Dün İstanbul ve Ankara’da eşzamanlı olarak 1500’den fazla akademisyen ve araştırmacının imzaladığı “Bu suça ortak olmayacağız! / Em ê nebin hevparên vî sûcî!” başlıklı metnin basın toplantısı yapıldı. Bu imzaların dün itibariyle 1178’i Türkiye’den veya yurtdışındaki Türkiyeli akademisyenlerden gelmişti, kalanları ise çok farklı disiplinlerden dünyanın önde gelen kuramcı ve araştırmacılarından.
Barış İçin Akademisyenler’in web sitesinde yaklaşık 400 kişilik çarpıcı bir uluslararası destek listesi var: Judith Butler’dan David Harvey’e, Cynthia Enloe’dan Marianne Hirsch’e, Slavoj Zizek’ten Saba Mahmood’a, Noam Chomsky’den Andreas Huyssen’a, Nadje Al-Ali’den Gayatri Spivak’a, Immannuel Wallerstein’den Catherine Lutz’a, her biri kendi alanında dünyanın en tanınmış, en çok okunan, onlarca dile çevrilmiş akademisyenleri bu metne imza vermişler. Bu isimlerin en önemli özelliği, en başta kendilerini içine alan ayrıcalıkları ve kendileri adına uygulanan şiddeti kavramsallaştırmış ve eleştirmiş olmaları.
Örneğin, cinsiyet ve cinsellik çalışmalarının önde gelen kuramcısı Judith Butler, aynı zamanda İsrail’in Filistin işgali ve ırkçı politikaları üzerine yıllardır en çok yazmış ve eylemiş akademisyenden biri. Cynthia Enloe, Catherine Lutz ve Noam Chomsky birbirlerinden çok farklı olmakla birlikte Amerikan militarizminin ve bunun küresel etkilerinin en sert eleştirilerini kaleme almış, bu alanda çok sayıda kitap yazmış Amerikalı araştırmacılar. Immanuel Wallerstein ve David Harvey kapitalizmin, neoliberalizmin, emperyalizmin önde gelen kuramcıları. Saba Mahmood’un dini ifade özgürlüğü, özellikle de “örtünen” kadınların öznelliği üzerine çalışmaları, Nadje Al-Ali’nin Iraklı ve Mısırlı kadınların hayata, siyasete, barışa katkılarına dair kitapları, Gayatri Spivak’ın sömürgecilik ve maduniyet (subaltern) çalışmalarına yaptığı kurucu müdahaleler, Andreas Huyssen’ın en başta ülkesi Almanya olmak üzere uluslararası “hafıza” çalışmaları alanına yaptığı eleştiriler, sosyo-kültürel kuramın ve uluslararası akademyanın ezberlerini sorgulamakla kalmamış, yeni araştırma alanları yaratmış adımlar.
Peki bunların Barış için Akademisyenler tarafından hazırlanan ve 12 Ocak itibariyle 90 civarında üniversiteden 1500’den fazla akademisyenin imzalamış olduğu metinle ne ilgisi var?
Ne bu uluslararası akademisyenlerin metni imzalamış olmaları bir rastlantı, ne de bu metin onların kendi alanlarında yürüttükleri çalışmalardan ayrı bir yerde duruyor. Bir akademisyenin gerçek anlamda bağımsız olabilmesinin ilk adımı, kendi parçası olduğu ayrıcalıkları, kendisi adına yürütülen şiddeti ve tabii genel anlamda iktidarı sorgulamasından geçiyor. Bu metin ve bu imzacılar da - tüm eksikleriyle birlikte - bu adımı adımlamaya çalışıyorlar. Bu yol daha çok adım kaldırır ama sanırım önemli bir başlangıç yapıldığı artan imzacı sayısından da, kampanyanın yıldırım hızıyla topladığı saldırı ve nefret söyleminden de belli.
İçinden geçtiğimiz ağır savaş koşullarına gelmeden metnin dolaylı olarak sorguladığı önemli bir ayrıcalık var: Dil. Bu metni imzalayanların önemli bir kısmının anadili Türkçe olduğu gibi, pek çoğu İngilizce, Almanca, Fransızca gibi dilleri öğrenmek ve hatta bu dillerde Türkiye’deki üniversitelerde eğitim vermek konusunda hiçbir zorluk yaşamamış isimler. Oysa, İstanbul’daki basın toplantısının bize tuttuğu acı ayna da gösterdi ki, çok azımız Kurmanci/Kürtçe biliyoruz. Dr. Yıldız Önen basın toplantısına gelmemiş olsaydı, oradaki onlarca akademisyen arasında Türkçe ve Kürtçe olarak iki dilli yayınlanmış bu metni Kürtçe okuyabilecek kimse olmayacaktı. Oysa biliyoruz ki bu metni imzalamış, ana dili Kürtçe olan meslektaşlarımızın hepsi Türkçe biliyorlar, Türkçe yayın yapıyorlar, Türkçe ders veriyorlar; Kürtçe akademik üretim ve paylaşımda bulunabilecekleri, eğitim verebilecekleri bir ortamdan ise tamamen mahrumlar. Çok sayıda akademik araştırma gösteriyor ki bu ülkede en yaygın ikinci anadil Kürtçe ve bu dilde eğitim olanaklarının artırılması Kürtlerin yıllardır en temel talepleri arasında yer alıyor. Eşitsizlik ve ayrıcalık “dil”de başlıyor ve hayatın her alanında devam ediyor.
