Sevgili Öğrencim,
Arkadaşım,
Dostum,
Hocam benim,
Umut öğretmenim,
Kardeşim,
Yoldaşım,
Belki tanışmışızdır seninle. Belki bir derste ve bir derslikte. Ya da belki bir kütüphane köşesinde.
Belki de tanışmadık hiç, hangisidir, nedir gerçek bilemiyorum artık...
Kim bilir belki kantinde karşı karşıya oturduk da, sen günlük gazeteni okuyordun, ben ise bir makale. İkimize de aynı yalanlar söyleniyordu belli ki: Farklı endam ve biçimlerde. Özgür bir uygarlıktan bahsediliyordu; çağdaş, muasır medeniyetler seviyesinden. Herkesin eşit ve özgür olarak doğduğundan ancak her nedense bir gün bunun bir sebepten bozulduğundan ve bu bozulmanın ise eşyanın tabiatına ne kadar da uygun olduğundan dem vuruyorlardı. Kim bilir...
Belki de demokrasi ve özgürlük, temel haklar ve hürriyetler hakkında nutuklar atılıyordu okuduğumuz fotoromanda. Ancak sen de kanmıyordun yalanlara belki ben de. Farklı sebeplerle de olsa, belki sezgisel ve de biraz irrasyonel; belki de tamamen rasyonel; ortada bir yalan olduğunu biliyorduk.
Gizlenen bir şeyler vardı muhakkak; seziyorduk. Ve işimiz buydu bizim; senin de benim de: Perdeyi kaldırmak. Gerçeği her yönüyle, çırılçıplak; yalın ve de dupduru, apaçık, olduğu gibi görmek istiyorduk. Sabırsızdık bazen. Sen daha sabırsızdın benden, ben ise biraz temkinli. Ne yapalım bize de bir şekilde bu öğretilmişti. Bir şekilde...
Aslında hepimiz biriciktik ve bu bile bir aynılıkta buluşturuyordu bizi. İnsandık. Üniversitedeydik. Burada hakikatin peşine düşecektik; koyulacaktık geleceğin, yarının ardına. Buraların, üniversitelerimizin, bilimin, aydınlığın, özgürlüğün, vicdanının ve de en önemlisi cüretin mabetleri olduğuna yine de, belki biraz da safça, inanmıştık. Üzgünüm... Belki de biraz da ben inandırdım seni buna. Bir yalana inandım ve seni de belli ki bir yalana kattım. Affet beni.
Çıkmışımdır karşına belki de; bir derste, bir konferansta. Belki hakemli bir yayının yedi yüz elli dokuzuncu sayfasında. Belki de çıkıp sana, dört gözümle, çok da bilmiş bir edayla ve gayet de yüksek bir perdeden; seni sana anlatmaya kalktım, beni bana. Oysa belki de senden dinlemeliydim: buydu meselenin özü belki de. Sen öğretmeliydin bana.
Çoğu zaman, eminim ki kırdım cesaretini; haddini bil dedim sana. Kim bilir bu ülkenin ve belki bu çağın en büyük günahlarından biridir bu. İşte şimdi şu zamanda, bu dünyanın insanlarının ve de şüphesiz hepsinin, en iyi bellediği iştir bu: Çocukların, gençlerin, kadınların, delilerin ve de kaçıkların, göçeklerin cüretini kırmak. Şüphesiz hepimizin bir taksiratı bu; tam burada suç ortağıyız hepimiz. Cüretini kırmaya çabaladık hep çocukların. Ve mutsuzluğa ve de umutsuzluğa ortak etmeye çabalayıp durduk çoğu zaman onları. İyi halt ettik işte: bir yol tarif ettik, dönüp dolaşıp, aynı adrese çıkan bir yol: Çaresizliğe, karamsarlığa. Ve hep bir sürgüne.
