Fotoğraf: POMED / Flicker
Suudi Arabistanlı gazeteci ve Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinin üzerinden tam iki yıl geçti. 2 Ekim 2018'de ülkesinin İstanbul Başkonsolosluğu'na girmesiyle birlikte başlayan olaylar silsilesinde kendisinden bir daha haber alınamadı.
59 yaşındaki gazetecinin aradan geçen iki seneye rağmen gazetecinin cesedine henüz ulaşılabilmiş değil. Kaşıkçı'nın Suudi Arabistan'dan gönderilen bir tim tarafından öldürüldüğü ortaya çıksa da hala birçok soru cevabını arıyor.
Suudi Arabistan’da alelacele yapılan yargılama ve hızla verilen kararlar kamuoyunda tepkiyle karşılansa da Türkiye'de yeni başlayan bir dava var.
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu’ya Cemal Kaşıkçı cinayetinin iki yılını konuştuk…
Veliaht Prens Bin Selman'ın cinayetteki sorumluluğu
Cemal Kaşıkçı cinayetinde halen kilit soru neden öldürüldüğü. Aradan geçen iki senede bu soru cevabını buldu mu?
Gazeteci Kaşıkçı'nın neden öldürüldüğü halen muallak. Fakat Kaşıkçı yazılarında ve katıldığı konferanslarda Arabistan Kraliyet rejiminin örneğin Filistin sorununa bakışını, demokrasiye uzaklığını eleştirirdi. Geçmişte Kraliyet politikalarına fazla ters düşmediyse de daha yakın dönemde Kraliyet hanedanına yakın yetkililerin anlaşmazlıklar nedeniyle gözaltına alınarak Riyad'daki Ritz-Carlton Oteli’nde tutulmasından sonra rejimi sert şekilde eleştirmeye başladı. Bu nedenle özellikle çocuklarının işsiz bırakılabileceği yönünde tehditler de aldı. Kaşıkçı, 2017’den itibaren bu tehditlerin büyük payı olacak, Arabistan'dan ayrılarak ABD ve Türkiye'de yaşamaya başlamıştı.
Türkiye'ye cinayetten sonra dolaylı da olsa Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ı sorumlu tutmuştu. Prens bu cinayetin neresinde?
Her şeyin kutsiyet atfedilen liderlerin iki dudağı arasında olan toplumlarda, bırakın herhangi bir ara kademe yetkilisini Prens’in bir alt yetkilisinin dahi liderin bilgisi olmadan başka bir ülkeye tam vasıflı bir cinayet timi gönderebileceğine, ikinci bir timi de cinayete dair tüm delilleri yok etmek için görevlendirebileceğine inanmak oldukça güç.
Nitekim, Kaşıkçı’nın Arabistan’a dönmesi için bir süredir ağır şekilde baskı yapıldığı biliniyor. Kaşıkçı üzerindeki Riyad baskısına, BM Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Agnes Callamard’ın BM’ye sunduğu soruşturma raporunda da değiniliyor. Raporun sonuç bölümünde yargı önüne çıkarılması gerekenlerin başında Veliaht Prens Muhammed Bin Selman yer alıyor.
Cinayetin üzerinde bir yıl geçtiğinde Bin Selman, ABD merkezli PBS kanalına verdiği mülakatta, olaydan haberi ya da sorumluluğu olmadığını iddia ediyordu. Mealen “cinayete dair bir bilgim ve talimatım olmadı. Ancak ülkenin başında olduğum için en nihayetinde sorumluluğu alıyorum” diyordu.
"Sanıklar arasında Bin Selman yok"
Peki cinayet emrini kim verdi, cinayet nasıl planlandı ve Kaşıkçı’nın cenazesi nerede?
Galiba kanıtlar, rejimin Kaşıkçı ile husumetinden geçmişte ve son anlarında dışa vurduğu mesajlarda ve ABD’deyken Riyad yetkililerinden aldığı tehditlerde gizli. Cinayet timinin Kaşıkçı’yı İstanbul’daki Konsolosluk binasına çağırdığı 2 Ekim 2018 günü, boğuşmaya ve öldürmeye girişmeden önce, cinayet emrine ışık tutacak bir diyaloga girip girmediklerini bilmiyoruz. Bunu ancak, tape ve ses kayıtlarını elinde bulunduran Türkiye’deki emniyet yetkilileri varsa ortaya çıkarabilir.
