Sevgili Altuğ,
Sana bir süredir yazamadım, kusura bakma, biraz tembellik, biraz da hayat izin vermedi.
Haberlerde izliyorsundur, bizim burada işler yeniden rayından çıktı, “ortalık kan gölü” demek çok kuru geliyor, çünkü birçok benzeri gibi “kan gölü” de söylendiğinde insanlarda uyandırmasını umduğumuz duygulara yaklaşamıyor artık.
Tıpkı, “barış”, tıpkı “aşk” kelimeleri gibi onun da içi boşaldı ve gündelik hayatın sıradan tanımları arasına karıştı. Kan gölü dediğinde sanki “tuz gölü” demiş gibi oluyorsun, birçok insanda ikisi de neredeyse aynı karşılığı buluyor.
Hergün yeni bir kötü habere uyanıyoruz. PKK’nin 11 Ağustos’dan itibaren, “demokratik özerklik” alanı adı altında ilan ettigi, “kurtarılmış bölgeler”de Yüksekova gibi, Silopi gibi kasabalar yakılıp yıkılıyor, köyler boşalıyor. Kontrolu yeniden ele almak isteyen devlet güçleri ile ağırlıklı olarak çoğunluğunu bugünsüz, öfkeli gençlerin oluşturduğu yerel PKK milisleri arasında süregiden çatışmalarda, yol kontrollerinde, yakılıp yıkılan evlerde canveriyor insanlar.
Yanan ormanlarla doğa da bu yıkımdan payına düşeni alıyor.
Ve artık neredeyse hergün, gençler orta yaşlılar, orta yaşın üstündekiler, ama ille çocuklar… çocuklar büyüklerin cinayetlerine kurban gidiyorlar.
Kimileri 28 Ağustos’ta 7 yaşındaki Baran gibi üzerine yıkılan duvar ve bedenine saplanan söylendiğine göre “resmi bir” kurşunla, Cizre’de.
Kimileri 13 yaşındaki Fırat gibi Silvan’da askeri bir zırhlı aracın geçtiği yolda patlatılan uzaktan kumandalı “gayri resmi bir bombayla”, 30 Ağustos’ta.
Ya da mesela, “dur ihtarlarında” öldürülüyor insanlar. 28 Ağustos’ta Erzincan-Kemah karayolunda olduğu gibi, PKK’lilerin kestiği yolda dur ihtarına uymayarak kaçmaya çalışan araçta bulunan 65 yasındaki Makbule Vural, ya da aynı gece Mardin Kızıltepe’de polisin dur ihtarına uymayan 16 yaşındaki Mazlum Turan gibi.
Böyle sürüp gidiyor, geçen gün Kulp-Lice arasında PKK’nin kestiği yolda dur ihtarına uymayan bir araçta bulunan bir doktor da öldürüldü.
Hani seninle hep konuşurduk ya, bir kavgada en kötü şeyin giderek düşmanına benzemek olduğunu. Galiba bizim buralarda olan bu.
Daha önce bize düşmanına benzemenin, haklı olarak kötülüğünü anlatanlar, “bir kavgayı aslında ahlaki zeminini kaybettiğinde kaybetmiş olursun” diyenler, şimdi büyük bir soğukkanlılıkla yeniden eski ve acımasız bir sloganı güncelleştiriyorlar;
“Kurşun adres sormaz”mış.
Çileden çıkıyorum. Ben bu lafı söyleyenlerin gerçekten buna inanıp inanmadıklarını bilmiyorum. O kurşun kendi sevdiklerinden birisini hedeflediğinde ne söyleyeceklerini değil ama ne hissedeceklerini gerçekten merak ediyorum. Hangi ahlaki zeminden söylüyorsun bunu diye sormak istiyorum.
Ne demek kurşun adres sormaz, kurşun nasıl adres sormaz?
Senin kurşununun adres sorma yükümlülüğü yok; ama diğerinin var, öyle mi? diye sormak istiyorum.
Tamam diyeceksin ki “cevabı belli sorular soruyorsun, ne yazık ki bu işler böyle olur”.
Ben böyle olsun istemiyorum en azından artık olmasın istiyorum.
