İşte bir örnek:
Geçtiğimiz hafta dört gün Tunceli'de, Munzur ve Pülümür sularına yapılacak barajlara karşı beş yıldır süren mücadelenin simgesi haline gelen "5. Munzur Doğa ve Kültür Festivali"ndeydim.
O günlere ilişkin yazacak çok şey olduysa da, bu hafta bir kez daha "pozitif ayrımcılık" yapıp içlerinden birisine değinmek istiyorum: Tunceli Belediye Başkanı Sevgili Songül Erol Abdil'e; Türkiye'nin ilk ve tek kadın, kent belediye başkanına...
* * *
Onunla ilk kez, festivalin ilk akşamında, Tunceli Stadyumundaki etkinlik sırasında karşılaştık. Açılış konuşması sırasında, Munzur'un barajlara değil, "barışa" akacağını söylüyordu Songül Başkan.
Bu deyiş aslında bu yılki festivalin ana temasıydı. Bu basit cümleyi onca içtenliği ve inanmışlığıyla dile getirirken "barış"ın anlamının ne olduğunu bildiğini de hissettim.
Songül Başkan, barajların bir yatırım değil, bu coğrafyayı "insansızlaştırma"nın bir aracı olduğunu söylüyordu; "barış"ı engelleyecek her şey gibi buna karşı direneceklerini söylüyordu.
* * *
Bu sözler orada toplanan 40 bin kişilik bir kalabalığa yönelik bir ajitasyon ve propaganda konuşması değildi. Songül Başkan'ın söyleyişi, vurgusu, aradaki kekelemeleri, bir gereksinimi açıkça dile getiren herhangi bir duyarlı insanla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyordu bana.
Songül Başkan, yörenin sorunlarının çokluğundan ve çeşitliliğinden söz ederken de "belediye başkanı" olduğunun bilincinde olduğunu gösteriyordu.
Sözlerini bitirirken okuduğu, Ahmet Arif'in dizeleri ise, bu süreçteki strateji ve taktiğine ilişkin ipuçlarını veriyordu: "Dayan diş ile tırnak ile, umut ile sevda ile düş ile, dayan rüsva etme beni" diyordu.
* * *
Onun heyecanla konuşurken yaptığı basit hatalar onu daha bir sevdirdi bana ve tüm oradakilere. Ama aynı hatalar bir başka gerçeği daha özellikle ana dili Türkçe olanlara gözleri önüne serdi:
Ne yazık ki bu coğrafyada doğanlar hemen her konuda yarışa ve yaşama en azından bir adım daha geriden başlıyorlar. Gerçek bir demokrasiye ulaşabilmek için "pozitif ayrımcılık" yapmamız gereken konulardan biri de bence, bu olmalı.
Eğer anadili Türkçe olan biriyle anadili Türkçe olmayan birisi bir yarışta birbirlerine rakip olmuşlarsa, ana dili Türkçe olmayanlara bence biraz daha fazla hak tanımak gerekiyor. Eksiklikleri hoş görmek yerine onların ortaya çıkaran koşulları değiştirmek gerekiyor.
Örneğin Songül Erol gibi bir Kürt'ün Türkiye'de politikacı olması için salt politikayı iyi bilmesi yetmiyor, bir de Türkçe'yi çok iyi öğrenmesi neden koşul olsun? İlk kez o anda ve orada farkına vardığım bu gerçek yeterince "demokratik" davran(ma)dığımızı göstermiyor mu?
* * *
Ana dili Kürtçe olan bir belediye başkanı halkıyla bir araya geldiğinde, bir mutluluğu, bir coşkuyu paylaşmak istediğinde onu neden resmi dille konuşmak zorunda bırakıyoruz?
Bir düşünün hele; bir yörenin belediye başkanı, belki de yıllardır birbirini görememiş insanlarla bir araya gelip daha önce hiç yaşamadıkları bir mutluluğu yaşıyorlar.
Ama bazı kurallar, yasalar, yönetmelikler onları kendi ana dillerinde değil de, sonradan öğrendikleri ve belki de çok iyi bilmedikleri bir dilde duygularını ifade etmeye zorluyor.
Sevgili Songül Erol'un orada Kürtçe konuşmasını, sonra da birisinin onun konuşmasını Türkçe'ye çevirmesini çok isterdim. Ama yapamadı, yapamazdı da...
Çünkü bunu bir kez yapan başka bir kadın, Leyla Zana, böyle davranmasının bedelini 10 yıl cezaevinde yatarak ödedi.
Yöresine, insanına hizmet etmek amacında olan bir kişiye, bir milletvekiline, bir belediye başkanına bu bedel fazla değil mi? Eğer amaç gerçekten birlikte yaşamak ise, eğer amaç gerçekten hangi etnik yapıdan olurlarsa olsunlar tüm vatandaşların mutluluğu, gönenci ise, bu bedel çok fazla değil mi?
* * *
Neyse ki, onun tam ve doğru telaffuz edemediği kelimelerle de dile getirilse, mesajı hepimize ulaştı: Munzur barışa akacak. Onun ne suyunun akmasını ne de suyunun barışa doğru akmasını engelleyebilecekler.
