Elazığ'da Evrensel gazetesinin "Almanak 2019" ekinin çıktığı gün olan 29 Aralık’ta gazete ile dayanışmak amacıyla gazeteyi dağıtanlara polis Kabahatler Kanunu'ndan para cezası yazıldı.
Yıldız Bağları Mahallesi Yunus Emre Bulvarı’nda gazetenin dağıtımı esnasında Genel Bilgi Toplama (GBT) kontrolü yapan polisler, "Şikayet var, çevreyi rahatsız ediyorsunuz" diyerek dağıtımcılara 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun 37. maddesince 153 lira para cezası uyguladı.
Kabahatler Kanunu Madde 37 ne diyor?
Mal veya hizmet satmak için başkalarını rahatsız eden kişi, elli Türk Lirası idarî para cezası ile cezalandırılır.
Bu kabahat dolayısıyla idarî para cezası vermeye kolluk veya belediye zabıta görevlileri yetkilidir.
Daha önce gözaltı da yapılmıştı
Geçtiğimiz dönemlerde de Evrensel’in gönüllü gazete dağıtıcılarına idari para cezaları kesilmiş, polisler tarafından gözaltına alınmışlardı.
2015’te Maltepe meydanında Evrensel dağıtımı yapan, aralarında kadın ve gençlerin de bulunduğu 6 kişi darp edilerek gözaltına alınmıştı.
2017’de Adana’da Mesut Baylav isimli gazete okuru da Hürriyet mahallesinde gazete dağıtırken yanına gelen akrep tipi iki araçtan çıkan yüzü kapalı sekiz polis Baylav'ı aracın içine almış, burada Baylav darp edilmişti.
Geçtiğimiz Mayıs ayında ise Çukurova Üniversitesinde Evrensel satışı yapan Adnan Karataş isimli öğrenciye üniversite idari para cezası uygulamıştı. (HA)
Sevda Alankuş ile “Ege’nin iki yakasından 32 kadın gazeteciyle görüşmeler” üzerine söyleşi
“Bir yandan Türkiye ve Yunanistan’daki kadın gazetecilerin erkek-egemen haber merkezlerinde verdikleri var olma mücadelesini, diğer yandan barış gazeteciliği ve genel-geçer habercilik değerlerine yaklaşımlarını anlamaya çalıştım.”
Çeyrek asır geçmiş, biz hala Sevda ile haber ve habercilik üzerine dertlenip konuşmaya devam ediyoruz, kırk yıldır haber konuştuğum bir başka arkadaşım da bana çıkışıyor: “Ortada haber mi kaldı, nedir bu telaş?”
Herkes haklı!
Sevda ile Bağımsız İletişim Ağı’ndan bianet’e, Atölye BİA’ya hep beraber yürüdük bu yollarda; memleketin bir ucundan öbürüne, dahası Asya’ya, Afrika’ya, Avrupa’ya ve Amerikalara uzanan coğrafyada gazetecilerle, akademisyenlerle buluşmalar, eğitimlerden süzülen kitaplar, forumlar, paneller, toplantılar, en sıkışılan anlarda havalarda uçuşan fikirler, bitmez tükenmez tartışmalar…
Hak haberciliği, barış gazeteciliği, kadın odaklı habercilik/toplumsal cinsiyet odaklı habercilik kavramları, unutulan, öğrenilmeyen olmazsa olmaz odaklar, perspektifler üzerinden kurulan haberler; kuramsal yanı Sevda’dan, pratiği bianet’ten ve yayıldığı her yerden olmak üzere şimdi hayatımızda.
2024, Sevda’ya iki ödül getirdi: Niyazi Dalyancı Barış Gazeteciliği Ödülü (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti) ve Medya Araştırması Ödülü (Basın Özgürlüğü ve Medya Araştırmaları Derneği). Bu iki ödül, yeniden tırmanan habere saldırı ortamında daha da kıymetlendi. İlk ödül, barış gazeteciliğine yaptığı katkılar, ikincisi de çoğu IPS İletişim Vakfı tarafından basılan kitapları ve habercilik alanında yaptığı araştırmalar nedeniyle verildi.
Gazetecilik ve medya araştırmaları birlikte ilerliyor; uygulamayı her yönüyle beslemek ve yeni araştırmaları kışkırtmak gerekiyor ki kanımca bianet, birçok akademisyen için barış gazeteciliği ile hak odaklı habercilik alanlarında araştırmalar konusunda esinlendirici, yol gösterici ve cesaretlendirici oldu.
Bu söyleşi, Sevda’nın Türkiye ve Yunanistan’da 32 kadın gazeteci ile gerçekleştirdiği derinlemesine görüşmelere dayanan son araştırmasıyla ilgili, dolayısıyla haberle de. Çok yakında kitap haline gelmesini de heyecanla beklediğim bu çalışmanın makale formatı İngilizce olarak yayımlandı.
BİA Eğitim Danışmanı, IPS İletişim Vakfı Yayınları’ndan çıkan birçok kitabın editörü ve yazarı, aynı zamanda Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sevda Alankuş olmasının ötesinde can arkadaşım Sevda, dolayısıyla bu söyleşide siz yok sen var izninizle.
“Her şey BİA’nın kuruluşuyla başladı
Nereden aklına geldi kadın gazetecileri çalışmak?
Bu soru beni gülümsetti. İlk neden sensin çünkü ve bianet bağım bir de. Yaşar Üniversitesi Proje Destek Ofisi’nin desteğiyle gerçekleştirilen bu araştırmanın Türkiye ve Yunanistan’daki kadın gazetecilerin haber merkezi deneyimleriyle ilgili kısmı yayınlandı. İkinci bölüm, iki ülkenin kadın gazetecilerinin iki ülke arasındaki ilişkilere ve barış gazeteciliğine yaklaşımlarıyla ilgili bir makalenin konusu olacak. Sonra belki de kitaplaşacak.
Şimdi araştırmanın tümünün derdi üzerinden cevaplayayım sorunu. Sıralamaya başlayayım, bu öykülemeyi seviyorum. Bir bakıma her şey Bağımsız İletişim Ağı’nın (BİA) kuruluşuyla ve bu vesileyle seninle yeniden buluşmamla başladı. 1997’de BİA’nın kuruluşu için ilk adımlar atılırken ben alternatif medya çalışmaya henüz başlamıştım, -siz alternatif değil, bağımsız demeyi tercih ediyorsunuz- kuruluş buluşmasından son anda haberlenip katılmamla birlikte kendimi BİA eğitimlerinin danışmanı olarak buldum. Böylece senin İstanbul’a, benim Ankara’ya taşınmam nedeniyle kopan bağımız yeniden kuruldu. 10 yıl süreyle ülkenin altı bölgesine en az üçer defa giderek verdiğimiz eğitimlerin önemli bir parçası kaçınılmaz olarak kadın odaklı habercilik eğitimleriydi. Sonradan adını toplumsal cinsiyet odaklı habercilik diyeceğimiz bu eğitimlerin metinleri de tıpkı diğer eğitimlerimizin gibi kitaplaştı. Hadi mütevazı olmayalım, çalışmalarımız ve eğitimlerimiz kadın odaklı habercilik konusundaki çalışmalarda esinlendirici oldu, bu adlarla dersler açılmaya, bizim dışımızda da pratiğe dair eğitimler verilmeye başlandı.
Yıllardır neden genel-geçer formuyla haberin kadın hakları ihlali yapan bir anlatı olduğu sorusuna cevap arayan bir habercilik nasıl yapılmalı üzerine konuşuyor, yazıyor, atölyeler düzenliyoruz. Ben de, haberin nasıl ve neden din, mezhep, ırk, sınıf olarak hegemonik erkek(lik)ten yana taraflanarak yapılanmış bir anlatı olduğu ve bunun nasıl dönüşeceği üzerine düşünme çabalarıma devam ediyorum.