Bir de, aralarında zorunlu askerliğin kurbanı -kimisi Kürt- güzel çocukların da bulunduğu, ikisi de silahlı olan güçlerin çatışmalarında öldürülenler var. Bildiğin gibi hemen hepsi bu ülkenin yoksullarının çocukları. Herkes kendi “şehit’inin ardından ağıt yakıyor, Kürtçe ve Türkçe ağıtlar çoğu zaman biribirine karışıyor.
Hayatları ellerinden alınan, sevdikleri kendilerinden alınan, ateşin düştüğü yerleri yanan insanlar hergün çoğalıyor.
Hergün biraz daha yırtılıyoruz.
Senin geçen gün sözünü ettiğin ve öngördüğün gibi, bütün bunları “kim başlattı ve haklı olan kim” sorusunu sormaktan hızla uzaklaşmaya başladık, gibi geliyor bana.
Insanlar seçtikleri tarafa göre sorumlu ve kendilerince haklı bir gerekçe buluyorlar. Kimisi PKK Ceylanpınar’daki iki polisi gece vakti evlerinde vurarak başlattı diyor. Tabii hemen kaşlar kalkıyor ve ama’lar yükseliyor, PKK o işi üstlenmedi deniyor. Tamam anlıyorum üstlenmediler ama, “bu işi onaylamıyoruz, soruşturma açtık ve faailleri bulup cezalandıracağız” gibi bir açıklamaları olsaydı, en azından birşeyler farklı gelişebilir miydi diye soruyorum kendime. Ne dersin, yanlış mı düşünüyorum?
Kimisi IŞİD’in içine sızmış MİT ajanlarının Suruç’ta çoğu genç 33 Türkiyeli insani bombayla paramparça ederek zaten pratik olarak işlemeyen “barış süreci”ni sona erdirdiğini söylüyor.
Başkan olmak isteyen Cumhurbaşkanı’nın kişisel ihtirası, en popüler gerekçeler arasında.
Ama inan, artık bunlar da pek fazla konuşulmuyor.
Senin deyiminle girdiğimiz yolda “kim başlattı” sorusu da anlamını yitiriyor.
Varsayalım ki AKP başlattı, PKK buna hayır ben senin savaşında yokum, diyemez miydi?
Bu arada aklıma geldi, hatırlar mısın, PKK’nin 1993’de ilan ettiği ilk ateşkeste 33 silahsız askerin öldürülmesiyle resmi olarak sona ermişti. Gerçi o işin arka planını sonra ögrendim, birara sana yazarım ama, şimdi Suruç’a bakıyorum, bir 33 rakamının laneti etrafında mı dönüp duruyoruz?
Ya General Muğlalı’nın kurşuna katlettiği 33 Kürt köylüsü? “33 Kurşun” yani.
Biliyorum, benimle batıl inançlı diye dalga geçeceksin ve insanlardan değil “rakamlardan” bahsettiğim için kızacaksın.
Haklısın.
Şiddet hepimizi kirletiyor, bu da söylemimize yansıyor.
Ne korkunç!
Yüzyıl önceki Ermeni soykırımını, uzun yıllar rakamlar üzerinden konuşan, 1.5 milyon muydu, değil miydi tartışmasına sıkıştırmaya çalışan bir neslin ahfadı (mı)yız sonuçta!
Geçenlerde bu işleri iyi bilen, “içeriden” eski bir tanıdıkla karşılaştım. Daha önce seninle de birkaç kez gittiğimiz Konur Sokak’daki kahvehanede oturup epeyce bir süre lafladık.
Anlattıklarından en azından PKK tarafının gerçekten neden, üstelik büyük bir zaferle çıkılan seçimlerden çok kısa bir süre sonra, silaha sarıldığını çıkardığımı söyleyemem, ya da dilim varmıyor.
Ancak, anladığım kadarıyla, bu iş öyle kolay kolay bitmeyecek, kurtarılmış bölgeler ısrarı sürecek. Ama sanma ki bir zamanlar bir çoğumuza ölümcül düşler kurduran, okuduğumuz yasak kitaplardan öğrendiğimiz ve sloganlarda haykırdığımız, “bağımsız, birleşik, demokratik ve müreffeh" bir düş ülkesi için olacak bunlar.
Meşhur Dolmabahçe Protokolü’ne dönmek istiyorlarmış!
