Haberin İngilizcesi için tıklayın
Çizim: Rewhat Arslan
Oda TV Davası nedeniyle 6 Mart 2011’de tutuklanan, bir yıl cezaevinde kaldıktan sonra 12 Mart 2012’de tahliye edilen gazeteci Ahmet Şık, beş yılın ardından bu kez “FETÖ ve PKK propagandası yaptığı" iddiasıyla tutuklandı.
29 Aralık 2016’da gözaltına alındıktan sonra 30 Aralık 2016 akşamı tutuklanan Ahmet Şık, bugün beş yıl önce tahliye edildiği Oda TV davasının karar duruşmasında savunma yaptı.
Şık, savunmasında şu ifadelere yer verdi...
"Türkiye bir gariplikler ülkesi ve her dönemde birçok absürtlük yaşandı. Ama evrensel demokratik normların her birinin içinin boşaltılıp, ülkeyi teslim alan bir örgütlü kötülüğün menfaatlerine uygun olarak, tam tersi anlamlara gelecek şekilde yeniden tanımlandığı bir başka dönem olmadı. Öyle ki, yıllar öncesinde yazdığı "1984" adlı eserinde günümüz Türkiye'sini anlatmış olduğu benzetmesi sıklıkla yapılan Georgre Orwell mezarında ters dönmüşse haklıdır. Abartılı bulanlara, bir çırpıda aklıma gelenleri sıralayabilirim. En yakın örnekten başlayalım. Baskı ve otoriterliği daha da katmerleyerek, geçmişteki ve günümüzdeki cunta rejmlerini kıskandıracak bir tek adam diktatörlüğü demokrasi diye yutturulmaya çalışılıyor. Medyanın büyük kısmının ele geçirildiği, kalanların neredeyse tamamının kontrol altına alındığı, "Hayır" diyenlerin "terörist" diye yaftalandığı, hile yapılacağından kimsenin kuşku duymadığı, eşit olmayan koşullarda yapılacak bir referandumu "millet iradesi" demagojisiyle önümüze getiriyorlar. Kendilerinin ve temsil ettikleri oligarşik düzenin düzenin varlığına tehdit içeren bir sonuç olarak ortaya koyan 7 Haziran 2015 genel seçiminin ardından o iradenin nasıl ayaklar altına alındığını hep birlikte gördük. Millet iradesinin yanlış tecelli ettiğine karar verip, ülkeyi yeniden bir kan banyosuna sokmakta bir an tereddüt etmediler. "Baldıran zehiri de olsa içeceklerini" iddia ettikleri "barış sürecinin" sonunda ülkenin tamamı mezarlığa döndü. Demokratik gelişimde katedildiği iddia edilen mesafe sonunda gelinen yerin "İleri demokrasi" olduğuna inanmamızı isteyenler, basın özgürlüğünün "En iyi döneminde" olduğunu da "Sizi tasmalarınızdan kurtardık" şeklinde veciz sözlerle ifade etmişlerdi. Ancak ulusal ve uluslararası meslek örgütlerinin raporlarında Türkiye'nin "Dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi" olduğunu yazıyor. Avrupa konseyinin 47 üyesi içinde, ifade özgürlüğünün en çok ihlal edildiği ülkenin Türkiye olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Son 10 yılda, "darbe" ve "darbeci", iktidar mahfilleri ve yandaşlarından en çok duyulan sözcükler oldu. İktidar karşıtı her eylem "darbe", her muhalif daha da kolaylıklar "darbeci" diye ilan edildi. Halbuki, siyasi tarihinde birçok darbe bulunan Türkiye'de, kendilerini hedef alan 28 Şubat 1997 darbesi dışındaki tüm cunta rejimleri, Türkiyeli İslamcılar tarafından alkışlarla karşılanmıştı. 12 Eylül 1980 cuntasının tüm kurumları yerli yerinde dururken, faşist ruhlu devletin derinliklerine nüfuz etmişken darbe şakşakçısı İslamcı bir iktidarın "darbelerden ve darbecilerden hesap sorduğu" iddiası ise hayli ilginçtir. 