Click here to read the article in English / Haberin İngilizcesi için buraya tıklayın
* Nadje Al-Ali'nin bu yazısını Dilara Çalışkan ve Ayşe Gül Altınay bianet için Türkçeleştirdi.
Bir antropolog ve toplumsal cinsiyet konusunda uzman biri olarak son 20 yıldır bu bölgedeki kadın hareketleri ve kadın hakları aktivizmi üzerine çalışıyorum. Çalışmalarım boyunca eşitlik ve sosyal adalet için cesurca mücadele eden harika feminist aktivistlerle tanıştım. Ancak Türkiye’deki Kürt kadın hareketi hakkında ve bu hareketten öğrendiklerim özellikle çarpıcı ve etkileyici. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin demokrasi, adalet ve insan hakları mücadelelerindeki merkezi rolünün Kürt siyasal hareketi tarafından tanınıyor olması oldukça özel ve kıymetli bir durum. Bu gelişimin ne kadar özel ve kıymetli olduğunu bilen birisi olarak, Kürt kadın hareketine ve daha genel anlamda Kürt siyasal hareketine Türkiye devleti tarafından uygulanan saldırıyı görmek – ki bu Kürtlere karşı süregelen saldırının bir parçası olarak tezahür ediyor – özellikle üzüntü ve acı veriyor.
Ben Almanya’da büyüdüm ve hükümetin talimatlarına uymanın, körü körüne itaat etmenin ve sessizliğin aslında suça ortak olmak anlamına geldiğini ve korkunç acımasızlıklara sebep olabileceğini çok erken öğrendim. Otoriter bir rejimin kurallarını körü körüne takip etmektense bağımsız bir ahlak pusulası geliştirmenin ve kökleri insanlık onuruna duyulan saygıya dayanan etik ilkeleri takip etmenin önemini de çok erken öğrendim. Bu yüzden binden fazla Türkiyeli akademisyenin özellikle Türkiye’nin güneydoğusunda Kürt halkına karşı işlenen suçlar ve acımasızlıkla aralarına mesafe koymak için imza kampanyasına katılacak cesareti göstermeleri beni çok mutlu etti ve etkiledi.
Tarihten bu yana güce karşı doğruyu söylemek ve adaletsizlik olduğunda sessiz kalmamak entelektüellerin, eğitimcilerin ve araştırmacıların görevi olmuştur. Tarihsel olarak akademik özgürlük dünyanın her yerinde sosyal ve beşeri bilimlerin gelişiminin ayrılmaz bir parçası olagelmiştir. Ne zaman akademik özgürlük saldırı altında olsa – örneğin Hitler Almanyası, veya Saddam Hüseyin kontrolündeki ve ailemin, arkadaşlarımın ve meslektaşlarımın yaşadığı Irak – ülkenin büyük bir sorun içerisinde olduğunu anlarız: akademik özgürlüğe yapılan saldırı rejimin rasyonel argümanlarla yurttaşlarını ikna etmeyi beceremediği, ama kontrolü sağlamak için zorlayıcı tedbirlere ihtiyaç duyduğu anlamına gelir. Ancak, bütün bunlar olurken, rejim meşruluğunu, güvenilirliğini ve saygısını sadece eleştiren ve düşünen halkının gözünde değil aynı zamanda demokrasiye, adalete ve insan haklarına inanan bütün global kitlelerde de kaybeder.
Ortadoğu üzerine çalışan araştırmacıların en büyük derneği olan ve Türkiye, Ortadoğu, ABD, Kanada ve Avrupa ülkelerinden çok sayıda üyesi bulunan
MESA’nın (Kuzey Amerika’da Orta Doğu Çalışmaları Derneği) üyelerinden biriyim. MESA’nın Türkiyeli akademisyenlerle dayanışma ve onlara destek amacıyla yayınladığı mektup şöyle diyor:
“Avrupa Konseyi üyesi ve Avrupa İnsan Hakları ve Temek Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesinin imzacılarından olan Türkiye’nin düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü koruma yükümlülüğü vardır. Türkiye aynı zamanda Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi, Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi, ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Nihai Senedi’nin de imzacısıdır ve tüm bu sözleşmeler, akademik özgürlüğün merkezinde yer alan ifade ve örgütlenme özgürlüklerini güvence altına almışlardır. Bu haklar Türkiye Anayasası’nın 25., 26. Ve 27. Maddeleri tarafından da tanınmaktadır.”
Akademik özgürlüğü yok sayarak ve Türkiye üniversitelerindeki akademisyenleri korkutan, tehdit eden ve onlara saldıran Türkiye hükümeti yalnızca uluslararası hukuku ve kendi anayasasını ihlal etmekle kalmamakta, aynı zamanda ne kadar zayıf olduğunu da göstermektedir. Yalnızca zayıf ve güvensiz bir devlet böylesine baskıcı ve cezalandırıcı adımlara başvurmaya ihtiyaç duyar. Güçlü, kendine güvenen ve saygın bir hükümet, kendi iktidarındansa haklının iyiliğini esas alan politikaları ve pratikleri hayata geçirdiği konusunda yurttaşlarını ikna etme için onlarla diyaloğa girer.
Süregiden bu trajik ve neredeyse absürt durumun sınırlı da olsa olumlu bir yanı şudur: Dünyanın her yanından pek çok akademisyen, entelektüel, gazeteci, siyasetçi, sanatçı ve sıradan insan fark etmeye başladı ki Türkiye hükümetinin güncel çizgisi barışçı, demokratik ve saygın bir ülke çizgisinden radikal olarak uzaklaşmaktadır.
Dünyanın her yanından akademisyenler Türkiye’deki meslektaşlarının başına gelenlerden haberdar oluyor ve onların hedef alınmalarının ve saldırıya uğramalarının arkasındaki sebepleri öğreniyor: Çünkü onlar hükümetlerinin Kürtlere karşı yürüttüğü savaş ve şiddeti protesto etmek için ayağa kalktılar. Hükümetlerinden Kürt kadınlarını, erkeklerini ve çocuklarını öldürmelerini değil, siyaset alanını açmalarını, konuşmalarını ve barış yolunda adım atmalarını bekliyorlar.
Ben bugüne kadar bu kadar farklı disiplinden, çevreden, ülkeden akademisyenin bu kadar hızlı ve yaygın bir şekilde harekete geçtiğini görmedim. Bu bir yandan bir dayanışma ifadesi, bir yandan Türkiye hükümetinin Kürtlere saldırısına ve IŞİD karşısındaki ikiyüzlülüğe dair bir protesto, ama aynı zamanda şunun da farkındalığının bir ifadesi: bir ülkedeki akademisyenlere saldırı, hepimize saldırıdır. (NA/ÇT)