“Bu suça ortak olmayacağız! / Em ê nebin hevparên vî sûcî!” metninin, imzacılarının çoğunun konuşmadığı bir dilde, Kurmanci/Kürtçe de yayınlanması tam da bu ayrıcalığa ve eşitsizliğe dikkat çektiği, ve sembolik de olsa bir adım attığı için kıymetli.
Ama tabii metnin dikkat çektiği daha yakıcı ayrıcalıklar var ki onlar tam anlamıyla “hayat-memat” meselesi. Bir tarafta okullarına gitmeye, evde ve sokakta oynamaya, o saf çocuk kahkahalarından atmaya devam eden çocuklarımız, yeğenlerimiz, torunlarımız var; bir tarafta hastaneye götürülürken öldürülen bebekler, sokağa çıktığı anda vurulan çocuklar, annesinin can çekişen bedenine derman arayamayan, yerde yatan cansız bedenini günlerce evden izlemek zorunda kalan çocuklar… Bir tarafta eleştirel toplumsal cinsiyet çalışmaları yürüten kadın akademisyenler var, bir tarafta çırılçıplak soyularak işkenceye maruz bırakılan kadınlar; özel tim mensuplarının “Devlet her yerde! Kızlar geldik, ininize girdik!” duvar yazılarına uyanan Silvanlı kadınlar; karnında bebeğiyle vurulan, çocuklarının sokakta bırakılan ölü bedenlerini alıp gömebilmek için günlerdir açlık grevi yapan Kürt kadınları… Yazarken, okurken, izlerken bile inanmakta güçlük çektiğimiz bir vahşetin an be an tanıkları, ortakları, dolaylı failleri kılınıyoruz. Verdiğimiz açık ve sessiz onayla çok sayıda insanlık suçu işleniyor bu topraklarda.
Bu yaşananlar, tam da ayrıcalıklı konumlarımızdan dolayı bir kısmımıza “uzak” gelse de, aslında hepimizi zehirliyor, hepimizi hasta ediyor. Soluduğumuz hava bir süredir çok ağır - kan kokusuyla, barut kokusuyla, nefret diliyle zehirleniyoruz. Ve aslında zihnimiz reddetse, “ama onlar…”, “ama hendek…” cümleleriyle kendini avutmaya çalışsa da ruhumuz, kalbimiz biliyor. Tüm bunların yanlış olduğunu, adil olmadığını, ahlaki olmadığını, insani hiç olmadığını biliyor. Bunca insanın “ah”ı hepimizin bugününü ve geleceğini karartıyor.
İşte tam da bu kadar vahim ve ağır bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz için çuvaldızı kendine (yani hepimizi temsil eden, hepimizin vergileriyle varolan devlete, oylarımızla Meclis’e girmiş siyasilere) batırmayı seçen bu metni 1000’den fazla akademisyen “Bu suça ortak olmayacağız! / Em ê nebin hevparên vî sûcî!” diyerek imzalamış durumda. Bu metin mükemmel, tartışma götürmeyecek, “son noktayı koyan” bir metin olduğu için atılmadı bu imzalar. Konuştuğum az sayıda akademisyenden ve kendimden biliyorum ki her birimiz ayrı bir metin yazacak olsak, yazdıklarımız ne birbirine benzerdi, ne de imzaladığımız metne. Kullandıkları her bir kelime, her bir kavram için kılı kırk yaran 1001 türlü akademisyen aynı metne imza atıyorsa, orada kılı kırk yarma ayrıcalığının paranteze alınması gereken aciliyette ve yakıcılıkta bir durum var demektir.
Ve bu metni okuyan herkesin bu aynaya bakmasında fayda var demektir.
Hangi suçlara ortak ediliyoruz?
Hangi ayrıcalıklar bizi en temel adalet ve insaniyet mefhumundan uzaklaştırıyor?
Hangi “ah”ları yükleniyor bu topraklar - ve her birimizin ruhu?
Bu suçların faili yapılanları ve onların sevenlerini, çocuklarını, torunlarını nasıl bir gelecek bekliyor?
“Biz”i nasıl bir gelecek bekliyor?
Kalıcı bir barışın getireceği bereket, yaşam enerjisi, yaratıcılık, huzur için mi atıyoruz adımlarımızı, yoksa ölü bedenler, üniformalı/üniformasız cenazeler üzerinden yükselen savaş politikaları, tanklarla dümdüz edilmiş kadim şehirler için mi?
Durduğunuz yer - politik olarak, coğrafi olarak, hayat tarzı olarak - her neresiyse, sizin bugün attığınız adımlar ne için?
Biz akademisyenler bir anlamda bir “çığlık”ta buluştuk: Ölümler, şiddet ve savaş üzerine kurulu bir yıkım ve özyıkım sürecinin suç ortakları olmak istemediğimizi haykırdık. Birlikte adım atması belki de en zor kişiler olarak kalıcı barış için ortak adımlarımızı sıklaştırmak, çeşitlendirmek istediğimizi duyurduk.
Bu yol daha çok söz, daha çok adım kaldıracak şüphesiz. İlk yapılması gereken silahların susması; ablukaların, yasakların kalkması; insanların konuşmaya, sivil siyaset alanının gökkuşağı renklerine bürünmeye başlaması.
Bu yolculuğun yönünü hemen şimdi barışa doğru çevirmek için her birimiz hangi adımları atabiliriz? Önümüzde duran acil soru bu…
Durduğumuz ve sustuğumuz takdirde kendimizi nerede bulabileceğimizi düşünmek dahi istemiyorum… (AA/ÇT)