21 Şubat, 2000 yılından beri dünya genelinde, 1952’den beri de bu günün çıkış yeri olan Bangladeş’de Dünya Anadili Günü (esasen Anadili Şehitleri Günü) olarak kutlanıyor.
O zaman Pakistan işgalinde olan Bengal topraklarında Bengal dili yasaklanmış ve son derece dil zengini olan bu bölgede herkesin devletin resmi dili olan Urdu’yı kullanması şartı koşulmuştu.
Buna direnen binlerce Bengalli üniversite öğrencisi bölgenin başkenti Dakka’da anadillerinin tanınması için bir miting düzenledi. Pakistan polisinin, önce biber gazı ve sonrasında gerçek mermilerle kitleye saldırısı sonucu 10’a yakın öğrenci öldürüldü. O gün başlayan eylemler, nisan ortasına kadar sürdü ve eylemlerde çok fazla ölüm, yaralanma ve tutuklamalar oldu.
Bu gelişmelerden tam 50 yıl sonra, tıpkı Bengalli üniversite öğrencileri gibi, binlerce Kürt üniversite öğrencisi 2002 yılında, üniversitelerinde “Kürtçe seçmeli ders” açılması için bir imza kampanyası başlattılar. Devletin bu kampanyaya tepkisi, 50 yıl önceki Pakistan devletinin tepkisinden çok farklı değildi.
İşkenceler, gözaltılar, okuldan atmaların çetelesi bile tutulamayacak kadar büyük bir saldırı oldu. Ancak yine de, tıpkı Bengal dili için olduğu gibi, Kürtçe için de yeni bir dönem başlamış oldu. O günden bugüne, dil meselesi Türkiye’de çok daha kurucu bir gündem haline geldi.
Yeni milenyuma girerken dil meselesi
O dönemde hükümet dümenine geçen Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) ajandasında Avrupa Birliği üyelik girişimlerinin hızlandırılması ve buna bağlı olarak azınlıkların kültürel haklarının tanınmasının çerçevesini çizen meşhur Kopenhag Kriterleri vardı.
Yerel, bölgesel ve uluslararası birçok sürecin içiçe geçtiği bu dönemde Kürt meselesi, yeni hükümetin en önemli gündem konusuydu. Bu konuda en rahat yol alınabilecek alanların başında dil meselesi geliyordu. Hükümet de öyle yaptı.
Özel kurslarda Kürtçe öğretiminin serbest hale gelmesinden TRT’de haftada yarım saat Türkçe altyazısı olmak kaydıyla Kürtçe yayına, sonraki yıllarda ortaokul seviyesinde seçmeli anadili dersinden Kürtçe yayın yapan televizyon kanalına, üniversitelerde Kürtçe dil ve edebiyat bölümlerinin açılmasına kadar kültürel alanda birtakım değişikliklere tanıklık ettik.
Elbette bu alanda atılan her adımın arkasında ödenen bedellerle yükseltilen ciddi bir mücadele vardı. Bunun en bariz örneğini 2012’deki açlık grevi sürecinde gördük; onbinden fazla Kürt siyasi tutsak mahkemelerde anadilinde savunma yapabilmeyi de barındıran dört temel talep üzerinden amacına ulaşan büyük bir açlık grevi örgütlemişti.
Eskinin de gerisine dönüş
AKP hükümeti bu dönemde attığı adımları birer “lütuf” olarak sundu ve bağlamından kopartarak dolaşıma soktuğu kültürel haklarla, Kürtlerin talep ettiği eşit yurttaşlık temelinde ulusal hakların tanınması mücadelesinin altını oymayı hedefledi.
Amacına ulaşamayan hükümet, bu son dönemde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve eski derin devlet güçleri ile yaptığı ortaklık kapsamında, bu alanda atmış olduğu adımları tek tek geri alıyor.
Kürtçe yayına başta ayrılan ödeneklerin çok ciddi şekilde kesilmesi, Kürtçe seçmeli dersleri seçtirmemeye yönelik kısıtlamalar, Kürtçe öğretmen adaylarının atanmaması, üniversitelerdeki Kürtçe bölümlerinde akademisyen ihraçları, Kürtçe yayın yapan radyo, televizyon, gazete ve haber ajanslarının kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) kapatılması başta gelen uygulamalar...
Hükümetin daha önce Kürtçe ile ilgili attığı adımların toplumsal etkisi zaten kısıtlıydı, dolayısıyla bu adımların geri çekilmesinden kaynaklı yine toplumsal alanda ciddi bir karşılık bulamadı.