Kesin olarak şu var ki, İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen dava ve henüz mahkemeye sunulan ikinci iddianamedeki sanıklar arasında Bin Selman yok. Şu aşamada bulunmaması ileride yargılamanın bir parçası olmayacağı anlamına gelmiyor elbette.
"Türkiye'ye Interpol'ü harekete geçirmeyi amaçlıyor"
Cinayetin ardından Suudi Arabistan ve Türkiye’de soruşturmalar yapıldı. Sonrasında da davalar açıldı. İki ülkedeki yargılamalara ayrı ayrı bakarsak dosyalar ne durumda?
Riyad’da basına kapalı, sınırlı heyetin izleyebileceği şeffaf olmayan yargılamada, beş sanık Kasım 2019’de alelacele idam cezasına çarptırıldı, üçü de toplam 24 yıl hapse mahkum edilmişti. Uluslararası kamuoyu bir süre, “Acaba Arabistan, gerçeğin ortaya çıkmaması için çabucak sanıkları idam edecek mi?” sorusuyla meşgul olurken, altı ay sonra, Kaşıkçı ailesinden “affettik” haberi geldi. Bunun üzerine hükümlerin yeniden değerlendirilmesiyle beş sanığın cezası 20’şer yıla indi, üçünün cezası da 7 ile 10 yıl arasında değişen hapis oranlarına çekildi.
İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve 24 Kasım’da sürecek olan dava ise öncelikle sorumluların suçun işlendiği Türkiye’ye iadesi için Interpol’ü harekete geçirmeyi amaçlıyor. Temmuz’da görülen ilk duruşmada iddianameyi özetleyen mahkeme, Riyad’daki trajik prosedürden çok daha gerçekçi olarak, Kaşıkçı'nın nişanlısı Hatice Cengiz’i müşteki olarak, Yasin Aktay’ı ve Konsolosluk çalışanlarını tanık sıfatıyla dinledi. RSF temsilcisi olarak, BM Özel Raportörü Callamard ile birlikte olabildiğince şeffaf bir duruşma izledik. Dolayısıyla Türkiye’deki yargılama, sanık-tanık-avukat oluşumlarıyla, hukuk ve adalet camiasının daha iyi anlayacağı tarzda işliyor.
Suudi Arabistan’da etkili bir yargılama yapılabildi mi?
Hem “sanıkları susturmak için idam etme” riski hem de aileden gelen af haberi itibariyle, Arabistan’daki yargılamanın alay ettiği bir başka unsur da “gerçeği öğrenme” çabasıdır. Bir insan alelacele idam edilirse, sırlarıyla gider. Bir sanık affedilirse, gerçekleri konuşmak ve ortaya koymanın bir manası da kalmayabilir… Otoriter ve dikta idarelerinin nefret ettiği de gerçekle yüzleşmek, gerçeği kabul etmek, gerçeğin işaret ettiği hatayı kabul etmek…
"Endişe bildiriminin ötesinde bir toplu girişime ihtiyaç var"
RSF ve BM'nin bu noktadaki kaygıları neler?
Şu aşamada RSF’nin endişesi, bir başka ülkenin toprağında bu tür infaz veya insan kaçırmaların global düzeyde yaygınlaşması ve özellikle gazetecileri her hedef aldığında karşısında uluslararası caydırıcı bir mekanizmanın bulunmaması. BM’nin rahatsızlığı ise, bizce, böylesi bir koruma mekanizması için bugüne kadar üye devletlerde ortak irade geliştirememiş olması ve Suudi Arabistan gibi devletlere G20 gibi zirvelerde rahatlıkla boy göstermesi için zemin sağlamış olması olmalıdır.
Geçtiğimiz günlerde, Cenevre’deki BM İnsan Hakları Konseyi’nin 42. Oturumunda 30’u aşkın ülkenin, Arabistan'da gazetecilere ve hak savunucularına yönelik ihlallerini ortak bildiriyle kınaması bir kıpırdama olarak görülebilse de, “endişe” bildiriminin ötesinde bir toplu girişime ihtiyaç var.
