Mayıs 2015’te Demokrasi ve Barış Konferansının Cizre yerel toplantısında Gündem Çocuk Derneği çocuklarla barışı konuşmak için Cizre’de çeşitli etkinlikler yaptı. İki gün süren atölye çalışmalarından sonra Barış konulu çocuklarla yapılan forumla bu etkinlikler sona erdi. Radyo atölyelerinden birinin yürütücülüğünü ben yaptım. Çocuklara radyoyu anlatmak, bir radyo programı yaparak barışa dair seslerini nasıl duyurabileceklerini anlatmaktı yaptığım şey.
Çocuklarla çalışmak çoğu kez yetişkinlerle çalışmaktan daha kolay oluyor. Bir yetişkinin uzun uzun düşünüp taşınıp kuracağı cümleler, dünyayı sorgulama biçimi, anlatmak istediği dert, çocukların kararlı bilişlerinden çok daha zorlayıcı oluyor. Yetişkinlerin akıl yolculukları çocukların süzgece ihtiyaç duymayan dünyalarıyla nihayete eriyor gibi geliyor bana.
Çalışmalardan birinde tahtaya savaş diye yazdık. Çocuklar savaşın onlara hatırlattıklarını şöyle sıraladılar: ölüm / kötülük / silahlar / sevgi eksikliği / korku / özgürlük yok / çocuklar serseri olur / barış olmaz / birlik olmaz / kardeşlik olmaz / çok kan dökülecek / huzur yok / iyilik yok…
Barış için tahtaya yazılanlar ise şunlardı: Mutluluk / silahlar ve akrepler yok / sevinç / saygı / sevgi / düşmanlık yok / iyilik var / ölüm yok / dostluk var / özgürlük / üzüntü yok / gözyaşı yok…
Çocuklar barış dendiğinde ne düşünüyorlar? Kimden ne bekliyorlar? Kendilerini nasıl konumlandırıyorlar? Bütün bu yaşanılanlarla ilgili ne düşünüyorlar?
Bu soruları tekrar tekrar sormak gerekiyor. Cizre’de çocuklarla buluşmak ve onlarla konuşmak hepimize çok iyi gelmişti. Mayıs ayının sonlarına doğru gitmiştik. Henüz seçimler yapılmamıştı ve henüz savaş patlamamıştı.
“Bir umuttu yaşamak”...
Son gün yapılan foruma o kadar çok çocuk katılmıştı ki. Kürsüye hiç çekinmeden çıkıp çelişkisiz konuşmalarıyla hepimizi çok etkilemişlerdi. Roboskili bir çocuk boğazı düğümlenerek konuşmuştu, herkesin gözleri dolmuştu. Çocuklar katliamların, savaşın tanıklarıydılar. Barışa tanıklık etmelerini ümit etmiştik çünkü kürsüye çıkıp düşündükleri her şeyi bir çırpıda söyleyebilen bu çocuklar için Savaşın tanığı olmak yeterince zor diye düşünmüştüm. “Çocukluk” dediğimiz şey, tanıklık ettiği her durumu o andan itibaren geleceğe projekte eder. Bunun yansımalarını kürsüde konuşan çocukların Barışa dair cümlelerinden okumak mümkündü.
Çocukluğun “zor” hatıraları ancak yetişkinlik dönemlerinde analiz edilmeye başlanır ya hani... Oysa savaşı yaşayan çocuklar, yaşadıkları anın içinde yapıyorlardı bunu. Savaşın yaptığı en büyük tahribat bu bence. Niye mi? Çünkü ancak bir yetişkin olduğunuzda çocukluk deneyimlerinize, tanıklıklarınıza, hatıralarınıza, geçen zamanın kendiliğinden koyduğu mesafeyle yabancılaşabilirsiniz. Yabancılaştığınız oranda da hatırladıklarınızı yeni hikayeler haline sokarsınız. O hikayeler hayatınızın her döneminde başkalaşır. “Hatırlıyorum” dediğiniz her hatıranızda kendinizi bulma çabanız yeni senaryoları da doğurur. Sizi doğrulayacak yeni senaryolar. Aynı çocukluk deneyimi yirmili yaşlarda başka bir şey ellili yaşlarda bambaşka bir silüete döner. Mağdur ya da kurban hissetmek istediğinizde başka, mutlu ya da şanslı hissetmek istediğinizde başka ipuçları yakalarsınız. “Çocukluk” bir ilizyon gibi size hizmet eder. Şapkadan ne isterseniz o çıkar.