Dolayısıyla araştırmaya beni yönelten ilk neden toplumsal cinsiyet odaklı haberciliğe duyulan bitmeyen ihtiyaç, çünkü genel-geçer habercilik öncelikle kadın hakları ihlali yapan eril bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor. Feministler 1980’lerin başlarından bu yana haberin erilliği meselesini, yazılı basının tarihi ve gelişimine de bakarak sorgulamaya başlamışlardı, bulgu bir bakıma “evrensel” idi. Farklı farklı ülkelerde yapılan araştırmalar aynı sonucu veriyordu. Bu arada kadınların haberleri farklı yapıp yapmadıkları, yapamıyorlarsa nedenleri üzerine de araştırmalar var. Örneğin haber merkezlerinde kadınların çoğalması bir fark yaratıyorsa da, bu yapısal bir fark değildi. Tabii bu, sektörün niteliğine, çalışılan medya kuruluşunun büyüklüğüne, ülkenin kültürüne vb. de bağlıydı ama sonuç pek değişmiyordu. Haber erilliğini ve kadın hakları ihlalleri yapmayı sürdürüyordu, hatta alternatif mecralarda bile. Kadınlık ve erkeklik kategorilerine özcü yaklaşmamakla birlikte, kadın olma pratikleri içerisinde öğrenilen bu toplumsal cinsiyet kimliği Türkiye’de haberciliği ne yönde etkilemişti ve yapısal dönüşüme uğramasında etkili olabilir miydi? Kiminle başlayacaktım bu sorunun cevabını aramaya? Tabii sizlerle. Yani senin de içinde bulunduğun kadın gazeteciler kuşağı ile. Çünkü sizin kuşağınızın özel olduğunu düşünüyor ve görüyorum. Ama onun da bir öyküsü var. Onu da anlatayım, çünkü Türkiye’de gazetecilik alanındaki çalışmaların durumuna da ışık tutuyor ve bu kısmını sen yine iyi biliyorsun.
“Babıali’nin erkek egemen tarihi”
Boğaziçi Üniversitesi’nde barış gazeteciliği konusunda gerçekleştirilen bir konferans sonrasında sen, Ferai (Tınç), İpek (Çalışlar), Füsun (Özbilgen), Susan (Ross), Nur (Bekata) boğaza karşı oturmuş, Türkiye’deki yazılı basının durumu üzerine bir değerlendirme yapıyorduk ve Washington State Üniversitesi’nden meslektaşım Susan’ın meraklı sorularına verdiğiniz cevaplar bende 1968 kuşağı kadınlarının Türkiye’deki gazetecilikle habercilikte önemli dönüşümler yarattığı ancak kadınlarla ilgili pek çok şey gibi bunun da yeterince dillendirilmediğini düşündürttü. Görünen oydu ki, çeşitli sol hareketler içerisinden gelen ancak Türkiye’nin en iyi okullarından mezun olmakla birlikte işsiz bırakılmış bu kadınları, duayen erkek gazeteciler yönetimindeki Babıali, tam da kadın okuyucuların artmasının dert edinildiği 1980’lerde, istemeye istemeye içine almak durumunda kalmış ve “değişim” başlamıştı ve bunların kayda alınması gerekiyordu. Nasıl bir değişim sorusunun cevabı şimdilik bir kenarda dursun, hatta yayınlamayı düşündüğüm kitaba kalsın.
Bu buluşma sonrasında hızlıca bir literatür taraması yaptım ve sahiden bırakın bu senin kuşağının gazeteci kadınlarını, genel olarak Türkiye’deki kadın gazetecileri konu edinen çok az sayıda akademik veya akademi dışı çalışma olduğunu gördüm ki hala da bunların sayısı çok az. Bir örnek vereyim, “Kendi Anlatımlarıyla Duayen Gazeteciler” (2003-2004-2005) başlığıyla ve üç cilt olarak basılan kitaplarda duayen olarak tek bir kadın gazeteci ile karşılaşıyorsunuz. Suat Gezgin, Veli Polat ve H. Esra Arcan’ın yayına hazırladığı üç ciltlik “Türkiye’nin Sözlü Basın Tarihi” (2016) isimli kitapta ise 50 erkek gazeteciye karşılık dört kadın gazeteciye yer verilmiş. Gezgin, “Çağının Tanığı Kadın Gazeteciler” (2023) başlıklı çalışma ile bu eksikliği sonradan tamamlamaya çalışmış ama bu çalışma bir sözlü tarih çalışması niteliğinde değil. Yani biz, Babıali’nin erkek egemen tarihini yine erkek gazetecilerin ağzından işitmişiz hep. Üstelik senin kuşağının kadınlarından çok azı anılarını yazmışlar, oysa erkek gazetecilerin epey var.
Dolayısıyla özetlersem feminist haber eleştirisi okumalarım, Türkiye’de genel-geçer gazeteciliğin kadın düşmanlığına varan hak ihlalleri haberciliği, konunun üzerine bizi çokça düşünmek durumunda bırakan kadın odaklı habercilik eğitimlerimiz ve bu eğitimlerde yakından tanıma fırsatı bulduğum yerel basına mensup olanlar yanında, deneyimlerini paylaşan senin kuşağının kadın gazetecileri ve bu konulardaki çalışmaların azlığı bu araştırma için esin kaynağım oldu.
Ama gördüğüm kadarıyla sonradan araştırmanın kapsamını genişletmeye karar verdin. Çalışmanın Türkiye ve Yunanistan’daki kadın gazetecileri kapsaması bana özellikle önemli geldi. Yine de sorayım: Niye?
Buna da araştırmamın genel problematiği çerçevesinde cevap vereyim. Tekrar olacak ama araştırmaya başlarken esas derdim 1968 kuşağı kadın gazetecilerin Türkiye basınında nasıl bir fark yarattıkları, yaratamadılarsa nedenleri, dolayısıyla kadınların, özellikle de toplumsal cinsiyet, eşitlik, adalet konularında politik bir derdi olan kadınların haberciliği farklı yapıp yapamadıkları -çünkü aklımda hep haberin yapısal olarak eril bir anlatı olduğu ön kabulü var- konusundaki literatüre de Türkiye üzerinden bir katkıda bulunmaktı.
Bu arada yine BİA sayesinde tanıştığım ve Kuzey Kıbrıs’ta Annan Planı’nın masada olduğu dönemde kaçınılmaz olarak kendimi içinde bulduğum barış gazeteciliği kuramlarında da kadınların haberciliğinin genel-geçer habercilikten farklı olabilme beklentisi ile karşılaştım. Beklentisi diyorum, çünkü öyle karşılaştırmalı bir alan çalışması yoktu -bildiğim kadarıyla hala da yok- ancak alanın teorisyenleri -isim “babaları”nın- böyle bir varsayımı ve beklentisi vardı. Ancak bu beklentiye rağmen genel-geçer haberciliği eleştirirken bir yandan kendilerinden daha önce benzer şeyleri dert edinen feminist haber eleştirisinin söylediklerini neredeyse tekrarlıyorlar, diğer yandan bir türlü haberin erilliğinin esas olarak onu savaş gazeteciliği kıldığını söyleyemiyorlardı.
