* Bu yazı bianet yazarı bir psikiyatr tarafından kaleme alındı. Hastalarının mahremiyetini korumak için ismini saklıyoruz.
Hükümet kürtajı yasaklama konusunda el artırıyor. Sağlık Bakanı kürtajın, yani embriyonun tıbbi yardım eşliğinde düşürülmesinin tecavüz mağdurları için dahi caiz olmadığını döne döne ifade etmeye başladı. O halde, bağrımızı cayır cayır yakma pahasına başka bir düzeyden konuşmanın zamanıdır. Bakalım tecavüz mağdurları için Türkiye'de işler nasıl yürüyor? Birazdan anlatacağım ve içinde kısmen de olsa yer aldığım hikayenin bunu kavramaya yardımcı olacağını ümit ediyorum. Başlamadan belirtmekte fayda var: bu hikaye halihazırdaki durumdan bir kesittir. Hükümet engellenmediği takdirde neler olacağı herkesin kendi hayal gücüne kalmıştır.
Tecavüzün ardından hamile kalan Ş, psikiyatri uzmanı olarak çalıştığım hastanedeki odama geldiğinde çok ama çok geçti. Kendisini daha önce bir kez tecavüzün hemen ardından, yani birkaç ay önce görmüştüm. O zaman da iyi değildi elbet, sıcağı sıcağına yaşanmış bir travmanın hemen ardından ilaç kullanımını salık vermek adetim olmasa da, kendimi ilaç vermek zorunda hissettiğimi hatırlıyorum, notlarımda mevcut. Ancak Ş, bu sefer birkaç ay öncesinden de kötüydü. Yürümüyor, adeta dikilmiş bir ceset gibi kolundan kim çekerse, onun ardından donuk bir ifadeyle seğirtiyordu. Okulu bırakmıştı, bütün gün yatağında yatarak ağlıyor, daha birkaç ay öncesinde geçmişin karanlığında unutulmaya terk edebileceğini umduğu bir hadisenin artık tüm yaşamını belirleyecek heybette karşısına dikilmiş olması gerçeği önünde ketlenmiş, takatsizce bekliyordu. Hamile olduğunu ancak birkaç hafta önce fark etmişti, bu da doğaldı, reşit olmak şöyle dursun, o kadar küçüktü ki.
Neden kürtaja başvurulmadığını sorduğumda söylediklerini çelişkili ve tuhaf buldum. Bir yandan artık kürtaj olamayacağını söylüyor, bir yandan da, on gün kadar önce, hamileliği henüz kürtaj yapılmasına müsaade eder aşamadayken başvurduğu diğer bir şehirdeki hekimlerin operasyonu uygun görmediklerini ifade ediyordu.
Peki, şimdi ne olacaktı? Bana söylediğine göre kendisi için başka bir şehirde yer ayarlanmıştı, doğumdan önce oraya gidecek, doğumdan sonra çocuk kendisinden alınarak başka bir yere verilecekti. Böylece olayı zaten bilen yakın çevre dışında kimse öğrenememiş olacaktı. Ancak bütün bunlar ona zaten çok uzaktı. Karnına bakamıyordu. Yaşam, onun için gelecek olmaktan çıkmış, kapkara bir bahtın sonsuz bir şimdiye sıkıştığı, geçen her saniyeyle kendisini daha da büyüten ve gelecek her günü bir öncekinden daha karanlık kılan bir cehenneme dönmüştü.
Önce yasal sürenin dolup dolmadığını kontrol ettim. Rutin koşullarda 10 haftaya dek olan gebeliklerde gerçekleştirilebilen operasyona, hamileliğin tecavüz neticesinde vuku bulması durumunda yirmi haftaya dek izin veriliyordu.
Ş, hamileliğin 19. haftasında olduğunu söylüyordu, bunu gün içinde kadın doğum uzmanı bir arkadaşıma doğrulatacaktım. Sürenin dolmasına üç ya da dört gün vardı. Kötü: bu çok az zaman var demekti. İyi: hala zaman vardı. Durum acil olduğundan derhal muayene için bekleyen hastaların bir kısmını tatlı dille ikna ettim ve biraz daha beklemelerini sağladım, ardından da telefona sarıldım.