10 yıl önce başlatılan ve bazı kontrgerilla artıklarının gerçek suçları soruşturma konusu edilmeden sanık olarak dosyalara serpiştirildiği, bir dizi kumpasla kurgulanmış davalarla memleket güya "sivilleştiriliyordu". Bir yandan sivilleşme sağlanırken, "dindar ve kindar" diye tarif edilen taraftarlarının bizzat iktidar tarafından militerleştirilmesinden daha ilginç olansa, AKP'nin siyasi desteğiyle kumpas davalarının tetikçiliğini üstlenenlerin daha 7 ay önce darbeci olarak sahneye çıkmasıydı. Eski suç ortağının, geride bir dolu kuşkulu ve karanlık soru bırakan bu kanlı kalkışmasını "Allah'ın lütfu" fırsatçılığına çeviren iktidar, engellenen darbecileri kıskandıran bir cunta rejimini hayata geçirdi. Sözün kısası, demokrasilerde yanıtı net olan "Darbe nedir?", "Darbeci kime denir?", "Sivilleşme nasıl olur?" sorularına verilecek yanıtlar herkesin siyasal angajmanına göre farklılık gösteriyor. Daha birçok örnek vermenin mümkün olduğu bu demokrasi illüzyonunun en büyük paradoksu ise bizzat iktidarın, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kendisi. Zifiri karanlık bir zihniyeti temsil ediyorlar ama partilerinin amblemi ışık saçan bir ampul. Devlet ve ülke kaynaklarının ve doğanın talan edilerek ülkeyi bir beton cumhuriyetine çevirmenin adına kalkınma diyorlar. İsimlerinde yer alan adalet sözcüğünün ne anlama geldiğini ise benzer birçok örneği bulunmakla birlikte sadece bu davanın kendisi anlatmaya yetiyor. Ne olduğunu birazdan özetleyeceğim ama öncelikle bir başka haksızlığa, içinde yine kendimin de olduğu bir başka adaletsizliğe dikkat çekmek yerinde olur. Bugün burada olmaları gereken bazı kişiler yok. Avukatlarımdan ikisi, Bülent Utku ve Akın Atalay ile meslektaşları Mustafa Kemal Güngör. Sadece onlar da değil. Tutuklu olduğum süre boyunca hiçbir zaman yalnız bırakmayan meslektaşlarım Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Güray Öz, Turhan Günay, Hakan Kara, Musa Kart ve Önder Çelik de izleyici sıralarında değiller. Tıpkı bu davadakine benzer bir kumpasla gazetemiz Cumhuriyet'i hedef alarak gazeteciliği yargılamaya kalkan bir soruşturma nedeniyle 108 gün önce tutuklandılar. Şimdi "FETÖ" denilen Gülen Cemaati'nin Ordu Fatsa'daki öğretmen sorumlusu olduğu öne sürülen İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan'ın görevlendirdiği, kendisi de "FETÖ sanığı" olan savcı Murat İnam'ın yürüttüğü soruşturmada avukatlarıma ve meslektaşlarıma yöneltilen suçlama "FETÖ'cü olmak". Talimatın, "Kandırıldık" diyerek Gülen Cemaati ile suç ortaklıklarını gizlemeye çalışan iktidardan geldiği aşikar. Bununla kalsa iyi. Cemaat kumpasıyla sanığı haline getirildiğim ve hakkımda, diğer arkadaşlarla birlikte, berat istenecek bir mütalaa verilecek bu davaya "FETÖ propagandası yaptığım" iddiasıyla bir başka soruşturmanın tutuklusu olarak getirildim. Sonlanması beklenen bu davada olduğu gibi yine gazetecilik faaliyetlerim soruşturma konusu ediliyor. Yani "Mankurtlar" denilen Cemaat'in savcı ve hakimlerininkinden farklı bir yargı teşkilatı yok. O zaman da birtakım suçlar gizli kalsın diye tutuklama terörüne maruz kalmıştım, şimdi de öyle. ;Yazılmasın, konuşulmasın, duyulmasın, bilinmesin istenen gerçeklerin ne yapılırsa yapılsın, ortaya çıkacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Suriye'deki