Bir örnek vereyim, “objektiflik” biliyorsun genel-geçer haberciliğin en büyük mottolarından biri olmayı sürdürüyor, hiçbir zaman uygulanmadığı ve uygulanamayacağı halde, barış gazeteciliği kuramlarının önemli isimlerinden birisi olan Robert Hackett, örneğin akademi ve bilimdeki pozitivist gelenekten “akıl”, dolayısıyla “erkek” işi sayılan gazeteciliğe sızarak, gerçeğin duygular ve sübjektiflik bir kenara atılırsa ve doğru teknikler kullanılırsa bilinebileceği, tarafsızca aktarılabileceğini varsayan objektifliği kıyasıya eleştiriyor ama dili varıp da bunun aslında ne kadar beyaz erkeğin üst aklını kutsayan eril bir epistemolojik konum olduğunu sorgulamıyor.
Dolayısıyla altını çizeyim, ironik ama şaşırtıcı olmayan biçimde barış gazeteciliğinden söz ederken benim benimsemediğim “özcü” bir yaklaşımla (bu iddiayı işlememiş olsalar bile) kadınların barış gazeteciliğine daha yatkın olduklarını söyleyen erkek kuramcıların, alanı feminist eleştiriyle zenginleştirmeye çalışan kadın akademisyenler ve söyledikleri üzerinde de hegemonik bir tavrı var ve bu gerekli olduğunu düşündüğüm feminist haber tartışmaları geleneği ile barış gazeteciliği çalışmalarının buluşmasını engelliyor.
“İki ülkenin medya rejimleri belli ölçüde benzeşiyor”
Özetle ben, bu iki feminist hattı buluşturmaya ve barış gazeteciliği kuramcılarının teorik olarak yeterince temellendirmeyip araştırmadan iddia ettikleri “kadınların barış gazeteciliğine daha yatkın oldukları” yolundaki iddialarını bir tür sınamak istedim. Ya da şöyle söyleyeyim, acaba kadın gazetecilerin karşılaştıkları bütün engellemelere rağmen bu erkek egemen haber merkezlerinde ve genel-geçer habercilik anlayışında yarattıkları farklar haberin eril ve savaşçı niteliğine dokunabilen bir farklılık mıydı? Kadın gazeteciler, barış gazeteciliğinin imkânlarını görüyor ve/veya genel-geçer haberciliğin objektiflik iddiası ile ilgili bir mesele kuruyorlar mıydı?
Bunu da en iyi, Türkiye ve Yunanistan gibi gerilimli komşuluk ilişkilerinin tanığı ve habercisi kadın gazetecilerin haber merkezi deneyimleri ve habercilik değerlerini işiterek anlayabilirdim. Böylece araştırma alanım genişledi, Yunanistan’daki kadın gazetecileri de içerdi ve iki odaklı bir çalışma ortaya çıktı. Bir yandan bu iki ülkedeki kadın gazetecilerin erkek-egemen haber merkezlerinde verdikleri var olma mücadelesiyle, bunun için geliştirdikleri stratejileri, neleri başardıkları ve başaramadıkları konusundaki değerlendirmelerini, diğer yandan barış gazeteciliğine, dolayısıyla genel-geçer haberciliğin değerlerine nasıl yaklaştıklarını anlamaya çalıştım.
Son olarak da şunu ekleyeyim. Akademik hayatta dert edindiğin şeylerin aslında hayatta dert edindiğin şeylerle ilgili olması gerekmez mi? Ben de haberciliğin mevcut durumunu ve bunun kısmen sorumlusu gördüğüm kadın habercilerin haber merkezlerindeki durumunu dert ettiğim gibi, Türkiye ve Yunanistan dostluğunun varlığını ve sürdürülmesini de dert ediyorum. Ayrıca, hem bir yandan 2000 yılı başlarından itibaren çok değişmiş olsa bile iki ülkenin medya rejimleri ve politik iniş çıkışları, tarihleri, hegemonik erkekliğin bunlar üzerindeki yansımaları vb. belli ölçüde benzeşiyor, hem de işte özellikle 1997’de iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren Kardak/Imia krizinden bu yana tanık olduğumuz gibi “milli mesele” sayılan konularda iki tarafın medyası da savaş kışkırtıcılığı yapıyor, iktidarlar yakınlaşmadan yanaysalar amenna, değilseler barıştan dem vuranları marjinalleştiriyor, vatan haini ilan etmeye kadar vardırıyor.
Bu arada son olarak şunu söyleyeyim, Yunanca bilmiyorum ama Yunanistan’daki kadın gazetecileri konu edinen İngilizce yayınlanmış tek bir çalışmayla karşılaştım, onun da tarihi eski. Belki yenilerde yapılmış çalışmalar vardır diye umuyorum.
32 kadın gazeteci, üç yıl süren görüşmeler...
Bu araştırma sürecini konuşalım mı?
Türkiye kısmı nispeten kolaydı, çünkü isimleri -sayende- tanıyordum veya biliyordum, güçlü referanslarım vardı. Yunanistan’da daha zor oldu. Atina’dan Niki Çilingiroğlu’nu ve Panhellenik Gazeteciler Sendikası sekreterini, deyim yerindeyse, bu ilişkileri sağlamak konusunda bunalttım. Sendika sekreteri en sonunda beni başından savdı, sayende tanıdığım ve şimdi benim de arkadaşım olan sevgili Niki ise sonuna kadar bana katlandı. Sadece ağustos sonu ve eylül başlarında Yunanistan’a gidebiliyordum ve orada da yaz tatili bizim Ege kıyılarında olduğu gibi uzun sürüyor, gazetecileri ancak tatil dönüşlerinde yakalıyorsun, o zaman da yoğun oluyorlar. Bazen sana güveniyorlar, bazen Türkiye’deki politik durumu yakından takip ettiklerinden “Bu da kim şimdi?” diyorlar ama biraz da galiba gazeteci merakıyla kabul ediyorlar.
Tabii ki sol çizgide olanlar daha açık ve istekliyken, merkez sağdakiler temkinli davrandılar ve daha formel, mesafeli cevaplar verdiler. Görüşmelerim çoğunlukla kafelerde gerçekleşti, oysa Türkiye’de genellikle evlerde ağırlandım ki görüşülen ortam bu tür araştırmalarda önemli. Yine görüşmeler İngilizce olarak gerçekleşti. Bazen de İngilizceleri yeterli olmadığı için Yunancadan Türkçeye veya İngilizceye çeviri yardımı aldım. Araya COVID-19 da girince iki görüşmeyi çevrimiçi yapmak durumunda kaldım, iki gazeteci de sorularımı elektronik posta ile cevapladılar. Ama sonuçta 16’şardan 32 sayısına ulaşmayı başardım ve 2019’da başladığım araştırmanın “derin görüşmelerini” 2022 yılında tamamlayabildim.
Bu tür niteliksel araştırmalarda alınan cevaplar çok tekrara düşmeye başlayınca durulabilir deniyor, ben de öyle yaptım. Bir de tabii şunu eklemeliyim, görüşmelerin en kısası bir buçuk saat, en uzunu 4-5 saat sürdü. Feminist nitel araştırmaların bilgi üretmeyle ilgili yöntemsel tercihi (aslında paradigmatik diyelim) pozitivist yaklaşımla gerçekleştirilenlerde koşul sayıldığı gibi, nesnel olmak adına araştırmacının kendisini “dışarda” hatta “üstte” konumlayarak değil, “içinde”, görüştüklerini de “denek” değil de “eşit bilgi üreticileri” olarak bilen, görüşmelere ortak bilgi üretimi olarak yaklaşmak yönünde. Ben de öyle yapmaya çalıştım. Burada itiraf edeyim, MS tanısı da konulunca erkenden emekli olmak durumunda kalan, ekonomik kriz nedeniyle işinden ilk edilenlerden olan, politik baskılara veya çalıştığı haber merkezindeki genel yayın müdürünün yarattığı şiddete, havada uçuşan küfürlerine dayanamayıp istifa eden kadın gazetecilerin öykülerinden etkilendim. Yani duygularım elbette ki işin içine karıştı.
