Ailem 80 darbesinden önce aktif olarak olayların bu kadar içindeyken, ben neden politik olarak aktif değilim, istesem de olamıyorum diye uzun uzun düşünmüştüm zamanında. Siyasete ilgisiz bir insan hiçbir zaman olmadım. Politzer’i, Engels’i daha 13 yaşımdayken okumaya başladım. Araştırma, okuma, öğrenme durumum da hep devam etti ama bunun bir adım ötesine hiç geçemedim. Üstelik geçmeyi denemişliğim ve başıma kötü bir şeyler gelmişliği de yoktu. Sosyoloji yüksek lisansı yaparken toplumsal hafıza alanına çok ilgi duydum ve bu alanda yaşadığım durumu analiz edebileceğim bir araçla karşılaştım.
Toplumsal hafıza konusunda öğrenilmiş ya da edinilmiş hafıza denilen bir alan var. Çok basitleştirirsek, hafızayı resmi hafıza, toplumsal hafıza diye ikiye ayırabiliriz. Resmi hafıza, devletin, medyanın dayattıkları demek oluyor, toplumsal hafıza, bireylerin yaşadıkları toplumsal olaylardan birinci elden edindikleri bilgiler oluyor. Öğrenilmiş hafıza ise ikisi de değil, ailenden, büyüklerinden, ilk ağızdan dinlediğin hikayelerden edindiğin ikinci el hafıza demek oluyor.
12 Eylül’ün öğrettikleri
Ailem ve tüm çevresi bir sosyalist devrime inanmış, bunun için canla başla, yüreklerini, emeklerini koyarak çalışmış, sonunda da kanlı 80 darbesiyle tamamen sindirilmişlerdi. Biz lisedeyken kimin annesi, babası, amcası hapiste kaç yıl yattı, ne kadar işkence gördü, hep bunları konuşurduk. Askerden, polisten, devletten korkardık. Bize bir şey yaptıkları için değil, yapabileceklerinin ne olduğunu bildiğimiz için.
Üstelik ailelerimizin tüm detaylarına hiçbir zaman girmeden, yarım yamalak anlattıklarından şu sonuca varmıştık: Bu ülkede ne yaparsan yap, ne kadar uğraşırsan uğraş, sonuca ulaşamazsın, hatta inandıkların, istediklerin ne kadar naif şeyler olursa olsun, tarifsiz acılarla sonuçlanır. Biz, daha umut edemeden umudumuzu yitirmiştik.
Kanlı 80 darbesi derken ne demek istediğimi rakamları verdiğimde daha iyi anlayacaksınız. 1980-83 yılları arasındaki cunta döneminin rakamsal verileri şöyle: 650.000 gözaltı; 210.000 sivil mahkeme; 230.000 askeri mahkeme; 517 idam kararı; 50 idam; 1.613.000 fişleme; yurt dışına kaçan 30.000 kişi; vatandaşlıktan atılan 14.000 kişi; 300 faili meçhul; 800 kayıp insan; kapatılan 23.667 sivil toplum örgütü; zorunlu olarak uzaklaştırılan 3.947 akademisyen, 47 hakim, 9.400 memur; yasaklanan 937 film, yakılan 139 ton dergi ve gazete.*
Ben tabii lisedeyken bu rakamları bilmiyordum, sadece 1980 öncesi döneme dair anlatılan umutlu-neşeli hikayelerin 80’den sonra nasıl birdenbire kesiliverdiğini, darbe dendiğinde sevdiklerimin gözlerinde beliren sonsuz boşluğu biliyordum.
Şimdi burada 78’liler denilen solcu ekibin neler yaptığını, nelere inandığını anlatmayacağım. İdeolojik olarak benzer şeylere inanmıyoruz. Önemli olan, en basit haliyle şu; ailelerimiz bütün naiflikleriyle bir devrime inanmışlardı ve asker gelip onları hapsetmiş, işkence etmiş, öldürmüştü. Bu bilgiyle büyüdük biz. Lisede felsefe kulübü kurduğumuzda Nietszche’yi, Wittgenstein’ı tartıştık ama Marx’tan bahsetmedik. Hatta bu kapanmışlığımızın içinde ülkede süregiden gerilla hareketine bile uzak kaldık, anlamadık.