Ancak özellikle Kürtçe yayın yapan medya araçlarının kapatılması, Kürtçe ile ilgili çalışma yürüten İstanbul Kürt Enstitüsü ve Kurdi-Der merkezlerinin mühürlenmesi ve DBP/HDP’li [Demokratik Bölgeler Partisi/ Halkların Demokratik Partisi] belediyelere kayyum atanması ile beraber yerel yönetimlerce yürütülen kültürel etkinlikler ve dilsel çalışmaların durdurulması gibi uygulamalar, bu alanda devlet açısından gelinen noktanın 90ların gerisine dönüşü olarak okunmalı.
Örgütlü Kürtlerin çoğunluğu, devletin Kürt meselesinde ontolojik bir dönüşüm geçirmeden dil alanında yeterince dönüştürücü ve eşitlikçi adımlar atmayacağını bilir. Dolayısıyla, özellikle 2005-2010 yılları arasında hükümetin Kürtçe ile ilgili adımları hakkında olumlu düşünseler de bu konuda “gölge etmesin, başka ihsan istemez” şeklinde özetlenebilecek bir tavırları vardı.
Bunun yerine başta büyükşehir belediyeleri olmak üzere, yerel yönetimlerden beklentiler artmıştı. Bu nedenle, belediyelere el konulması, diğer birçok açıdan olduğu gibi dil alanı için de son derece büyük bir saldırı.
Kayyum yönetiminde dil alanına müdahaleler
Belediyeler son birkaç yıldır, Kürtlerin Kürtçe ile ilgili kendi ihtiyaçlarına göre, kendi perspektifleriyle ve kendi imkanlarıyla en önemli çalışmaları yaptığı kurumlar haline gelmişti.
Belediye hizmetlerinin çokdilli sunulmaya başlanması, halkla kendi dilinde iletişim kurması, trafik ve yol levhalarının çiftdilli hazırlanması, işyerlerinin tabelalarında Kürtçe kullanımının özendirilmesi, başta tiyatro olmak üzere kültür-sanat alanında oldukça nitelikli Kürtçe üretimlerin yapılması ve sergilenmesi, kentteki bilboard ve afişlerde Kürtçe (hem Kurmancî hem Kirmanckî/Zazaki) kullanılması, Kürtçe ile ilgili araştırma ve çalışma yürüten sivil toplum kurumlarıyla ortaklık yapılması ve bu kurumlarım projelerine destek sunulması ve belki de en önemlisi Kürtçe kreş hizmetlerinin verilmeye başlanması gibi gelişmeler yeni milenyumla başlayan döneminin zirveleri sayılırdı.
Bu alanda yapılacak birçok yeni çalışma için girişimler/hazırlıklar devam ediyordu ki malum çökertme planının bir parçası olarak belediyelere el konuldu.
Hükümetin son dönem politikalarına bakılınca, DBP/HDP belediyelerinin eşbaşkanları görevden alınıp yerlerine kayyum atandığında ilk yönelmelerin olacağı alanın da yine dil çalışmaları olacağı tahmin edilebilirdi. Öyle de oldu. Hatırlanacağı gibi kayyumlarım ilk icraatları belediyelerin Kürtçe-Türkçe hazırlanmış çiftdilli tabelalarındaki Kürtçe bölümü çıkarmak olmuştu.
Farklı cephelerden gelen tepkiler sonucu bu ilk icraat geri alınsa da, Kürtçeyi doğrudan ilgilendiren diğer kayyum icraatları herhangi bir engel tanımadan devam etti. İlk başta, Kürtçenin canlı tutulduğu kültür merkezleri kapatıldı, beraberinde Kürtçe hizmet veren kreşler kapatıldı ve tiyatro, müzik, sinema gibi alanlarda çalışan personel işten çıkarılarak bu alanlardaki faaliyetler durduruldu.
Tüm çalışanları ihraç edildiği için fiilen kapatılan Amed/Diyarbakır Şehir Tiyatrosu, yaklaşık 25 yıllık geçmişi ve her yıl sahnelediği ortalama beş yeni oyunu ile sadece kentin değil tüm bölgenin en önemli tiyatro topluluğu ve Kürtçe tiyatronun da temeliydi.