Karşılaştırma hem iki ülke hem de kuşaklar arasında
32 iyi bir sayı böyle bir araştırma için, peki kimdi bu kadınlar, genel profil vermek mümkün mü?
İlk önce 68 kuşağının kadın gazetecileriyle başladım görüşmelere bildiğin gibi, aynısını Yunanistan’da da yapmaya çalıştım. Bu ortaklıkları fazla olan bir kuşak örneğin, aralarında ülkelerinin askeri darbe dönemlerinde gazetecilik yapmış olanlar var. Üniversite eğitimli bir kuşak olarak, yani 1980’lerin ortalarında -ki bu dünyada da haber merkezlerindeki kadın sayısının artmaya başladığı dönem ve nedenini kısmen kadınların tüketiciler olarak gücünün fark edilmesi ve gazetelerin kadın ve magazin ekleri çıkarmaya başlamasına bağlayanlar da var- çalışmaya başlıyorlar ve örneğin İsmail Cem ile Yiorgios Papandreu döneminde gazetecileri de içine alan yakınlaşmaya da, Kardak/İmia krizi sırasında medyanın provokatif rolüne de tanıklık etmişler ki bu önemli bir tanıklık, dolayısıyla söyledikleri de.
Ancak araştırmaya sonradan şimdilerde Türkiye’de politik baskılar, Yunanistan’da ekonomik kriz temelli işten çıkarmalar vb. nedenlerle emekli olmuş bu kuşağın yanı sıra, hala aktif görevde olup iki ülkenin değişen politik iklimleri ve medya rejimleri içinde ve değişen gazetecilik anlayışıyla habercilik yapmaya çalışan kuşakları da dâhil ederek karşılaştırmayı kuşaklar arasında da yapmak istedim.
Politik olarak merkez ve merkez sağ ile merkez sol ve sol görüşlülere ulaşabildim. Türkiye’den sadece iki hükümet yanlısı medya kuruluşunda çalışan gazeteci ile görüşme gerçekleştirebildim ki, en zor olan bu görüşmelerdi. Belki karşılıklı güven oluşmadığından ya da zaten var olmadığından veya tahmin edilebilecek çekinceler nedeniyle sorularıma bir örnekte son derece tartılarak, temkinli ve olabilecek en standart cevaplar verildi. Sıklıkla “aman bunu yazma” da dendi. İkinci görüşme iktidar yanlısı bir medya grubu içerisinde kadın gazetecilerin konumunu anlamak açısından çok zihin açıcı bir açıklıkta cereyan etti, ancak kayıt yapmama izin verilmedi, görüşmeyi elle tuttuğum notlarla gerçekleştirebildim.
Sınıfsal olarak sorarsan, “çoğunluk” diyeyim, orta sınıf ailelerden gelen kadınlardı. Görüşeceğim isimleri kartopu yöntemiyle belirlerken etnik/dini kimliklerin temsiline dair bir seçimle tercih yapmadım ama görüştüklerim arasında Yunanistan tarafında yarı-İtalyan, Türkiye tarafında ise Yahudi ve Kürt gazeteciler vardı, Kürt olduklarını ancak söz aralarında öğrendiğim bu gazetecilerin kimliklerini AKP’ye yakınlıkları belirliyordu.
“Meslekte tutunma tutkuları çok güçlü”
Gerçi başladın örnekler vermeye ama bu noktada benzerlikler ve farklılıkları konuşmaya başlayalım mı?
Öyle çok ki benzerlikler. Sizin kuşaktan başlayayım. Örneğin, mesleğe Yunanistan’ın köklü sol gazetelerinden birisinin Atina bürosunda çalışırken, Selanik bürosuna geçmek isteyen bir katılımcıya “Biz burada kadın istemiyoruz” deniliyor ve işe alınmıyor. Türkiye’de 80’lerin ikinci yarısında Hürriyet genel yayın yönetmeni ilk defa o gün işe başlayan gazetecileri (bunu birden fazla katılımcıdan işittim) “Ben kadınlarla çalışmayı sevmem” diyerek karşılıyor. Kadınlarla ilgili haber yaptıklarında veya ilgili haberlerin dilini değiştirmeye çalıştıklarında kendilerine ya, “Bir de siz çıktınız” deniliyor (Yunanistan), ya da örneğin “paralel bir gazete kurmaya kalkışmak” (Türkiye) ile eleştiriliyorlar.
Tacize uğruyorlar ama yaşarken genellikle görmezden geliyorlar ve “işlerini yapmaya devam ediyorlar” çünkü meslekte tutunma tutkuları çok güçlü. Bazılarının maruz kaldıkları kimi tavırların “taciz” olduğuna dair farkındalıklarının ise çok sonradan oluştuğu anlaşılıyor. Ancak tabii bugün 40’larında olan kuşağın tacizler ve mobbing karşısındaki farkındalıkları ve tavır alışlarının -bana anlatılanların sınırları içinde- bugün 70’lerinde olan kadın gazeteciler kuşağından farklılaştığını da söyleyeyim. Ama yine de bence “#MeToo” (Ben de) hareketinin iki ülkede de kadın gazetecileri arasında karşılığını bulmamış olması dikkate değer. Nitekim Yunanistan’da bilebildiğim kadarıyla bir iki ifşa yaşanmışsa da Türkiye’de medya dünyasının kadınlarından ifşalar işitmedik.
Görüştüklerim arasında erkek yöneticilerin ve meslektaşlarının kendilerine gösterilen “yakınlığa” olumlu cevap vermedikleri durumda uğradıkları taciz ve mobbingleri örnekleyenler oldu ama her iki ülkede de taciz kendilerinden daha çok meslektaşları olan diğer kadınların yaşadıkları üzerinden hikayeleştirildi. Yani “ağır tacizler” hep “başka kadınların başına gelen” bir şeydi.
Diğer bir benzerlik özellikle de ilk kuşağı temsil edenlerin gazetelerin genellikle magazin gibi soft haberler yapılan bölümlerinde görevlendirilmeleriydi, yabancı dil bilenler ise dış haberler bölümlerinde kendine yer buluyordu. Dış haberler biriminde çalışanlar daha çok çeviri gibi masa başı işler yapıyordu, sahaya çıkmak istediklerinde ise kendilerinden örneğin, erkek habercilerin işi sayılan diplomatik görüşmeleri takip etmek değil de mesela, neler yenilip içildiği gibi konuları anlatmaları bekleniyordu.
“Eril haber merkezlerinde varlığını kabul ettirmek”
Yine benzer şekilde kendilerini kabul ettirmek için geceli gündüzlü, çocukları varsa çoğunlukla annelerine teslim ederek çalışır, hatta erkeklerin de işlerini gönüllü olarak üstlenirlerken bunu “Mesleğimi öyle çok seviyordum ki, hiç şikâyetçi değildim” diye dillendiriyor olmaları çarpıcıydı. Türkiye’de bu durum daha çok karşıma çıkarken, işittiğim bir örneği de paylaşayım. Örneğin, Ankara muhabiri bir gazeteci, gece boyu süren parlamento görüşmeleri sırasında erkek meslektaşları “Biz notları sonra senden alırız” diyerek “içmeye” giderken, kendisinin Meclis’te sabahlayarak notlar tutmuş olmasını, sonra bunların fotokopisini çekerek erkek meslektaşlarına dağıtmış olmasını, biraz tebessüm ederek ama şikâyet konusu etmeden benimle paylaştı ve gerekçesini “mesleği çok sevmek” olarak açıkladı.