Ş, çalıştığım civardaki diğer pek çok ergen gibi yalnız başına gelmişti. Önce anne ve babayı çağırmalı, gerçekte ne olup bittiği konusunda biraz daha bilgi sahibi olmalıydım. Madem hamilelik birkaç hafta önce fark edilmişti, neden fark edilmesinin hemen ardından sonlandırılmamıştı? İkinci ve benim için daha önemli olan konu: neden şimdi sonlandırılmıyordu? Hem şu başka şehirde doğum yapma ve sonra bebeğin kendisinden alınacak olma hikayesi neydi? Anne ve babanın telefonlarını aradım ve derhal hastaneye gelmelerini rica ettim. Açık olalım, ne olduğunu bilmiyordum ama bu kürtajın geciktirilmesinde anne ve babanın şu veya bu şekilde sorumlu olduğuna ilişkin bir önyargım vardı.
Gerekçelendirilmemiş önyargılar yıkılmak içindir, nitekim anneyle baba acil çağrıma evden ve işten icabet ederek derhal hastaneye intikal etti ve ilgisiz ebeveynler oldukları yolundaki önyargıma ilk darbeyi indirdi. İzleyen 3-4 gün hemen her gün görüşecektik.
Anne, önce tecavüz, ardından da tecavüzün ürünü hamilelik karşısında pusulasını tamamıyla yitirmiş durumdaydı. Kendisini aciz ve aşağılanmış hissediyordu, en az kızı kadar çökmüş durumdaydı ve düpedüz himmete muhtaçtı, kendisiyle ilgilenilmesini gerektiriyordu. Ama saatin tiktakları işliyor, önümüzdeki 3-4 gün çok hızlı davranılmasını gerektiriyordu. İptal olmuş bu annenin süreçte etkili olamayacağı, yani kızına yardımcı olamayacağı açıktı.
Baba çok daha farklıydı, acısını daha derinden yaşıyor, birkaç haftadır evin diğer bireyleri gibi o da kendi köşesine çekilmiş, sessiz sessiz ağlıyor da olsa, durumu bir ölçüde kabullenmiş, metanetini korumaya çalışıyordu. Yoksul insanlardı, dolmuşa binmek onlar için pahalıydı, ilaç katkı paylarını ödemekte zorluk çektiklerini hatırlıyorum. Paranın açabileceği her kapı onlara kapalıydı. Ama bu ilk tanışmanın en önemli sonucu şuydu: Her ikisi de, kızlarının uğradığı bahtsızlık karşısında ne kadar sarsılmış olursa olsun, hemen ardından kızlarının arkasına geçmiş, onun hamileliğe son verilmesi yolundaki arzusunu kendi arzuları bilmiş ve gerekli olan neyse onu yerine getirmek için harekete geçmişlerdi.
Peki, madem anne ve baba, daha onları görmemişken gerekçesizce varsaydığımın aksine gebeliğin sonlandırılması konusundaki iradelerini bu kadar net ortaya koymuştu, nasıl oluyordu da bu hamilelik hala devam edebiliyordu? Şu başka şehirde doğum yapmak ve sonra çocuğun bir yere verilecek olması durumu nereden ortaya çıkmıştı? Hikayemiz asıl şimdi başlıyor.
Hamile olduğu anlaşıldıktan sonra Ş, kendisini muayene eden hekim tarafından savcılığa yönlendirilmişti. Savcılık kendisine, daha doğrusu ailesine, özel durumu dolayısıyla hamileliğin 10. haftadan sonra da (kanun gereği 20. haftaya kadar) sonlandırılabileceğini belirtir bir belge vermişti. Operasyon bulunduğu şehirde gerçekleştirilebilir nitelikte olmadığından, Ş, yanında anne ve babası, başka şehirdeki bir hastaneye başvurmuştu. Bu hastanenin uzman hekimleri operasyonu gerçekleştirmeyi reddetmişti. Bunu işittiğimde içimden biraz söylensem de, üzerinde fazla durmadığımı hatırlıyorum; olabilir, kürtaja karşı olabilirlerdi, belki kendileri karşı değillerdi ama hastane yönetiminin bir politikası mevcuttu. Üstelik Ş ve ailesinin her zaman başka bir hastaneye başvurma olanakları mevcuttu. Kimbilir, belki de anne ve babanın üzerlerine düşeni yaptıkları konusunda hala mütereddittim. Ancak olgular beni yine yalanlayacak, babanın zannettiğimden de becerikli olduğunu teslim etmek zorunda kalacaktım.