Sen affet beni bir yandan, ne yalan söyleyeyim ihtiyacım var affına. Ama diğer taraftan teşekkür ederim sana: Bana hoca demişlerdi, sana öğrenci. Yine de sen bana da kanmadın, kandırmama izin vermedin seni. Cüret ettin, yaşına başına bakmadan; cürmüm ne ki benim demeden; cüret ettin: bu işte en güzeli! Ne güzel...
Sana bir şey söylemeyi unuttum belki de; ki sen bunu zaten biliyordun: Hakikatin peşine düşmek ve oradan iz sürüp bulduğun yoldan ve de kavşaklardan kovalamak geleceği, bedel ödemeyi göze almak demekti. İşte sen o bedeli göze aldın: benim bir türlü göze alamadığım şeyi.
Bu yüzden işte sen içeridesin, ben dışarıda. Ama emin ol, dışarısı da başka bir hapis, daha bir zindan. Burada gözlerimizin ardında hepimiz hapsedilmişiz. Sen zindandasın ama ışıl ışıl gözlerin hepdışarıda. Değil sadece bana, herkes için ışıldıyor gözlerin. Bir umut feneri gözlerin, yolu gösteriyor biz kaybolmayayazmışlara... Demem o ki Çocuk: çok daha özgürsün benim olduğum yerden, benden ve de bizden.
Yapamadığımı yaptın benim, koydun elini -ne taşı- kayaların altına. Ve bunu sana hiç öğretememiş olabilirim, kusuruma bakma. Çünkü ben de senden öğrendim, öğreniyorum hala: umut etmeyi, yılmamayı, diretmeyi ve de direnmeyi...
Dostum, öğrencim, hocam, sevgili kardeşim,
Yıllarca bağırdık biz, haykırdık: "Öğrencime Dokunma". Sana dokundular biliyorum. O pis, o karanlık elleriyle, gözleriyle dokundular sana. Zul ettiler sana, eziyet ettiler. O anda çıkamadıysam odamdan ya da inemediysem o fildişi kuleden, kıramadıysam o sırça köşkümü, affet beni. Bir tek bunu isteyebilirim sanırım artık senden.
Çok uzattım belli ki lafı. Bilirsin, bazen lafı uzatmaktır benim işim. Bilirsin, öyle bir çağ ki bu, henüz bugün olanlar, di'li geçmiş zaman. Lafı o kadar uzatırım ki ben, apaçık olanı, puslu kılarım istemeden. Ama bitirmeden mektubumu şunu söylemem lazım sana: Sen hakikatin hemen ardında koşan bir nefersin. Bilimin, aydınlığın, özgürlüğün ve geleceğin neferi.
Bir nefersin ama bilirim almazsın hiç kimseden bir emir. Sen o emir alan, emirle demiri, demirle gerçeği kesiveren neferlerden değilsin. Sen o hani, ilkokuldan beri sana ve de bana öğretilen melodisi bozuk marşlardaki neferlerden hiç mi hiç değilsin. Ama yine de bir emir vereceğim sana. Ne olur bir kerelik olsun itiraz etme bana. Buna uy e mi?
Çık gel artık buraya! Özledim seni. Özlemek bir yana, burada olman gerekiyor; dışarısı özlüyor seni. Gerçi biz bilemez olduk artık, neresi içerisi, dışarısı neresi... Burası bir tımarhane sensiz, burası bir Auschwitz. Bana bu yaştan sonra tünel kazdırma. Ne kazmam var ne küreğim, ne de derman var kollarımda.
Çık gel olmaz mı? Ve senin bana ihtiyacın olduğundan bin trilyon kez ya da on üzeri on beş kat daha fazla; ihtiyacım var benim sana, bizim sana.
Çünkü hakikat ve gelecek muhtaçtır umuda.
Seni bekliyorum, bir derslikte, bir amfide. Kantinde bekliyorum belki, belki de bir eylem alanında... Fakültenin önündeki çimende, üniversitede; gelecekte bekliyorum seni. Gelecek hemen yarın, hemen şimdi! Biliyorum bunu, çünkü bunu da sen öğrettin.
Meçhul bir hocan ya da meçhul bir öğrencin.