Oraya dönülünceye kadar da devam edecekmiş bu çılgınlık. Buraları, milis, gerilla ve halkın katılımıyla koruyacaklarmış. Halk direndiği sürece bu da sürecekmiş, ve yakıp yıkılan, harabeye çevrilen yerlerden büyük bir göç olmaması bu direnmeyi gösteriyormuş.
Bu yönetim ancak böyle masaya oturur ve Kürt halkının insanca yaşama talebini kabul edermiş
Söylediklerini büyük bir dikkatle dinledim, içtenliğinden ve bu iş için canını vereceğinden şüphe duymadım. Hiçbir art niyeti yoktu ve bu işe “ölesiye” inanıyordu. Akıllıca şeyler mi söylüyordu dersen, tabii ki hayır.
Konuştuğum hiçkimse bu savaşı istemiyor, sevgili Altuğ.
Ama çatışmalar yeni başladığında, “parlamentoda 80 milletvekilimiz var, siyasi kanallar açık, bu koşullarda silahlı mücadelenin gereği ve meşru zemini yok. Dolmabahçe protokolüne dönmek icin bir tek insanin burnunun kanaması bile abesle iştigaldir” diyen ve sağduyunun sesi olduğunu düşündüğüm birçok insan, şimdi çok daha alçak bir sesle dillendiriyor bunları. Bir kısmı bunu da söylemekten vazgeçti.
Öldürülen kadın gerillanın cesedi çırılçıplak sokağa atılırken, harabeye çevrilen her kasaba, öldürülen her sivil, hele çocuklar. Çocuklar teker teker düşerken, o sağduyu sahibi insanlar bile yeniden öfkeler biriktirmeye başladılar. Bu zalimliğe duyulan tepki, yavaş yavaş daha önce böyle düşünen ve konuşan birçok insanin, ki senin benim gibi insanlar, intikam duygusuyla aralarındaki mesafeyi kısaltıyor.
Benzer birşey, asker ve polis cenazelerinin gittiği batıdaki illerde de oluyor. Birçok yerde adli kavgaya karışanlar kavga ettikleri kişinin PKK’li olduğunu bağırarak söylediğinde, etraftan yetişenler, diğerini linç etmeye kalkıyor.
Düşünebiliyor musun, daha geçen gün Konya’da askeri hava üssünde görevli bir üsteğmeni böyle bir durumda evire çevire dövdüler!
İnanılmaz geliyor değil mi?
Bütün bunlar olurken, sivil siyasette ciddiye alınması büyük ölçüde yeniden başlatılan çatışmalarla darbelenmiş Halkların Demokratik Partisi (HDP) eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın ara sıra dillendirdiği şiddet karşıtı sözleri duyulmaz oluyor.
Seçim kampanyası sırasında HDP’nin, özellikle Demirtaş’ın Batı’da yaşayanlar arasında Kürtlere dair yarattığı olumlu hava hızla dağılıyor.
Süreç içinde en azından tarafsızlaştırılmış, Kürtlerin de “nihayetinde hakları olabileceğine” bir tür ikna olmuş, Kürt olmayan büyük bir sosyal kesim, korkarım ki 1990lardakine benzer biçimde, devletin ceberrut varlığının Kürt coğrafyasına bir kabus gibi çökmesine yeniden tepkisiz hale geliyor. Buna sessiz bir onay vermeye başlıyorlar.
Seninle konuşmuştuk ya, eğer özellikle orta sınıfın çoğunluğunun sessiz onayı alınmasaydı 1990’li yıllarda devlet Kürtlere bu kadar zulmü yapamazdı diye. Şimdi benzer bir durum yeniden boy atmaya başlıyor. Çatışma sürdükçe bu eğilimin yükseleceğinden korkuyorum.
HDP desen bir taraftan hükümet tarafından, diğer taraftan PKK yöneticileri tarafından eleştirinin hedef tahtasına konulmuş durumda.
Kimseye yaranamadılar.
Neyse HDP meselesini sana daha sonra yazarım, şimdi çıkmam gerekiyor, kızımı okuldan alacağım.
Umarım bu arada sen de işlerini biraz hafifletmişsindir.
Bu bozkır şehrinden içten selamlarımla. (LM/EKN)