İki ülkede de haber merkezinin erkeklerinin kulübüne dâhil olmayı tercih ederek akşamları onlarla sosyalleşmeyi barlara, maçlara takılmayı, onların dilini kullanarak küfretmeyi seçenler vardı. Yine de bu bir örnekte olduğu gibi, yönetici konumuna atandıklarında sözlerini geçirebildikleri, onlar konuşurken masa altından erkeklerin “Bizimki yine başladı” türünden jestleriyle karşılaşmadıkları, hatta yönetici olarak atandıkları ilk gün haber toplantısına katıldığında kimse yer vermeye yeltenmediği için 10-15 dakika ayakta durmak zorunda kalmadıkları anlamına gelmiyordu (Türkiye). Diğer yandan, “Sadece işimi yapmaya çalıştım” diyen, işyerini tanımlarken bir ev/yuva metaforunu kullananlar bir gazeteci de vardı ve işten atıldığında yaşadığı travmayı evinden/yuvasından olmak biçiminde tarif ediyordu (Türkiye).
Görüştüğüm kadın gazetecilerin eril haber merkezlerindeki varlıklarını kabul ettirmek açısından verdikleri “ataerkil müzakere” dair iki çarpıcı örnek daha paylaşayım. Türkiye’de 1980’lerin sonuna doğru 30’lu yaşlarında Milliyet Gazetesi’nde ekonomi konusunda yazan gazeteciye, adet olduğu halde köşesinde fotoğrafı kullandırılmamıştı. Çünkü kadın olması yetmezmiş gibi, ekonomi konusunda yazmak için “çok genç” bulunabilir ve bu yazdıklarının inandırıcılığını zedeleyebilirdi. Yunanistan’da ise 2016 yılı gibi geç bir tarihte ülkenin köklü gazetelerinden Kathemerini’de çalışan gazeteci, uluslararası ilişkiler konusunda günlük köşe yazısı yazmayı istediğini genel yayın yönetmenine söylediğinde kendisine, “Bizim okuyucumuz muhafazakâr, şimdilik ayda bir yaz, tepkilere bir bakalım, ona göre” cevabını almış ve günlük yazılar yazmaya ancak bir yıl sonra başlayabilmişti.
“Konuştuğum bütün gazeteciler sendikalıydı”
Bu arada ilginç bulduğum ve doğrusu beni hayal kırıklığına uğratan bir benzerlik de kadın gazeteciler arasında, hemcinsleri için bir şeyler yapmaya çalıştıklarını -dil, fotoğraf kullanımı, daha önce önemli sayılmayan şiddet, ensest, ev içi emek, yaşlı ve çocuk bakımı gibi konuları ilk olarak kendilerinin dillendirdiklerini ifade etmelerine ve bunları yaparken nasıl bir dirençle karşılaştıklarını anlatmalarına rağmen- “feministim” diyenlerin sayısının bir iki kişiyi geçmemiş olmasıydı. Ülkelerindeki kadın hareketiyle organik ilişki içinde bulunanlar hiç denecek kadar azdı.
Farklılık ise esas olarak dayanışma ve örgütlenme konusunda ortaya çıktı. Kadın gazeteciler arasında adını “dayanışma” koyabileceğimiz türden bir meslektaşlık söz konusu değildi. Böyle bir dayanışma örneği olarak ise karşıma bir tek Türkiye’de ve Hürriyet Gazetesi’ndeki kadın inisiyatifi çıktı. Aksi halde her iki ülkenin kadın gazetecileri arasında kadın, özellikle de yönetici kadın rekabetinin altını çizenler çoğunluktaydı.
Ancak bu noktada iki ülke gazetecilerinin koşulları arasındaki farka da işaret etmek üzere, Yunanistan’da kadın gazetecilerin bireysel çabalar dışında dayanışma örneği sayılacak eylemliliklerine dair örnekle karşılaşmadığı söylerken, çok güçlü bir sendikalaşma geleneğine sahip olduklarını da eklemeliyim. Nitekim konuştuğum bütün gazeteciler sendikalıydı. Sanırım ayrıca bir kadın dayanışmasına neden duymamalarının bir nedeni buysa, diğer nedeni de Türkiye’de konuştuğum kadın gazetecilerden de az olmak üzere kendilerini kadın hakları mücadelesi veya feminist mücadele ile irtibatlandırıyor olmalarıydı.
Cam tavanları zorlayan kadın gazeteciler
Peki neden Deniz Kandiyoti’nin özellikle bizimkine benzer coğrafyalardaki kadınların özel alanda kendilerine edindikleri göreli “konfor” alanını ve bununla gelen “gücü/itibarı” ifade etmek üzere kullandığı “ataerkil pazarlık” kavramını kadınlar için kamusal veya yarı-kamusal alan sayılacak habercilik ve haber merkezi deneyimleri için kullanmayı tercih ettin?
Haklısın, bu literatürde çok gönderme yapılan ve esasen kadının özel alanda örneğin oğlan çocuğu sahibi olmakla ailede edindiği dolaylı itibarı ve gücü ve konforu ifade etmek üzere kullandığı bir kavram “ataerkil pazarlık”. Ben bunu biraz da serbestçe ve bağlamını genişleterek “andro-sentrik” olduğu konusunda herkesin hem fikir olduğu haber merkezlerinde kendilerine bir “oda”, “alan” yaratmak veya kendisine bir yer bulup kabullenilmek için bilinçli veya bilinçsiz olarak geliştirdikleri stratejiler ile karşılığında elde ettikleri göreli güç, itibar veya konforu ve bunun üzerinden yapabildiklerini ifade etmek üzere kullandım. Bunun nasıl bir “konfor” ve “güç” verdiğini de aslında yukarıda örneklemiş oldum ama başka türlü de söyleyeyim. Görüyoruz ki, kadın gazetecilerin haber merkezlerinde giriştikleri bu “pazarlık”, lehlerine işleyebilmiş. Hatta sadece kendinin değil, diğer kadınların da konfor alanının genişleten sonuçlar yaratabilmiş.
Örneğin, kanımca haber müdürü olarak atandığı gazetedeki ilk toplantısında kendisine oturacak sandalye bırakılmadığı için 15 dakika kadar ayakta beklemek pahasına odayı terk etmediğini ifade eden katılımcı, ataerki ile girdiği bu pazarlığı bir “ödün” gibi görünse de sadece kendi adına değil, cam tavanları zorlayan diğer kadın gazeteciler adına da yapmış sayılmalı. Diğer yandan, madalyonun öbür yüzünde kadın gazeteciler hafta içi, sonu, gece gündüz demeden hatta erkek meslektaşlarının da işini “gönüllü” olarak üstlenecek kadar çok çalışarak kendilerine bir “yer açabilmişler”, ancak kimileri için bu sadece kendilerine ait masalarının çizdiği hattı aşmamak kaydıyla yaşanabilen bir konfor alanı olarak kalmış ve örneğin her krizde işten ilk çıkarılanlar onlar olmuş. Bu konuyla ilgi son olarak da şunu söyleyeyim, kadın gazeteciler, evet ataerkiyle farklı farklı pazarlık stratejileri içerisinde bir konfor alanı sağlamayı, bu konforun verdiği güç ile haberlerin çerçevelenme biçiminde, haber kaynaklarının genişletilmesinde, fotoğraf kullanımlarında, daha önce özel alana ait, bu nedenle de önemsiz sayılan konuların kamusal alana taşınıp tartışılması ve bunlarla ilgili politikalar üretilmesinin yolunu açarak, haberlerde kullanılan seksist dilin kısmen ayıklanması gibi konularda önemli farklar yarattılar ve izleri silinmeye çalışılsa da bunlar bir değişim yarattı. Ancak araştırma sonuçları ve bunların sınırlılıkları çerçevesinde, bu kazanımların ana akım medya haberciliğinde -örneğin konu “milli mesele” olunca- yapısal bir değişiklik yaratabilecek sonuçlara yol açmaya yetmediğini, belki de zaten böyle bir niyetin taşınmadığının da altını çizmek durumundayım.
