AİHM tarafından yaşam hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı ve gösteri özgürlüğünün ihlali olarak görülen uygulamaların sistematik hale gelmesi, polis şiddetine uluslararası bir boyut katıyor. AİHM kararlarının yok sayılması ve ihlalerin artan bir şiddetle sürdürülmesi karşısında hükümetin tabi olduğu uluslararası rutin denetimler yeterli değil. Türkiye hukukunun hak ve özgürlükleri koruyabilir hale gelmesi için, uluslararası mekanizmaların müdahalesine ihtiyaç var.
AKP rejimi, Taksim’de başlayan toplumsal direniş hareketine karşı kimyasal silah kullanımını, artık kanıksadığımız otoriteryen iddialarla savundu. Gösteri özgürlüğünün sınırları vardı, kanun ve nizamın bozulmasına karşı devlet sessiz kalamazdı ve işin arkasında başka şeyler vardı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu argümanları başka davalarda reddetmişti. Özellikle de yine Taksim’de sahnelenen 1 Mayıs 2008 olaylarına ilişkin olarak. Başbakan ve hükümeti, 2012 yılında verilen kararın ardından 1 Mayıs 2013’te de mahkum edilen aynı uygulamaları yine sahnelediler ve AİHM’in insan hakları ihlali olarak nitelediği bütün uygulamalar Türkiye’nin kent meydanlarında rutin uygulama haline geldi.
AİHM ve Taksim’de ‘Orantısız Şiddet’ 2008
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 1 Mayıs 2008 olaylarındaki polisiye uygulamalara ilişkin DİSK ve KESK davasında kararını 27 Kasım 2012de vermişti. Bu dava, AKP Hükümeti tarafından sol muhalefet karşısında sistematik olarak uygulanan kolluk ve yargı pratiklerinden bazılarını insan hakları hukuku düzleminde sorguladı.
Hükümet, bu olayda göstericilere yönelik şiddeti ve özellikle Şişli Etfal Hastanesi Acil Servisine gaz bombası saldırısını, yasal dayanakları olması ve gösterinin güvenlik amacıyla yasaklanmış olmasına dayandırdı. Hükümet, hem Türkiye’de hem de başka kapitalist ülkelerde rutin olarak öne sürülen ‘kanun ve nizam’ teranesine başvurmuş ve gösteri özgürlüğünün üstünü, göstericiler arasında şiddete başvuranlar olduğunu ileri sürmüştü.
DİSK’in Başbakan, İçişleri Bakanı ile İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürüne karşı Yargıtay Başsavcılığına başvurusu, İçişleri Bakanının Vali ve Müdür hakkında soruşturma izni vermemesi nedeniyle takipsizlik kararıyla sonuçlandı. İstanbul Başsavcılığı, Anayasa gereğince Başbakan ve bakanlar hakkında görevleri sırasında işlemler nedeniyle soruşturma açılamayacağını belirterek onlar hakkındaki şikayet konusunda da takipsizlik kararı verdi. Böylece artık Türkiye hukukunda çözüm yolları tükenmişti.
Hükümetin başvuru karşısındaki savunusu da, AİHM davalarındaki genel kalıbı izleyerek olguların çarpıtılması üzerinden kuruludur. Hükümete göre, Taksim’de anma yapılması, kamu hayatının aksamaması açısından gerekli görülmüştü, Taksim’de “terörist” grupların olay çıkaracağına dair istihbarat vardı, DİSK Genel Merkezine giren teröristler polise tacizde bulunarak olayları başlatmıştı ve Şişli Etfal Hastanesine saldıran da göstericilerdi ve polis sadece Hastanede güvenliği sağlamıştı.
Neyseki, AİHM olguları değerlendirirken Türkiye medya tekellerinin haberlerine dayalı olarak inceleme yapmıyor. Dahası Mahkeme, Türkiye Hükümetinin sayısız davada sahte belge ve geçersiz ifade sunmasına bağışıklık kazanmıştır.
Mahkeme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin gösteri özgürlüğünü koruyan 11. Maddesine ilişkin içtihadına dayalı olarak, kararını şu ölçütlere dayandırmıştır:
Gösteri özgürlüğünün temel amacı, kişileri devletin keyfi müdahalelerine karşı korumaktır.