Hastane kadın doğum hekimlerinin olumsuz tutumu üzerine başhekimle görüşmüş, başhekim, kadın doğum ekiplerini kendisinin gözü önünde telefonla sıkıştırmaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştı. Peki, neden başka bir hastaneyi denememişlerdi? İşte o zaman, baba savcılık belgesini hekimlerin alıkoyduklarını söyledi. Sarsıldığımı hatırlıyorum. "Neden bir fotokopisini olsun almadınız" diye (kafamdaki şablona uygun biçimde) yarı-suçlayıcı bir biçimde babaya sorduğumu da hatırlıyorum. "Vermediler" demişti. "Neden almadınız" diye sürdürmüştüm, o da bana "Dedim, ben buraya belgeyle geldim, hadi bir şey yapmadınız niye belgeyi alıyorsunuz dedim, 'böyle' dediler". Şimdi sıkı durun: bu hastanedeki hekimlerin hiçbiri Ş.'yi, yani onun yürüyen ceset halini, donuk bakışlarını görmemiş yani görmek istememişlerdi. Babası elinde savcılık belgesi kadın doğum hekimleriyle başhekimlik arasında mekik dokurken, Ş, annesiyle birlikte kantinde beklemekteydi. Konudan haberdar olmuş kadın doğum hekimlerinin hiçbiri (baba üç kişi olduklarını söylemişti) hastayı muayene etmeye, yani ne olup bittiğini ve kendisinin olup bitenler hakkında ne hissettiğini öğrenmeye tenezzül etmemiş, menfi yargılarını babaya bildirmekle yetinmişlerdi. Dinledikçe bir karanlığa usul usul adım atmaya başladığımı hissediyordum. Ve maalesef daha başlardaydım.
Ş ve ailesi muhtemelen "yirmi haftayı geçmediği sürece başvurduğu yerde gebeliği sonlandırılabilir" gibi bir ifade barındıran belgeleriyle başvurdukları hastanede kürtaj yaptıramamış olduklarıyla kalmamışlar, sözkonusu savcılık belgesi de kendilerinden alıkonulmuştu. Sürecin olağan olup olmadığını akşamına kadın doğum uzmanı hekim arkadaşımla konuşacak ve bir tuhaflık olduğuna tam anlamıyla ikna olacaktım.
Peki, sonra ne olmuştu? Yaşadıkları şehre dönünce baba sağlık müdürlüğüne başvurmuştu (ilgisiz ebeveynler şablonunu yıkan bir beceri örneği daha). Müdürlük özel bir toplantı düzenlemişti. Bu toplantıdan çıkan sonucu, Ş'nin bana başvurusundan bir gün önce babasına açıklamışlardı. Ne karar almıştı sağlık müdürlüğü? Hastayı derhal şu veya bu şehirdeki şu veya bu hastaneye ambulansla yönlendirmeyi mi kararlaştırmıştı? Yoksa önceki hastanenin kürtajı reddeden hekimleriyle temasa geçerek basınç uygulama yolunu mu seçmişti? Hiçbiri değil.
Sağlık müdürlüğü başka bir şehrin sağlık müdürlüğüyle temasa geçmiş, o şehirdeki kadın sığınma evinin doğumun gerçekleştirileceği merkez olarak kullanılması her iki müdürlükçe kararlaştırılmış, doğan çocuğun evlat edinmeyi arzu eden bir çifte tahsisine hükmedilmiş, üstelik bu 'talihli' çiftin kim olacağı da tayin edilmişti.