“‘Profesyonel ideoloji’, ana akımda varoluşun ön koşulu”
O zaman bu söylediğini açalım, yani şu haberin yapısal yanlılığı meselesini.
Evet, en azından bu araştırma bağlamında niye konuyu ikide bir buraya bağlıyorum onu açıklamaya çalışayım. Linkini verdiğimiz makalemde bununla ilgili detaylı bir özet ve bolca referans var. Burada sadece, feminist bir disiplinlerarası yaklaşımın çerçevesinde ancak mevcut medya rejimlerinin sahip olduğu nitelikleri hep aklımızın bir kenarında tutarak cevaplayayım.
Öncelikle haberi eril kılan ya da kadın hakları ihlali, bazen kadın düşmanlığı yapan bir anlatı kılan, hatta bütün ötekileri erkekliği olumlamak üzere kadınlara atfedilen olumsuzluklar üzerinden temsil etmesine yol açan temel ilke ve kodlar var ve bunların “haber değeri” tanımından, onu kesin ve güvenilir kılmak için kullandığı yöntemlere, “ötekini” değil de “beyaz”-erkek bireyi, “beni/bizi” merkeze alan etiğe, söylemsel kuruluşuna kadar hegemonik olana hizmet eden yapısal yanlılığının kolayca yerinden edilebilmeleri zor. Çünkü, bunlar bir “profesyonel ideoloji”ye dönüşmüş ve son derece içselleştirilmiş, ana akımda varoluşun ön koşulu haline gelmiş durumda ve sektörün temsilcileri, bu ideolojiyi çıkar birliği içerisinde bulunduğu güç ve iktidar sahipleri lehine kullanmayanlara -kadın/erkek olmalarına bakılmaksızın- varoluş imkanı tanımıyor.
“Barış bir süreç işi ve ilmek ilmek dokunan bir şey”
O zaman gelelim barış gazeteciliği konusunda neler düşündüklerine. Öyle sanıyorum ki bu soru sana “genel-geçer haberciliğin yapısal yanlılığının niye savaştan yana bir yanlılık” olduğu konusunda daha fazla şey söyleme fırsatı da verecek.
Genel-geçer haberciliğin, haberi eril kılan ilke ve kodlarıyla, etiğinin sorgulanarak, dönüştürülmesi gerekiyor, çünkü bunlar haberi çatışma ve savaş sever kılıyor. Örneğin, haberin değeri tanımının yeniden tarif edilmesi gerek barıştan yana bir habercilik için. Elbette, gündelik hayatın olağan akışında bir kırılma yaratan ve kamuyu ilgilendiren olgular haber değeri taşıyacak, bu doğal ve gerekli. Ama habere sadece böyle yaklaştığınızda işte çatışma haber oluyor da barış olmuyor, çünkü barış bir süreç işi ve ilmek ilmek dokunan bir şey.
Başka bir boyut; kesinlik ve güvenirlik adına “resmi” veya hep sınıfsal olarak ayrıcalıklı kesimleri temsil eden güç ve iktidar merkezlerinin haber kaynağı olarak kullanılması. Bir diğeri, “olgusal gerçeğin” şu meşhur beş soruya cevap vererek ortaya çıkarılabilecek basitlikte olduğunun kabulüyle haberlerin çerçevelenmesi bu yapılırken de reytingin, tıklanmanın esas alınıyor olması. “Tarafsızlığın” sanki taraflar kendi içinde homojenmiş gibi iki tarafın da görüşlerinin alınmasıyla sağlanabileceğine -o da çoğunlukla peşine düşülmeyen ideal durumda- inanılması. Objektiflik adına diğerkâmlıktan arınmış bir dilin kurulması, dahası hep haklı olan “biz” ile hep haksız ve suçlu olan “onlar” karşıtlığı içinde kurularak gerilimleri körükleyen bir hikâye anlatıcılığı. İşte bu bütün sıraladıklarım haberi sadece eril kılmıyor, bağlı olarak da savaş ve çatışma yanlısı kılıyor. Ve bütün bu ilke ve kodlar ile etik tavrın kadınların ya uzaklaştırıldığı ya da marjinalleştirildiği haber merkezlerinde oluşmuş ve ideolojiye dönüşmüş olduklarını da hatırlatayım ve konu “milli meselelere” gelince bağımsız medya geleneği olmayan ülkelerde -ki Yunanistan ve Türkiye’de gazeteler bizatihi iki ülkenin gecikmiş ve birbirinin ötekisi olarak şekillenmiş ulusal-inşa süreçlerinin temeli olmuşlar- alternatif anlatı kurmak neredeyse imkânsız oluyor.
“İki ülkede de bağımsız/alternatif medya güçlü değil”
Sonuç olarak araştırmamın dar kapsamı içinde bağımsız medyada çalışıyor olmanın, böyle bir tercih olduğunda kadın gazetecilerin haberin yapısal yanlılığına müdahale imkânlarını artırdığını düşünüyorum, ancak “milli mesele” denilen konularda iki ülkenin iktidarlarının söylemlerini aşan bir barıştan yana söylemin kurulabilmesini ihtimal dâhiline sokabileceği kanaatinde pek de değilim. Çünkü şöyle reel bir durum da var; Türkiye ve Yunanistan’da, bağımsız/alternatif medya güçlü değil.
Tarihsel konumlarından ötürü de ana akım medya iki ülkede de ancak iyi komşuluk ilişkileri resmi “iktidar politikası” olduğu durumlarda barıştan yana bir dile bürünebiliyor. Üstelik sağ popülizmin hegemonyasındaki Türkiye’de ana-akım diyebileceğimiz bir haber medyası da kalmamış durumda, dahası milli meselelerde muhalif medyanın da -ki onlara “alternatif medya” dememek gerek- iktidar medyasından ne farklı bir yaklaşım gösterme geleneği var, ne de böyle bir ufku. Dolayısıyla her iki ülkede de barış gazeteciliğine imza atmak veya haberi yapısal dönüşüme uğratmak işi, güçlü olmayan bağımsız medya habercilerine kalıyor. Ancak onlar da ekonomik olarak ayakta kalmak mücadelesi verirken, birbirleriyle “iletişim” içinde olamıyorlar. Nitekim “Eskiden telefonu açar karşı taraftan arkadaşıma sorardım, şimdi bir bağımız yok”, “Karşı taraftan hiç tanıdığım gazeteci yok” diyenler çoğunlukta. Ama en önemlisi de şu; barış gazeteciliği öncelikle “etik ve politik bir tercih”, dolayısıyla belirleyici olan dünya görüşü ve editöryel politika ana-akımınkine göre tanımlanmış olsa bile barış gazeteciliği bireysel bir tercihin konusu ve pratiği olabilir.