Gösteriler söz konusu olduğunda Hükümet tarafından yetkilendirilen kişilerin görevi, gösterilerin barışçıl bir şekilde gerçekleştirilmesini ve bütün yurttaşların güvenliğini sağlamaktır.
Hakkın özünün korunması açısından, gösterilere ilişkin yasal düzenlenmelerin uygulanmasında esneklik gösterilmesi gerekecektir.
Bu ölçütler, gösteri özgürlüğüne getirilen sınırlamaların “demokratik bir toplumda gerekli” olup olmadığını gösterecektir.
Hükümetin kamusal alanlarda gösteri özgürlüğüne – kamu güvenliğini sağlama açısından - sınır getirme yetkisini tanıyan Mahkeme, güvenlik kuvvetlerinin gösteriye müdahale uygulamalarının teorik olarak meşru olan bu amaca orantılı olup olmadığına dair değerlendirme yapmıştır.
Mahkemeye göre, Hükümetin sunduğu deliller, DİSK Genel Merkezinde toplanan grubun güvenlik riski oluşturduğuna dair delil oluşturmamaktadır. Göstericiler, polisin şiddetli müdahalesi sonucunda kendi istekleriyle dağılmış, ancak polis tarafından takip edilerek dövülmüşlerdir.
Özellikle, Mahkeme içtihadında kişi sağlığına zararlı olduğu tespit edilmiş olan gaz bombalarının kullanılması, orantılı güç kullanımı olarak görülemez.
Sonuç olarak Mahkeme, 1 Mayıs 2008’de Taksim’de sergilenen polis uygulamalarının orantısız güç kullanımı niteliğinde olduğuna ve şikayetçilerin gösteri özgürlüğü hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Orantısız şiddet: İktidarın bilinçli tercihi
Protestonun kriminalize edilmesi, kanun ve nizam söylemlerinin bilinen özelliği. 1 Mayıs 2008 olaylarında da yapılan buydu. Hükümet. ODTÜ isyanında ve 1 Mayıslarda aynı taktikleri kullandı, şiddetin dozunu arttırdı.
Göstericilerin şiddete başvurduğu iddiası, ya da daha genel olarak kanun ve nizamın korunmasını gerektiren bir durum olduğu iddiası, son birkaç yılda neo-liberalizm karşıtı hareketlere karşı gösterilen küresel devlet şiddetinde anahtar bir tema.
Hakların sınırıyla ilgili düzenlemeler, modern hukukçuların kanun ve nizam argümanları karşısında duraksamasını sağlamıyor artık, ama geniş halk kitlelerine kolayca yutturulan bir hikaye olduğu kanıtlanmıştır. Bu yüzden gerek AKP gerekse başka ülkelerdeki otoriteryen rejimler, halen bu taktiği başarıyla kullanıyorlar.
AKP’nin AİHM tarafından defaatle ihlal kararı verilmesinden kaçınmaması, bu taktiğin işe yaramasından. Muazzam mali kaynaklar iktidarın denetimi altında ve kendilerinden önce gelen hükümetlerin Kürt ve solcu aktivistler tarafından açılan davalar karşısında söylediklerini tekrarlıyorlar: Parası neyse öderiz!
Burada asıl sorun ve otoriteryenizmin ölçütü olan şey, kanun ve nizam söyleminin, siyasal sorunları suça indirgemesidir. Bu yüzden hem hükümet hem de hükümete yaslanan medya ve sözcüleri, protestoyu suç haline getirmek ve protesto edilenin üzerini örtmekte ustalaşmıştır.
Esasen hükümetlerin yurttaşlarına karşı şiddet kullanmaması, insan hakları hukukunda o kadar temel bir kuraldır ki, orantısız güç kavramı da bu evrensel olguyu, hükümetlerin yurttaşlarına karşı şiddet kullanımını sorun etmenin mahcup bir yordamıdır. Orantısız şiddet, yaşam hakkının ihlal edildiğini ve işkenceye tekabül eden suçlar işlendiğini söylemek isteyip de tam olarak söyleyemeyen yargıcın sihirli terimidir.