iç savaşta MİT'in ayak izlerinin bulunduğu suçlar da, sahte bir tarih yazımına girişilen kanlı bir kalkışmanın, ihtiyaç duyulan kaosu sağlayacak bir kontrollü darbe olduğuna yönelik kuşkulu soruların yanıtları da elbet yazılacak. Bu kötülüğün iktidarında, her şeyden daha çok hakikate ihtiyacımız var. Çünkü eğer anlatılırsa kötülükler son söz olmaktan çıkar. Anlatmamanın, hatırlamamanın ve hatırlatmamanın kendimizi inkar etmek olduğunu bilerek, yakın geçmişten bugüne uzanan ve maalesef devam eden kötülükleri anımsatalım. Savcılık makamına ve mahkeme heyetine kalsa, bu dava bir önceki celse bitmiş olacaktı. Çalakalem yazılmış, konunun ne olduğunu anlatmaktan kaçınan, ortadaki açık kumpasın faillerini gizleyen ve dahası "olan oldu, unutun gitsin" diyen bir mütalaa yeni bir celse daha yapılmasını kaçınılmaz kıldı. Öyle bir özensizlikti ki karşımızdaki, davanın bazı sanıklarının isimlerine dahi yer vermeyi lüzumlu görmemişti. Kimi zaman gazetecilik faaliyetlerinin hedef alınması nedeniyle "sanık", kimi zaman da mesleğimin gereği olarak çok sayıda iddianame ve mütalaa okudum. "Böyle bir iddianame olmaz" dediğim, çok sayıda, hukuktan uzak metinle karşılaştım. Özellikle siyasal nitelikli davalarda, mahkumiyet istenen iddianame ve mütalaaların siyasi niteliklerinin onlarcasını hemen kolayca saymam mümkün. Hakkımda mahkumiyet isteyen iddianame ve beraat isteyen mütalaa onlardan sadece biri. Mütalaa hakkımda beraat istese de siyasallığını ortadan kaldırmıyor mütalaa göstermiyor, anlatmıyor, açıklamıyor. Sadece susuyor. Beraat istiyor ama gizliyor. Gülen Cemaati'nin adını anmayan, suç ortağı AKP'yi anlatmayan, Fethullah Gülen ve Recep Tayyip Erdoğan'ın rollerini gizleyen bir mütalaa, bu haliyle, tıpkı iddianamenin kendisi gibi gerçeklere karşı işlenmiş bir suç oluyor. Böyle mütalaa olmaz. Soruşturmanın başlamasından bugüne kadar dünyada birçok şey oldu. Birçok gelişme yaşandı. Yargının bu acınası haline rağmen hukukun üstünlüğüne olan inançlarını yitirmemiş avukatlarım, bu davanın hukukla kurulabilecek tek bağı oldular. Temel hak ve özgürlüklerin ne olduğunu, önemini, durumunu anlattılar. Düşünce ve ifade hürriyetinin, basın özgürlüğünün dokunulmaz olduğunu izah ettiler. Gazeteciliğin yargılanamayacağını, gazeteciliğin suç olmadığını sabırla anlattılar. Düşünce ve ifade hürriyetini hedef alanlara, basın özgürlüğünü yok etmeye çalışanlara, gazeteciliği yargılamaya kalkışanlara suçlarının ısrarla anlatılmasından vazgeçilmedi. Vazgeçilmemesi de halen gerekiyor. Devlet, içi boş bir kavram değil. Geçmişten bugüne dek yasama, yürütme, yargı erkinden oluşan mekanizmayı ele geçirenler; özgürlük, eşitlik, barış, adalet, ve insanca bir yaşam isteklerinin karşısına kan ve vahşetle çıkıp çarklarını yıllarca işlettiler. Böylesine kanlı bir geçmişe sahip olan devletin tartışmasız bir itaat şartıyla ve sorgulamadan düzenin kirine ve kinine sahip kitleler yaratma çabasındaki bir siyasal iktidarın ve suç ortaklığını yapan medyanın tekelindeki "hayali hakikatin" üzerimize nasıl boca edildiğine işaret edip tarihe emanet edilmesi gerekiyor. Bu yüzden, "hadi unutalım" diyen bir mütalaaya karşılık "hadi hatırlayalım" diyoruz. Bu davanın polisleri