Hala okumaya devam edebilenler yine sıkı dursun, bu kararları başbaşa verip, bu çözümde karar kılan müdürlük bürokratları içinde de Ş'yi gören yoktu. Kimse onun ne istediğini duyma zahmetine katlanmamış, kimse aralarında konuşup Ş'nin hamileliğinin devam etmesine hükmettiklerini onun gözlerine bakarak tebliğ etme zahmetine katlanmamıştı. Kızlarını kürtaj ettirme şansı bulunan, üstelik her bir ferdi bunu arzu eden aileye sunulan yol haritası işte buydu. Kabul etmeye mecbur olacak denli yoksuldular.
Elbette hemen sağlık müdürünü aradım. Anlamıyordum. Bir bildikleri olmalıydı. Annenin, babanın ve kızın sonlandırılması gerektiği üzerinde hemfikir oldukları bir hamileliğin doğuma dek uzatılmasını önermek ve bunun altyapısını hazırlıyor olmak için bir bildikleri olmalıydı. Sağlık müdürüne durumu kavramış olduğum kadarıyla özetledim ve neden hastanın derhal kürtaj olabilmesi doğrultusunda tüm olanakların seferber edilmediğini sordum. Müdür'ün "takdir edersiniz ki o da bir can" demesiyle çok kısa bir süre içinde, yani bir gün içinde kendimi tekrar bir boşluğa yuvarlanır gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Saflığımı itiraf ediyorum: İnsanların tek tek kürtaja karşı çıkmalarına alışıktım, ancak ilk defa bu karşı çıkışların organize, yani örgütlü biçimde kristalize olduğunu yani billurlaştığını görüyordum. Müdür ise, telefonda, organize ettikleri bu planın, bu kadar yoksul bir aile için nasıl da bir nimet olduğunu anlatmaktaydı.
Sonraki birkaç gün çok hızlı geçti. Artık bir kelimeyle 'vazgeçmiş' anne ve babayı canlandırmaya çalıştım, babayı yeni bir belge almak üzere kadın doğum uzmanı tarafından imzalanmış bir yazıyla tekrar savcılığa başvurmaya ikna ettim, savcılıkla kendim de temasa geçtim, operasyona uygun bir yer bulabilmek için kadın doğum uzmanı arkadaşımla konuştum ve uygun bir hastanede, operasyonu gerçekleştirebilecek bir kadın doğum uzmanıyla temasa geçebileceğimizin garantisini aldım, aileye yol masraflarını kişisel olarak karşılayacağımın garantisini verdim, sağlık müdürüyle iki kez argümanlarımı sunmak üzere tekrar konuşmayı denedim, ancak bir diyalog tesis edilemedi, bundan sonra ne işe yarayacaksa aileyi hukuksal yollardan haklarını aramaya teşvik ettim, Ş'yi takip eden günlerde görmeye devam ettim. Gitmesi yakındı, hamilelik kimse tarafından fark edilmeden gitmiş olmalıydı. Hafta sonu tatiline çarptık. Babayı ikinci bir savcılık belgesi almış olarak göremedim, saatin tiktakları çalıştı ve kanunun müsaade ettiği süre doldu. Sonrası sessizlik. Ş gitti, öykü bitti.
Sonuç: Bir süre önce bir kız çocuğu tecavüze uğradı ve hamile kaldı. Kendisi hamileliğin sonlandırılmasını istedi, babası sonlandırılmasını istedi, annesi sonlandırılmasını istedi. Bu hamilelik sonlandırılmadı. Sürece şahit oldum. Sonrasında ne olduğunu, yani bu hikayenin aktörlerinin nerelerde olduğunu bilmiyorum; canlı ceset halindeki Ş'yi, dağılmış annesini, vakur babasını ve mahpustan çıkacağı günü bekleyen mütecavizi (henüz) görmedim. Türkiye'de olduklarını, olmaya devam edeceklerini tahmin ediyor, bir sözde "can" kurtarmak uğruna bu ülke devletinin kaç kişinin hayatını tarumar edebildiğini şaşkın gözlerle seyrediyorum. (ÇT)