İnsan hakları denetim mekanizmaları harekete geçirilmeli
İnsan Hakları Derneği’nin göstericilere karşı kimyasal silah kullanımını ‘geçici tedbir’ istemiyle AİHM nezdinde başvuru konusu yapması, Türkiye yargısının AİHM kararına rağmen bu konuda çözüm sağlayamamasına bir tepki. Çağdaş Hukukçular Derneği ve Barolar da, kanıt toplayarak toplumsal harekete katılanlara karşı gerçekleştirilen ihlalleri ulusal mahkemelere taşıyacaklar.
Bunlar, hem gösteri özgürlüğünün önünü açma ve göstericilere karşı işkence de dahil yaşam hakkı ihlallerini hukuksal denetime tabi kılarak, gelecekte bu ihlallerin devamını önleme çabaları. Daha fazla insanın şiddet görmesini engellemek için polisin kuvvet kullanımının denetime alınması ve orantısız güç kullananların cezalandırılmasını sağlamak gerekiyor.
Elbette insan hakları hukukunun yapabilecekleri sınırlıdır. Fakat göstericilerin güvenliğinin ve hayatının korunmasına yönelik mevcut güvencelerin yaşama geçirilmesi, tek tek kişiler ve aileleri açısından acil bir ihtiyaç.
Hükümet politikasında kaba kuvvet ve tehdidin temel bir rol oynadığı artık ayan beyan ortada. AİHM’in Taksim 2008 kararı ardından, tam da bu kararda hükümetin Avrupa insan hakları hukuku altındaki yükümlülüklerine aykırı olduğu belirlenen uygulamarın artarak devam etmesi, insan hakları kuruluşları ve hukukçuları sistematik bir yaklaşım geliştirmeye yöneltmeli.
Hak aramanın yolları arttırıldıkça, hak arama imkanı daralıyor
Hükümet, AB sürecine her el attığı dönemde haklar alanında yeni kurumlar kuruyor, yeni mekanizmalar kuruyor. Bir yandan da yargıyı iktidarı etkisizleştiriyor; Kamu Denetçiliği Kurumunda da olduğu gibi, hak mekanizmalarındaki kadrolaşma sayesinde bu hak yolları, çoğu durumda hak arama umudu vermenin ötesine geçmiyor.
Türkiye bürokrasisini uzaktan izleyenlerin bile tartışmasız bir gerçek var: Başbakana ters gelecek bir karar ya da idari uygulama yapabilecek bürokrat yoktur. Bu, Başbakandan başlayarak AKP’nin her kademesine inen ve yargıdan başlayarak, olağan işleyişi için idari engelleme görmekten korkan özel şirketlere kadar inen bir korku ilişkisidir.
İç hukuk yollarının etkin sonuçlar vereceğine pek de bel bağlamamak gerekiyor. Uluslararası yargının Türkiye’deki yargı yollarının yeterli olmadığı konusunda genel bir karar vermesi için henüz çok erken.
Şimdi, Türkiye yargısına yapılan başvurularla anayasal güvence altındaki hak ve özgürlükleri teyit edecek emsal kararlar çıkarma yolundaki çabalara ek olarak, uluslararası hukuk alanındaki denetim mekanizmalarını hedef almak gerekiyor.
Özellikle de kendine özgü bir konumu olan AİHM’in kararlarının hiçe sayılması ve ihlal olduğu belirlenen uygulamalardaki ısrar, Avrupa Konseyi insan hakları mekanizmalarının genel işleyişini ve taraf devletler arasındaki karşılıklı yükümlülükleri ilgilendiren bir durumdur.
Demokrasi ve insan hakları alanındaki reformlar ve göreli normalleşme AKP tarafından hızlandırılmıştı. Ancak Başbakan Erdoğan, otoriteryen tarzıyla ve kolluk kuvvetlerinin ihlallerini savunarak kırmızı çizgiyi aştı…
AKP rejiminin hak ve özgürlüklere sistematik saldırısı ve Türkiye yargısının etkisizliği, hem BM nezdinde hem de Avrupa Konseyi nezdindeki resmi denetim mekanizmalarındaki rutin ve rutin dışı denetimlerin bir üst noktaya taşınmasını gerektiriyor. 1990lı yılların sonlarında Türkiye’deki reform süreci ve insan hakları ihlallerinin sayıca düşmesi sonucunda sona erdirilen istisnai düzeye…