Diyarbakır’ın merkez Kayapınar ilçesi belediyesi bünyesinde 120 çocuğa hizmet veren Xalxalok kreş ve gündüz bakımevi belediyenin en beğenilen çalışmalarının başında geliyordu. Kreşteki öğretmenlerin uzaklaştırılmasını takiben Türkçe eğitim veren bir kreşe dönüştürüldü.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bünyesinde 500’den fazla çocuğa, anadili temelli çokdilli bir müfredata göre eğitim hizmeti sunan toplam 6 Zarokîstan kreş ve gündüz bakımevlerinin eğitmenleri de işten çıkarıldı. Bundan sonra, tüm bu kreşlerde sadece Türkçe eğitim yapılacağı duyuruldu.
Yine Büyükşehir Belediyesi’nin çalışanlarına yönelik yürüttüğü Kürtçe (Kurmancî ve Zazaki lehçelerinin her ikisinde de) derslerini iptal etti. Bağlar Belediyesi’nin tahsis ettiği binada üç yıl önce faaliyete başlayan Kürtçe temelli eğitim yapan Ferzad Kemanger Özgür Okulu da, bina mühürlendiği için fiilen sonlandırılmıştı zaten. Bu okulun kurucularına yönelik açılmış davalar da halen sürüyor.
Dil haklarına saygı
UNESCO’nun 21 Şubat’ı Anadili Günü ilan etmesinin nedeni dünya genelinde baskı altında olan, yasaklanmış veya ciddi dezavantajlara maruz bırakılmış dillerin korunması ve hükümetlerin dil haklarına saygılı olması.
Bu günün ilanı, 1950’lerden beri dünyanın dört bir yanında devam eden dilsel, kültürel ve kimlik temelli hak mücadelelerinin ciddi çabaları ve ödemek zorunda kaldığı büyük bedeller sayesinde oldu.
Bu mücadele sonucu o zamandan beri birçok ülkede çok daha fazla dilsel farkındalık var. Birçok ülke resmi olarak çift veya çokdilli politikalar benimsemeye başladı.
Özellikle konuşanı çok az olan dillerin hızlıca kaybolmaya devam ettikleri bir gerçek. Ancak diğer bir gerçek de dünya genelinde birçok dilin de eskisine göre çok daha güçlü hale gelmiş olması.
Hiçbir toplum çokdilli olduğu için daha yoksul veya daha az yaşanabilir olmamıştır. Yine hiçbir ülke dilsel çeşitliliği tanıdığı ve koruduğu için daha az demokratik olmamıştır.
Öte yandan dillerin bastırılıp tekdilliliğin dayatıldığı ülkeler gittikçe daha fazla çatışma ve kutuplaşma yaşamaktadır. Sadece Ortadoğu coğrafyasına değil, dünya geneline bakıldığında Türkiye gibi aşırı tekdillileştirme politikasının sürdürüldüğü ülke pek kalmamıştır. Türkiye de er geç bu politikasından vazgeçmek zorunda kalacaktır. O zaman çok daha yaşanılabilir bir ülke olduğunu tüm yurttaşları görecektir.
Seçim kampanyaları, bir ülkedeki dilsel çeşitliliğin tanınması ve kamusal alanda kabul görmesi için çok elverişli bir ortamdır normalde.
Türkiye’de yıllarca seçimlerde Türkçe dışında başka dillerde kampanya yürütülmesini engelleyen yasa vardı. Bu yasa ancak 2013 yılında resmi olarak kaldırıldı. Kürt siyasi hareketi geleneğinden gelen partilerin ve Kürt siyasetçilerin bu yasaya riayet edilmemesi yüzünden karşılaştığı yüzlerce hapis ve para cezası örneği mevcut. Resmi yasak olmadan ilk kez 2014 yerel seçimlerinde ve 2015 genel seçimlerinde Kurmanci ve Zazaki ile beraber Ermenice, Arapça ve Süryanice seçim malzemeleri gördük.
Türkiye şimdi bir referandum sürecindeyken ve özellikle HAYIR cephesi her açıdan son derece çeşitli iken bu çeşitlilikte her dilden pankart, afiş ve diğer görselleri görmek önemli bir fırsat ve 21 Şubat ruhuna uygun olurdu.
Ancak Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) birçok Batı dilinin beraber kullanıldığı HAYIR posteri bu coğrafyanın Türkçe dışındaki hiçbir dilini barındırmayarak kötü bir başlangıç yapmış oldu.
Umarız bundan sonrası daha çeşitli ve eşitlikçi olur ve bir sonraki 21 Şubat’a kadar dillerimiz açısından daha iyi bir dünyada oluruz. (ŞD/YY)