2000’li yıllarda yapılan araştırmalar Türkiye’de en çok güvenilen kurumun ordu olduğunu gösteriyordu. Üç askeri darbe, bir muhtıradan sonra ordunun hala güvenilir bir kurum olduğunu duymak çok şaşırtmıştı beni o yıllarda. Bu durumu anlayabilmek için Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak kitabını okumanızı öneririm, 80 sonrası apolitizasyon sürecinin nasıl geliştiğini çok güzel anlatıyor. Benim analizim şu: Korkudan ziyade “Yapılacak bir şey yok” umutsuzluğunu o kadar içselleştiriyor ki bazı insanlar, ordunun onlara yaşattıklarını, kendi hafızalarını bir kenara bırakıp, resmi söylemi kabulleniyorlar.
Korkudan kurtulmak
Peki Haziran direnişi sırasında hepimiz nasıl oldu da bu umutsuzluktan silkinip sokaklara fırladık? İşte bu noktada bu umutsuzluğu kıran iki etmen var. İlki Erdoğan hükümetinin orduyu güçsüzleştirme politikaları. Sonrasında bir cadı avına, kendine karşı olan sesleri susturma aracına dönüşmüş olsa da, hatırlayın en başta Balyoz davası ne çok şaşırtmıştı hepimizi. Askerin yargılanabileceğini, “Kardeşim sen bu ülkede istediğin gibi top koşturmazsın,” denilebileceğini ilk o zaman görmüştük. Bunun için AKP’ye hep müteşekkir kalacağız çünkü zamanında Demirel bile “MGK devlettir,” demişti. AKP politikaları demokratik varoluşu her zaman engelleyen en önemli etmeni, orduyu geçersiz kıldı.
Umutsuzluğu kıran ikinci etmen ise bizden daha apolitik olan, üstelik darbenin etkilerini bizden çok daha hafif yaşamış olan, nihayetinde bizden farklı bir politik ortamda büyümüş olan 90 çocukları yani şimdi 20’lerinde olan gençler oldu. Onlar bizim edindiğimiz korkuları, umutsuzlukları edinmemişlerdi. Politikaya çok ilgileri yoktu ya da biz öyle sanıyorduk. Kendi hayatlarını yaşayıp gidiyor, filmlerini izliyor, bilgisayar oyunlarını oynuyorlardı. Ta ki devlet önce onların yaşam biçimlerine bir baba misali karışmaya başlayıp ardından da dostlarını, arkadaşlarını haksız bir şiddetle darmadağın edene kadar… O zaman bu apolitik sandığımız gençlerin ideolojiden daha önemli bir değere sahip olduklarını, vicdanlarının olduğunu gördük. Biz de onların cesaretine, korkusuzluğuna kapılıp sokaklara çıkabildik.
Böylece ailelerimizden öğrendiğimiz korkular dayanaklarını yitirmiş oldu. Rahatsız olduğumuz konuları dile getirebilmeye başladık. Hatta sokağa çıkıp var gücümüzle bağırdık, sesimizi duyurduk, bedenimizi şiddete kalkan ettik. Bu olanların kısa zamanda sönümlenecek bir çıkış olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Türkiye politik ortamında yaşanmış olan değişiklikler artık korkusuzca tartışabilen bir gençliğin oluşmasını sağladı. Tartışabilmeye başladıktan sonra da devamının gelmemesi mümkün değil. Hayatımda ilk defa, Türkiye için çok umutluyum. (ND/EKN)
* Veriler Levent Ünsaldı’nın “Türkiye’de Asker ve Siyaset” adlı kitabından alınmıştır.