Şimdi bir de savaşa tanıklık eden, tanıklık etmekle kalmayıp o savaşın ön saflarında yer almış, o savaşta yakınlarını kaybetmiş o savaşın içinde doğan çocukların “çocukluk” deneyimlerine bakalım.
Yürütücülüğünü benim yaptığım radyo atölyesinde çocuklarla metin yazma çalışması yaptık. Barışa dair akıllarından geçenleri yazmalarını istedim. Yazdıklarını seslendirecekler ve bir müzik seçip bunu bir radyo klibi haline getireceklerdi. İki grup halinde çalışmaya başladılar. Yazma süreleri sona erdiğinde sesli bir şekilde yazdıklarını okudular. Bir cümle çok dikkatimi çekti.
“Çocukluğumuzu elimizden almayın!” Cümle buydu.
Bu cümleden yola çıkarak düşünmeye başladım. Bu çocuklar, çocukluğun ne olduğunu biliyorlardı ve çocukluğumuzu elimizden almayın diyorlardı öyle mi? Yoksa herhangi bir yerden duymaları mümkün değil miydi? Çevrelerinde “çocukluğun” çocuklardan alınan bir şey olduğunu sık sık telafuz eden yetişkinler yok muydu? Mümkündü elbet.
Bir yetişkine dönüşmeden evvel hepimizin bir çocukluk yaşantısı oldu, peki kaçımız çocukken çocukluğun ne olduğu hakkında düşünüyorduk. Birer yetişkin bireye dönüştüğümüzde “çocukluk” diye bir yaşantının olduğunu farketmedik mi? Ve elbette “çocukluk” yaşantısının nasıl olması gerektiğine dair fikirlerle kuşatıldığımızda kendi çocukluğumuzu olması gereken çocukluk yaşantısıyla kıyaslamadık mı? Bu kıyaslarla karar vermedik mi çocukluğumuzun iyi mi kötü geçtiğine?
Peki nasıl oluyordu da bir çocuk, çocukluk yaşantısının içindeyken bu kadar dışarıdan bakabiliyordu “çocukluk” mevzusuna. Elinden alınmasından nasıl oluyordu da korkuyordu? Nasıl oluyordu da henüz bir yetişkine dönüşmeden, elinden alınmasını istemediği çocukluğunu böylesi bir bakışla yorumlayabiliyordu.
Varsayalım bunu yetişkinlerin ezberinden çaldı ve repertuarına aldı. Bu repertuarla büyüyen bir çocuğun “ben çocukken insanlar öldürülüyordu”dan başka bir hatırası olacak mı? Bu hatıraya nasıl yabancılaşacak, bu hatıraları ihtiyacı olduğunda nasıl başkalaştıracak? Bu hatıralara nasıl gülecek, içi sızlamadan nasıl anacak? Bu hatıralar başka insanların çocukluklarıyla kıyaslayabileceği ufak tefek marazlara nasıl dönüşecek?
İster bir yetişkinin ezberinden konuşsunlar, ister bir yetişkin kadar kendi çocukluklarına yabancılaşsınlar, her iki durumda da çocuklar çocukluklarının ellerinden alınmaması için barışa sahip çıkıyor ya da savaşa itiliyor. Bu ne kadar acı... Vatan, toprak, millet için değil çocuklukları için...Bir çocuk çocukluğu için savaşmamalı, bir çocuk yalnızca “çocukluğunu” yaşamalı. Onları “terörist” ilan eden ve ölümlerini haklı bulanlar, insanlık suçu işliyorlar.
Savaşın içinde büyüyen, savaşın ön saflarında yer alan, savaşa doğmuş çocuklar, çocukluklarıyla ölüme tanıklık yapacaklar. Çocukluklarını ellerinden alıyoruz! Barış için hepimiz yüzde yüz sorumluluk almalıyız. Çocuklar barış istiyor! Ve hepimize bu barışı inşa etmek için yüzde yüz sorumluluk düşüyor. Ölüme tanıklık etmeyen çocukluklar için...
Son söz olarak; Cizreli çocuklar yazdıkları metinleri seslendirdiler, müzik seçtiler ve bir radyo klibi yaptılar. Müdahale etmedik. Onlar ne istediyse öyle oldu. Bana düşen, onların seslerini size duyurmak. (DÖ/HK)