vardı. Devlet üniforması giyen çeteydiler. Hedeflerine koydukları "düşmanlarını" takip eden, telefonlarını dinleyip konuşmalarını kaydeden, korsanlıkla bilgisayarlarını. e-postalarını ele geçiren bir çete. Gazetecilik çalışmalarını ve mesleki faaliyetlerini suç olarak göstermeye çalışan, hazırladıkları fezlekeleri ürettikleri sahte delillerle besleyen polislerdi. Bu davanın savcı ve hakimleri vardı. Dini araçsallaştırılan sözüm ona kutsal bir mafyanın, gülen Cemaati'nin, yargı teşkilatındaki tetikçileriydiler siyasal iktidarın onay ve desteğiyle iftira, dedikodu yalanı ahlaksızlık ve alçaklığın toplumundan zifiri karanlık bir cehennem yaratıp, adına da " tarafsız-bağımsız" yargı dediler utanmazca yalanlar söyleyip gazeteciliği yargılamaya kalktılar. Sadece zihnini ve benliğini değil, mesleklerinin etik değerlerini, ahlaki prensiplerini ve vicdanlarını da tek bir kişiye ya da anlayışa teslim edenlerin organize ve ilkel saldırganlığından başka bir şey değildi yaptıkları. Çok fazlaydılar ama özellikle ikisinin adını anmadan geçmeyelim. Birisinin adı Zekeriya Öz'dü. Şimdi düşman olanların suç ortaklığı yaptıkları dönemde kendisine "kahraman" payesi verdiği, menfaat düşkünlerinin de "heykelini dikmeye" kalktığı günümüzün firari savcısı Zekeriya Öz için söylenecek tek şey; Geçmişten bugüne Türkiye yargısının zavallılığının, adalet dağıtmaktan uzak içler acısı halinin en kısa özeti olduğudur. Bir diğerinin adı Mehmet Ekinci'ydi. Bizleri "yargılanıyormuş" gibi yapan mahkeme heyetinin başkanıydı. Her duruşmamızda "kaçma şüphesi" gerekçesiyle hapisliğimizin süresini uzatan kararların altında hakim olarak imzası bulunuyordu. İşte O Mehmet Ekinci, kendisi sanık olunca kaçıverdi. Yakın zamana dek firariydi. Yakalandı. Hapise götürülürken, "her alçağın son sığınağı vatanseverlik" sözünü doğrularcasına, ne kadar "vatansever" olduğunu haykırıyordu. Bu davanın siyasetçileri vardı. Düşmanı oldukları demokrasinin araçlarını kullanarak, din tüccarlığıyla ele geçirdikleri güçle bir mafyayı iktidarlarına ortak ettiler. Kendileriyle "aynı menzile" varmayı hedeflerini "düşündükleri suç ortaklarına tüm akıllarıyla inandılar. Tüm kalpleriyle sevip. "Ne istedilerse verdiler". Her ikisi de dindar olduklarını söylüyorlardı. Ama dinleri ve kutsal kitapları sadece kendilerine ve menfaatlerine hitap ediyordu. "Darbecilerden hesap sorulduğu", "Derin devletin yargıladığı" yalanlarını söylediler. Dönemin Başbakanı, kumpas davalarının "savcısı" olduğunu bile ilan etti. Amaçları için sığınılan her yalan mubahtı onlar için öyle de yaptılar. Mesleki faaliyetlerin soruşturma konusu edilip, kumpasla özgürlüklerimizin gasp edildiği bilinmesine rağmen her dikta rejiminin klişesi olan "gazeteci değil teröristler" yalanıyla örtbas etmeye çalıştılar suç ve günahları. İki suç ortağı; hile, kumpas ve tuzaklarıyla ele geçirdikleri gücün sahibi kim olacak diye birbirlerine düşünce "kandırıldık" dediler. Suç defterlerine, "elele verip, herkesi birlikte kandırmaya çalıştıkları" yazılıydı. Bu davanın haklı olduğuna inanan akılları ve vicdanları kör destekçileri, haksızlık yapıldığını görüp karşı çıkanları vardı. Bir de haksızlığı, adaletsizliği bilmelerine rağmen korkularının esiri