* * *
Festivalin ikinci günü, biraz da rastlantıyla Songül Başkanla belediyenin giriş kapısında karşılaştık. Ayaküstü konuştuk. Bu konuşmada çok şey yapmayı düşleyenlerin tavrı, iyi niyeti ve dostluğunun işaretleri vardı.
* * *
Festivalin dördüncü günü sabahleyin Munzur'a sahip çıkan kitleyle birlikte tıpkı bir çocuk sevinciyle yürüyüş kortejinin başında yer alması, açılan pankartın arkasına geçmesi, destek veren diğer kadın belediye başkanlarını yanına çağırarak, bu duruştaki kadının yeri ve rolünü ortaya koyması, dahası, 2-3 kilometrelik o yolu büyük bir coşkuyla yürümesi de; onun yalnız duygu ve düşünce değil, aynı zamanda bir "eylem kadını" olduğunu bana ve herkese gösterdi.
* * *
O kadar mı? Hayır!
Festivalin dördüncü günü akşamı bir grup insanın gerçekleştirdiği bir politik protesto, kolluk kuvvetlerinin "şiddet"iyle karşılık buldu. Televizyon ekranlarından tüm ülke insanlarının izlediği o görüntülerin göstermediklerini, o anı yaşayanlarla, Songül Başkan da anlattı.
Onun kendi deyişiyle söylemek istiyorum: "Bir kavganın arasına bir kadın girerse, o kavga o anda biter."
Bu kadar net! O bir Anadolu geleneğini yerine getirip polisle protestocuların arasına girmiş. Beklenen o çatışmanın kesilmesidir, değil mi?
Hayır, öyle olmamış: İl Emniyet Müdürü bu tavrı görmezden gelmesi bir yana, "bunlara siz yol açıyorsunuz" demiş, Songül Başkanı itelemiş. Yani, savaşı sürdürmüş.
O ise isteklerine, eylemlerine katılmasa da, protesto etme isteğinin haklılığına inanarak "demokrasi" konusundaki tutumunu açıkça ortaya koymuş.
Çok büyüyebilecek bir olayın, "şiddet"i yeğleyen il emniyet müdürünün arkasında kendi üstleri dahil taraftar bulamamasıyla ve Songül Başkanın barış isteğinde direnmesiyle aşılması, onun yönetim becerisini göstermesi açısından çok önemli.
* * *
Songül Başkan hem duyarlı, hem de duyarlılığını eyleme dökecek kadar deneyimli bir yönetici olduğunun ilk işaretlerini bizlere ertesi günü bu olaylarla ilgili basın toplantısı sırasında da gösterdi.
Sorunu bir "kan davası" haline getirmeme ve bundan "parsa toplamama" yaklaşımı, çatışma yerine birbirini anlamaya yönelik tutumu, ama olan biteni korkusuzca ortaya koyması da bir başka olumlu yanıydı.
Bunları benimle birlikte herkesin gördüğünün işaretlerini, basın toplantısına katılan sevgili Deniz Türkali'nin toplantı sonunda Songül Başkanı büyük bir içtenlikle kucaklamasından da çıkardım. Bu tavır aslında "sahipleniş" ve "yan yana oluş"u ifade ediyordu.
* * *
Gerçekten de Songül başkan yalnızca Tuncelilinin değil, bu ülkede demokrasi ve insan haklarına sahip çıkan herkesin desteklemesi gereken bir insan.
Onun yüreği, gerçekleştirmek istedikleri ve eyleme gücü çok açık ve net. Ama bunu ancak bizler yanında olursak gerçekleştirebilir.
Yoksa daha önce binlerce, milyonlarca kez kırdığımız ya da kırılmasına göz yumduğumuz "sırça" yürekler gibi o da kırılır gider. Buna hakkımız yok, çünkü kaybeden hepimiz oluruz.
* * *
O nedenle onun, "Amacımız Tunceli'nin sahip olduğu her türlü değerleri ile kamuoyuna mal edilmesi, kendisine örülen duvarları kırması, hak ettiği yere oturtulmasıdır. Duyarlı halkımızın ve dostlarımızın desteği olduğu sürece hiç kimse bizi bu amacı gerçekleşirmekten alıkoyamaz. Herkes şunu çok iyi bilmelidir: Tunceli halkı ve biz Tunceli'yi tozlu yapraklar arasına hapsetmek isteyen zihniyetlere müsaade etmeyeceğiz" şeklindeki sözleri hepimize bu görevi anımsatan en önemli mesajdır.
* * *
O bir "kadın" değil de bir "erkek" belediye başkanı olsaydı sizce böyle olur muydu? Hiç sanmıyorum.
Keşke Songül Başkanların sayısını artırabilsek. Kadınlara yönelik "pozitif ayrımcılık" bu ülke, insanımız ve geleceğimiz için bence daha çok gerekli.
Ben bu ayrımcılığı hep yapacağım; hep Songül Başkanların yanında olacağım. (MS/BB)