Çok değil on gün önce insanlar sokaklara döküldüğünde “gideyim artık bu ülkeden” diyen insanlar bile umutla doldu. Şahit olduğumuz direniş başka hiçbir şeye benzemiyordu çünkü. Yakın dönem siyasi tarihinde böylesine birlikte yürüyüşler sadece 1 Mayıs’larda meydana gelmişti. Yoksa Türk bayrağı ile BDP bayraklarının yanyana salındığı, birinin bir diğerini ezmediği, aşağılamadığı eylem görmüşlüğümüz pek yoktu.
31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece bir şey oldu, ne oldu nasıl oldu şimdi bile kime sorsanız tek bir cümleyle özetleyemez ama insanlar “yetti artık” diyerek sokaklara döküldü. Şimdilerde üç beş ağaç diye geçiştirilen Gezi Parkı insanlar için direniş alanı haline geldi. Kendi başbakanının çapulcu dediği kitle çadır kurdu, kütüphane yaptı, revir yaptı orayı korudu ve kendi “kışla”sına çevirdi ama kimsenin askeri olmadı.
Kalamasak da gidip baktık, gördük bazen kalabalıktan nefes alamadık, herkesin dayanıştığı birlikte direndiği böylesine bir güç karşısında şaşırdık, duygulandık. Dolmuşlar bir yere kadar götürüp “daha ileri gidemiyoruz barikat var” deyince “barikat da ne” demedik. Panzer diye bildiğim aracın adı TOMA’ymış öğrendim. Yine 18 yaşlarında bir çocuk bir dolmuş şoförüne yanaşıp “abi biraz geride bırakıver biz buraya barikat yapıyoruz” dediğinde dolmuşçunun artık biraz geride bıraktığını gördük. Bunları gördük artık, görmemiş sayılamayız, geriye dönemeyiz.
Georg Simmel modern zamanlarda bireyin bıkkınlığını, melankolisini anlattığı “Metropol ve Tinsel Hayat” makalesine şu cümleyle başlar:
“Modern hayatın en derin sorunları ezici toplumsal güçler, tarihsel miras, dışsal kültür ve hayat tekniği karşısında bireyin, varoluşunun özerkliğini ve bireyselliğini koruma talebinden kaynaklanır.”
Yıllardır sol örgütlerin uğraştığı ama başaramadığı bir şey vardı, o da kitleleri sokağa dökmek. Zalimlik, baskı kendinden olmayanı aşağılama, çoğunluk benim ne istersem yaparım devri hiç beklemediği bir anda sokağa dökülen insanlarla birleşti. Muhalefetin yerinde yeller estiği bir ortamda kendi muhalefetini yarattı. Bu rüzgar öyle büyük bir hızla yayıldı ki Türk, Kürt, Rum, Ermeni solcu ya da sağcı demeden, kimsenin birbirinin “ne” olduğuna bakmadan aynı “yer”i paylaştığı bir alana dönüşüverdi.
Krizi yönet(e)memek
Kriz yönetememek diye bir şey varsa bu süreçte gördük. Yönetemedikçe halkına saldıran, yönetemedikçe kızgınlaşan, yönetemedikçe daha da şiddete başvuran bir hükümete karşı soğukkanlı durmayı başarabildi insanlar. İçeriye sızan provokatörler dışında birbirlerinin üzerine gitmediler, yedikleri gazdan sonra geri çekilip, nefes alıp alana geri döndüler. Talcid’den gaz ilacı, şaldan gaz maskesi yaptılar ama vazgeçmediler.
Peki, bunca müdahaleye, gözdağına, yaralananlara hatta ölenlere rağmen neden kimse geri çekilmiyor? Bugün insanlar kendi özgürlük taleplerini anlatmak, kimseye boyun eğmemek, seçilmiş bir başbakan tarafından aşağılanmamak için meydandalar. Bunca gaz, bunca müdahaleye karşı bir yere gitmiyorlarsa, bağışıklık kazandılarsa hem öfke hem direniş hem de isyan taşıyorlar.
Sokağa çıkan, ilk kez sokağı gören kitle çok başka bir şeyle tanıştı artık özgürlüğünü istemenin, kendisi için çatışmanın adrenaliyle ve en önemlisi hiç tanımadığı insanların yanıbaşında aynı şey için savaştığını bilmesiyle. İşte bu “bilmek” kendi gibi milyonların olduğunu görmek içini rahatlattı, direnmenin bir anlamı olduğunu yeniden fark etti ve bu noktadan sonra evine geri dönmedi, dönemedi.
Mesele üç beş ağaç değil, Gezi Parkı değil üstelik de “gelenlerin çoğu öncesinde yolu bile bilmiyordu” deyip böylesine büyük bir hareketi aşağılamak, yok saymak, görmezden gelmek hiçbir şey olmasa “korku”nın göstergesi. Mesele artık gerçekten üç beş ağaç değil ama Cuma sabahı bir açıklama yapılsaydı, müzakereler başlasaydı polisin şiddeti hükümetin kendisi tarafından soğukkanlılıkla eleştirilseydi bugün boşalmış freniyle yokuş aşağı yuvarlanan bir sürecin kenarında duruyor olmazdık.
O kadar zor değildi ama artık zor. Hele de 11 Haziran akşamı kalabalık bir halkın ortasına gaz bombaları yağdıran, tekerlekli sandalyede oturan vatandaşına bile su sıkan bir zihniyetten sonra çok ama çok zor. Kimse için hiçbir şey on gün önceki gibi değil ve kimse için artık on gün önceki gibi olmayacak.
Aldous Huxley’in dediği gibi yaşadığımız dünya başka bir gezegenin cehennemi mi bilmiyorum ama Taksim ile Gezi Parkı arasında gidip gelen bölge cehennem ile cennetin, halaylar ile dumanların birbirine karıştığı ve artık tarihin bir köşesinde adını yazdıracak “başka” bir yer. (JB/EKN)