Küresel temel haklarının caydırıcı, konjonktüre takılmayan, açık, toplu tepki gösterilmediği müddetçe güvence altına alınamayacağına inanıyoruz.
RSF olarak, 2 Ekim’den itibaren ve Arabistan’ın başkenti Riyad’da düzenlenecek G20 Liderler Zirvesi’nin son bulacağı 22 Kasım’a kadar Kaşıkçı dosyasını çeşitli haber ve çağrılarla uluslararası gündemde tutacağımız bir kampanya başlatıyoruz.
"Türkiye'nin başarısı uluslararası toplumun tutarlılığına bağlı"
Birçok ülke cinayete tepki göstermesine rağmen sorumluların uluslararası mahkemede yargılama çağrıları neden yanıtsız kaldı?
Aslında her şeyin Arabistan ile petrol ve silah ticareti gibi çeşitli ve büyük ölçekli çıkarlara gelip dayandığını görmek zor değil. Uluslararası hukukun çiğnendiği bariz olan bir cinayetle karşı karşıyayız. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılamak bir yol olabilir ama bunun için ilk önce, Arabistan’ı BM’ye şikayet etme cesaretini gösterecek bir “yürekli” ülkenin olması gerekiyor ki, süreç başlasın.
Cinayet sonrasında özellikle Türkiye’nin uluslararası kamuoyuna bir baskısı vardı. Türkiye’nin konunun üzerine yeterince gittiğini düşünüyor musunuz?
Doğrusu, olayın İstanbul’daki mahkemeye yansımasından sonra Türkiye’nin uluslararası planda özellikle Arabistan’a yönelik eleştirel söylemlerini azalttığını düşünüyoruz. “Artık olay yargının işi” denilebilir, “İkinci bir iddianame çıktı, yargı işini yapmaya devam ediyor” de denilebilir. Endişemiz, uluslararası toplumun kayıtsızlığı veya zayıflığı karşısında Türkiye’nin de yelkenleri suya indirmesi.
Ancak, Kaşıkçı davasının başarısının örneğin, sanıkların Türkiye’ye iade edilmesi söz konusuyken, Riyad’ın da ikna edilmesine bağlı olduğu unutulmamalı. Arabistan’a atfedilen bir “devlet suçu” olduğu için, Türkiye’nin yargı yoluyla elde edeceği başarı, yine uluslararası toplumun tutarlılığına bağlıdır.
Türkiye'nin kendi içindeki çelişkisi
Türkiye RSF’nin basın ve ifade özgürlüğü endeksinde 179 ülke arasından 154’üncü sırada. "Dünyanın en büyük gazeteci hapishanelerinden birisi" olarak ifade ediliyor. Kaldı ki hemen her gün gazeteci yargılamalarını takip ediyoruz. Hal böyle olunca Türkiye’nin bu cinayetin hukuk yoluyla çözümü üzerindeki uluslararası baskısı bir paradoks değil mi?
Türkiye’nin Kaşıkçı cinayeti gibi acımasız bir olayı hukuk yoluyla sonuca götürmesinin büyük faydası olacaktır. Türkiye’nin gazete haklarını sistemli şekilde çiğnediği dikkate alınırsa, daha da önemlisi 13 yıllık Hrant Dink cinayeti, 27 yıllık Musa Anter cinayeti, 28 yıllık Umut Davası (Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı) gibi onca yargı süreci onca yıldır verimsizce sürüyorken Kaşıkçı davasının sonuca gitmesi haklı olarak çelişkili görünebilir. Ancak unutulmamalı ki, bir davadan adalet ancak hukuk devleti ve siyasi iradeyle çıkabilir.
Yine hatırlanmalıdır ki, adalet konusunda hükümetlerin verdiği “namus” sözleri unutulduğu için bu davalar bugüne kadar kadük geldiler. Kaşıkçı davası, başından bu yana uluslararası toplumun “iki yüzlülüğü” ve “çıkarcılığı”nı göstermek açısından çekici bir kaynak oldu. Ancak yetkililer, geçmişteki bu örneklerde olduğu gibi, siyasi iradelerini geri çektiklerinde Kaşıkçı dosyası da aynı akıbete uğrayabilir.
(HA)