Özetle, kadınlık apriori barıştan yana olmayı getirmiyor. Çalışılan medyanın niteliği ve editöryel politikası önemli ancak esas olan bireysel olarak barış gazeteciliğinden yana bir politik ve etik tercihte bulunmak. Bunun bedeli ise iki toplumda da -karşılaştırılabilir düzeyde olmasa da- yüksek. Diğer yandan, sadece gözlem olarak söyleyeyim, şu sıralar eril medya dünyasının “gözde” kadın gazeteci kuşağı temsilcilerinin, bırakın “milli mesele” mevzusunu, herhangi bir hak ihlali durumunda buna uğrayandan yana tavır almalarını getirecek vicdani, ahlaki, etik bir dertleri olduğuna dair bir kanıt ne yazık ki göremiyorum. Keşke onlarla da görüşmeler yapabilseydim! Özetle, ben toplumsal cinsiyet konusuna özcü bir yaklaşımla değil de hegemonik pratikler içinde öğrenilen ve performatif olarak, fark etmeksizin veya stratejik olarak benimsenen (ya da reddedilen) bir erkeklik ve kadınlık halleri olarak bakıyorum, ancak kadın gazetecilerin bu yapısal koşullar içinde barış gazeteciliğine daha eğilimli olduğunu söyleyemiyorum.
Yeniden araştırmama dönersem, görüştüğüm gazetecilerin çoğu kendi medya rejimlerini ve komşu ülkeye yaklaşımlarını eleştiriyor, ancak istisnai olan birkaçı dışında barış gazeteciliğine inanmıyor, bunu tam da kendi medyalarının objektif olmadığını tespit ettikleri -ve muhtemelen bir özeleştiriyi de içeren- cümlenin ardından ifade ediyorlardı. Barış gazeteciliği onlara göre “objektiflik ilkesi ile bağdaşmıyor” idi. Yokluğu ve imkânsızlığı deneyimlenirken bir mit olarak savunulmaya devam edilen “objektif habercilik”, bizzat savaş yanlısı, önünde sonunda gidip propaganda haberciliğine dönüşenin üzerini örten eril bir hikayeleştirmeyi ifade etmiyordu.
Ama ben uzun lafımı -kıssadan hisse olmak üzere ve- istisnai düşüncede olanların “Peki ne yapmak gerekiyor?” soruma verdikleri cevaplarla bitireyim. İlki Yunanistan’dan ve soruma, bir soruyla cevap; “Kalp soldan atar zaten değil mi?”. İkincisi de Türkiye’den; “Herkes için eşitlik ve adalet isteyen bugünün solu olarak anlarsak, ihtiyacımız olan feminist dünya görüşü.”
Gazetecilere yönelik baskılardaki eğilimleri koymayı amaçlayan BİA Medya Gözlem Raporu, son üç ayda 31 gazetecinin gözaltına alınmasında adli kontrolün kötüye kullanıldığını ve yasal zemini kalmadığı halde online sansürün pişkin bir fırsatçılıkla sürdürüldüğünü gözler önüne seriyor.
BİA Medya Gözlem Raporu’nu (Ekim-Kasım-Aralık 2024) pdf olarak indirmek için tıklayın
Yarın, 10 Ocak. Çalışan Gazeteciler Günü!
Türkiye’de bağımsız ve eleştirel gazeteciliğin susturulması, kamuoyuyla bağlarının zayıflatılması hedefiyle, gözaltı, kovuşturma ve online sansürün eşzamanlı uygulandığı son derece stratejik bir baskı politikası yürütülüyor.
Herhangi bir yargı yaptırımıyla karşılaşmayan iktidar ortağı Devlet Bahçeli ve MHP çevrelerinin gazetecilere yönelik açık tehditleri devam ederken, son dönemde iç gündem kadar jeostratejik konuları da tartışan araştırmacı gazeteciler, TV yorumcuları ve YouTuberler birbiri ardına yargı baskısının hedefi oldu.
Gazetecilere yönelik baskılardaki eğilimleri koymayı amaçlayan Ekim-Kasım-Aralık 2024 BİA Medya Gözlem Raporu, son üç ayda 31 gazetecinin gözaltına alınmasında adli kontrolün kötüye kullanıldığını ve yasal zemini kalmadığı halde online sansürün pişkin bir fırsatçılıkla sürdürüldüğünü gözler önüne seriyor. Rapora göre, Fatih Altaylı, İsmail Saymaz, Özlem Gürses ve Seyhan Avşar gibi kamuoyunun yakından tanıdığı gazeteciler, yakın yargı markajında tutularak kamuoyuna mesaj veriliyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün 180 ülkeli 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 158. sırada gösterilen Türkiye’de yetkililer, Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nu gazeteciliğe karşı araçsallaştırmakla kalmıyor. Son iki yıldır “yanıltıcı bilgi yayma” (dezenformasyon) gerekçesiyle tanınmış gazeteciler hedef alınırken, “etki ajanlığı” taslağı da altı aydır uluslararası fonlar aracılığıyla yayın yapan medyayı ve sivil toplumu tedirgin eden bir tablo oluşturuyor.
12 gazeteci ve iki eleştirel TV kanalına saldırı
İktidar ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, “TV’de yuvalanan MHP düşmanlarını, yorumcu müsveddelerini, Halk TV başta olmak üzere medya organlarını ve patronlarını tek tek not aldığımızı, zamanı geldiğinde burunlarından fitil fitil getireceğimizi duyuyorum” şeklindeki, dokunulmazlık zırhı altında dile getirdiği tehditler, ülke çapında gazeteci güvenliğini ciddi şekilde zaafa uğratıyor.
Son üç ayda en az 12 gazeteci ve iki eleştirel TV kanalı fiziki şiddetle karşılaştı. Saldırılardan beşi Çorum’da, dördü Diyarbakır’da, biri Balıkesir’de, biri İstanbul’da, biri de Kars’ta gerçekleşti.
Devlet Bahçeli, ayrıca “Çözüm süreci konusunda Erdoğan ile aranızda görüş ayrılığı var mı?” sorusunu yönelten gazeteci Hilal Köylü’ye sözlü saldırıda bulundu. Bahçeli’nin daha önce “dört soytarı” ifadesiyle hedef gösterdiği gazetecilerden Şule Aydın, evinin duvarına yazılan cinsel taciz içerikli sözlerle saldırıya maruz bırakıldı.
Üç ayda 31 gözaltı; adli kontrol yaygınlaşıyor
Ekim-Aralık döneminde, 31 gazeteci “örgüt üyeliği”, “suç ve suçluyu övmek”, “dezenformasyon”, “devlet kurumlarını alenen aşağılama” ve “polise direnme” gibi gerekçelerle ya da toplumsal eylemleri izledikleri için çeşitli sürelerle gözaltına alındı.
Gazetecilere yönelik “yurtdışı yasağı”, “karakolda imza” ve “ev hapsi” gibi keyfi ve yaygın adli kontrol uygulamalarının mağdurları arasında, Nevşin Mengü, Özlem Gürses ve bianet muhabiri Tuğçe Yılmaz da yer aldı. Mengü, kırmızı bültenle arandığı açıklanan Demokratik Birlik Partisi (PYD) yöneticisi Salih Müslim ile yaptığı röportajı, “suç ve suçluyu övme” suçlaması teşkil edebileceği kanaatiyle geri çekse de gözaltına alındı ve hakkında dava açıldı.
Ayrıca, 20 medya temsilcisi, İstanbul Şişhane’de Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in Kuzey Suriye’de öldürülmesini protesto ederken “örgütlenme özgürlüğü” kapsamında gözaltına alındı.
Tanınan yüzlere soruşturma yağmuru
Son üç ayda, Fatih Altaylı, İsmail Saymaz, Özlem Gürses ve Seyhan Avşar gibi kamuoyunun yakından tanıdığı çok sayıda gazeteci, “terör örgütü propagandası”, “devletin kurum ve organlarını aşağılama” ve “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” gibi suçlamalarla soruşturmaların hedefi oldu. Türkiye’nin Suriye’deki Kürtlere yönelik politikasını sosyal medya üzerinden eleştiren gazeteci Ruşen Takva hakkında da “yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” gerekçesiyle bir soruşturma yürütülüyor.
