.
Kendi ifadelerine göre düzenleyenler "çok büyük bir iş başarmış" oldular. Kanımca bu konudaki "rüşt"lerini de ispatladılar, "devlet ve sistem karşıtı" olmadıklarını, onların temsilcileriyle her zaman işbirliği yapabileceklerini ortaya koydular.
Artık bu tür toplantıları çok daha kolay düzenleyebilirler. Kurdukları ilişkiler onlara çok daha iyi mevkiler, ulusal ve uluslararası düzeyde çok daha iyi ve sağlam konumlar sağlayabilir.
Artık Başbakan'ın dediği gibi tüm kapılar onlara açılabilir.
Eğer bundan sonra örneğin bir 19 Aralık olayı olursa "arabuluculuk" görevi artık onlar tarafından üstlenilebilir. Eğer bunda "şiddet" ya da "sistem karşıtlığı" bir unsur olarak söz konusu değilse...
Destekleyenler ise yarattıkları ya da göz yumdukları "insan hakları ihlâlleri" ne olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar bir kez daha kendilerini "sütten çıkmış ak kaşık" olarak gösterebildiler.
Dahası bunun "büyük" mükâfatlarını da çok yakında alacaklar. ABD'de de, AB'de de, Türkiye'de de bu karşılıklar tam bekledikleri gibi olacak.
Çünkü onlar bu alanda da "en üstte" kalmayı sürdürecekler. Örneğin insanlığı kurtarmak için henüz yeni doğmuş Irak'lı "terörist" bebekleri "ölü ele geçirebilecekler".
* * *
Bir politikacı bir zamanlar "bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz" deyip bir sözde komünist parti kurmaya yeltenmiş.
Tarihler değişiyor ama mantık değişmiyor.
Eğer bu ülkeye "insan hakları mücadelecisi" lazımsa onu da onlar bulup, hem de yepyeni taktiklerle yetiştirebilirler artık. Ankara'da, illerde, ilçelerde kurulan "İnsan Hakları Kurulları" ile bu "ihlâller" önlenebilecek ne de olsa.
Ama "terörist"ler hariç. Onlar devletin ve kürenin kolluk kuvvetlerinin, şahinlerinin "çelik pençesi"nden kurtulamayacaklar. Şili'de de, İrlanda'da da, Sudan'da da, Kürdistan'da da, Irak'ta ya da Afganistan'ta da...
Bu söylediklerim bazılarına belki biraz ağır gelecek ama; dört gün boyunca izlediğimiz resim parçalarını, daha önce bildiğimiz ve yerli yerine oturttuğumuz resim parçalarıyla bir araya getirince böyle bir resim ortaya çıkıyor ne yazık ki.
Eğer bu resim benim bu anlattığımdan farklıysa o farklı yanlarını birileri ortaya koyup bana ve bize göstermek zorunda. Yoksa bu sempozyum, ülkemizin insan hakları mücadelesinde yalnızca "bir tarih" olarak kalacak. Üstelik ben dahil bedeli çok yüksek ödenmiş bir "tarih" olarak. (MS/YS)