bir de haksızlığı, adaletsizliği bilmelerine rağmen korkularının esiri olup suskunluğa gömülenler vardı. En kalabalık olan onlardı. O Zaman da tıpkı bugün olduğu gibi sağır edici sessizlikleriyle, içine düştükleri karanlıktan kendilerini kurtararak birini ya da birilerini bekliyorlardı. Yaşanan kötülüklerin, sonu gelmez haksızlıkların silik birer izleyicisi, kötü birer dinleyicisi olarak hala sustukları için kurtulmak istedikleri karanlığa daha çok battılar. Halbuki yapılacak olan dün olduğu gibi bugün de en yalın haliyle orta yerde duruyordu; Olmayacak hayallerin kölesi olmaktansa, gerçeklerin sahibi olmayı tercih edip bu zulüm dolu karanlığa hep birlikte hayır demek. Bu davanın gazetecileri vardı. Alçakgönüllülerdi. Mesleklerinin ve meslektaşlarının onuruna sahip çıktılar. Her türlü riski göze alıp, dostluk ve dayanışmanın en güzel örneklerinden birini sergileyen bir avuç gazeteci olarak adlarını yazdırdılar. Bu davanın başka gazetecileri de vardı. Alçak olmaya gönüllülerdi. Ya suskun kalarak suça ortak oldular ya da hakikati tersyüz edip gerçekleri gizleyerek haysiyet cellatlığı görevini üstlendiler. Varlıkları sıfatlarını dayadıkları gücün iktidarda kalmasına bağlıydı. Sadakatleri sahte, menfaatleri gerçekti. O yüzden sahipleri her kim ise onun sesiydiler. Bir insanın ne kadar ve nereye kadar düşebileceğinin, alçaklığın sınırı olmadığının, hiç zorlanmadan ve hiç pişmanlık duymadan her türlü ahlaki değerin nereye kadar yol edilebileceğinin örnekleriydiler. 21'inci yüzyılın Kapo'ları* olarak adlarını tarihe yazdırdılar. Kurulan bir suç düzeninin devam etmesini devam etmesini sağlamak amacıyla gazeteciliğin yeniden tanımlanıp, basın özgürlüğünün sınırlarını daha da daraltmaya çalışan bir iddianameye konu edilen bizler de bu davanın "sanığı" olan gazetecileriydik. Yazdığımız haber ve yorumlarla, söyleşilerimizle, yayınlanan ve yayınlanması engellenen kitaplarımızla suçlandık. Çünkü gündelik dili bile şekillendirerek totaliterizmii sıradanlaştırmaya çalışan bir iktidarın dil oyunlarının tuzağına düşmeyi reddetmiştik. İtaatin olduğu yerde yaşam bulmasına izin verilmek istenmeyen hakikatin peşine düşmüştük. Bulaşıcı olup hızla yayılabilen korkuya teslim olanların esir, yitireceklerinden vazgeçmeyi göze alarak hakikate/gerçeklere yakın duran gazetecilerin ise özgür olduklarını biliyorduk. İktidarın ya da güç odaklarının duyulmasını istediklerini anlatmanın gazetecilik olmadığı, örnek aldığımız meslek büyüklerimizin bizlere bıraktığı en değerli mirastı. Bu mirası bırakanlar, şimdi olduğu gibi geçmişte de hapis ya da sürgünle sözümona cezalandırılmak istendiler. Bunlar yetmediğinde bombalarla, kurşunlarla katledilerek susturulmak istendiler. Güce sahip olduklarını düşünenlerin, gerçekleri sansürlemek için gazetecilere karşı giriştiği mücadele, bu topraklarda gazetecilik varolduğundan bu yana sürüyor. Ancak bu beyhude bir çaba. Çünkü, her kim olursanız olun, gücünü gerçeklerden alan bir fikirle savaşamazsınız. Savaştığınızı sanıyorsanız, bilin ki kazanamazsınız. Yine kaybedeceksiniz." |
(EKN/YY/BK)
* Kapolar, Nazi toplama kamplarında SS subayları tarafından atanan, hapishanedeki zorunlu çalışmaları veya idari görevleri denetleyen mahkumlardı.