Son üç ayda 12 beraat, dört mahkûmiyet
Son üç ayda, beş gazeteci (Osman Akın, Faruk Eren, Ali Duran Topuz, Furkan Karabay, Dicle Müftüoğlu), “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme”, “askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılama”, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”, “tekzibi (uygun şekilde) yayımlamama” ve “örgüt üyeliği” gibi suçlamalardan beraat etti. Aynı dönemde, yedi gazeteci (İzel Sezer, Batuhan Batan, Furkan Karabay (3), Ahmet Sever, Görkem Kınacı, Uğur Şahin ve Uğur Koç) “hakaret” ve/veya “iftira” suçlamalarından aklandı.
Diğer yandan, İnan Kızılkaya’ya İstanbul Adliyesi eski 1. Sulh Ceza Hakimi Bekir Altun’a, Gözde Bedeloğlu’ya da MHP Milletvekili Sermet Atay’a hakaretten 7 bin 80’er TL adli para cezası verildi. Tigris Haber Gazetesi Yayın Koordinatörü Naci Sapan, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin kayyım yönetimini eleştirdiği bir yazısı nedeniyle 2 bin 700 TL adli para cezasına çarptırıldı. Hükmün açıklanması ertelense de Sapan, karara itiraz etti.
Ayrıca, gazeteci Can Ataklı, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla ertelenmiş 10 ay hapis cezası aldı.
Son üç ayda, en az 17 gazeteci ve karikatüristin adı (Barış Pehlivan, Ozan Alper Yurtoğlu, Deniz Yücel, İhsan Çaralan, İnan Kızılkaya, Ahmet Sever, Hayko Bağdat, Baransel Ağca, Erk Acarer, Julien Serignac, Gerard Biard, Laurent Sourisseau, “Alice”, Ramazan Yurttapan, Haydar Ergül, Furkan Karabay (2) ve Rüstem Batum) “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasına dayandırılan davalarda geçti. Toplam 84 yıl hapis cezası öngören bu dosyalardan ikisi (İhsan Çaralan, İnan Kızılkaya, Hayko Bağdat) düşürüldü.
“Cumhurbaşkanı’na hakaret” başlıklı TCK’nın 299. maddesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 yıllık görev süresinde 250’yi aşkın gazetecinin yargılanmasına, en az 77’sinin de (kimisi ertelemeli olarak) hapis veya para cezalarına mahkûm edilmesine zemin oluşturdu.
Gazeteciye ceza davalarında aktörler: İktidar ve yargı
Son üç ayda, en az 24 gazeteci, Cumhurbaşkanı ve aile üyeleri, Turkuvaz Medya Grubu Yönetim Kurulu Başkan Vekili Serhat Albayrak; İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Şaban Yılmaz, Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Mehmet Yılmaz gibi yargı mensupları ile AKP veya MHP milletvekillerinin şikâyetçi olduğu dosyalar kapsamında hapis istemiyle yargılandı.
Beş gazeteci ve altı kuruluştan 4 milyon TL isteniyor
Ekim-Aralık döneminde, en az beş gazeteci (Timur Soykan, Barış Pehlivan, İsmail Arı, Ceren Sözeri ve Hazal Ocak) ve altı yayın kuruluşu, “kişilik haklarının ihlali” gerekçesiyle açılan beş dava kapsamında toplam 4 milyon 15 bin TL’lik tazminat talebiyle yargılanıyor. Örneğin, Halk Bankası’nın, “Halkbank’tan mafyaya 550 milyon kredi” haber nedeniyle BirGün Gazetesi ve araştırmacı gazeteci Timur Soykan’a açtığı 1 milyon TL’lik tazminat davası Aralık ayında görülmeye başlandı.
Online sansür ısrarı: Arkadan dolanma!
Sulh Ceza Hakimlikleri, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kötüye kullanılan İnternet Kanunu’nun “kişilik hakları ihlali”ne ilişkin 9. maddesini 10 Ekim itibarıyla yürürlükten kaldırmasının ardından, online sansürü hukuka aykırı bir şekilde aynı yasanın “milli güvenlik ve kamu düzeni” gerekçesine dayandırarak sürdürmeye devam ediyor. İktidar ve MHP çevrelerinin yanı sıra bürokrat ve girişimcilerin başvuruları sonucu, en az 38 haber ve bağlantıya erişim engeli getirildi.
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Cumhuriyet Gazetesi’nin YouTube hesabından yayınlarını sürdürebilmesi için lisans başvurusunda bulunmasını talep ederek 72 saatlik bir süre tanıdı.
Son üç ayda, Ankara’da TUSAŞ merkezine düzenlenen saldırı ve Bursa Adliyesi’nde bir duruşma salonunda yaşanan silahlı saldırıya ilişkin yayın yasakları getirildi. Ayrıca, “Ermeni Soykırımı”na atıfta bulunduğu gerekçesiyle verilen cezaların ardından lisansı iptal edilen Açık Radyo’nun karasal yayını da sonlandırıldı.
RTÜK’ten cezalar ve tarafgirlik
Son üç ayda, RTÜK, Açık Radyo’yu karasal yayın lisansından mahrum bırakmanın yanı sıra haber ve program içerikleri nedeniyle TV kuruluşlarına toplamda 578 bin 360 TL idari para cezası verdi. Cezalar, “insan onuru” (2) ve “milli manevi değerleri” ile ilgili ilkelere aykırılığa dayandırıldı.
Kamuoyu karşısındaki açıklamalarıyla “tarafsızlık” ilkesiyle alay eden RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, eleştirel medya kuruluşlarına aba altından sopa göstermekte bir beis görmüyor.
AYM’den stratejik “online sansür” ve “BİK” kararları
AYM’nin basın ve ifade özgürlüğünü kısıtladığı gerekçesiyle 11 Ekim 2023’te iptal ettiği 5651 sayılı İnternet Kanunu’nun “kişilik hakları ihlali”ne dair 9. Maddesi, 10 Ekim’de fiilen yürürlükten kaldırıldı.
AYM, diğer bir stratejik kararını, basın ilanlarını bir cezalandırma aracı olarak araçsallaştırılması ile ilgili aldı: Evrensel, Cumhuriyet, BirGün, Sözcü ve Tunceli Emek gazetelerinin başvuruları topluca değerlendirilerek Basın İlan Kurumu’nun (BİK) ilan ve reklam kesme cezaları “ifade ve basın özgürlüğü ihlali” olarak tescillendi.
AİHM’den “kabul edilemezlik” kararı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Temmuz 2015’ten beri “ulusal güvenlik” iddiasıyla defalarca kez erişime engellenen ve AYM kararına rağmen açılmayan sendika.org için yapılan başvuruyu kabul edilemez buldu; “AYM’nin ihlal tanıması yeterli, verilen tazminat yeterli” tespitinde bulundu.
Gazetecilik, dezenformasyon ve dedikoduya karşı
Medya ombudsmanı ve gazeteci Faruk Bildirici, siyasal süreçlere göre gazetecinin toplumsal ve politik meseleleri sorgulamaktan uzaklaşmasını son üç ayda kaleme aldığı yazılarında eleştirdi.
Bildirici, Antalya’da Ebru Küçükaydın’ın kaleme aldığı “Özgür Özel düğümü Şehzadeler’de mi çözüldü” yazıya ve devamında yapılan yayınlara tepki gösterdi. “‘Kulis bilgisi’ ve ‘iddiaya göre’ saçmalığı” başlıklı yazısında, “Gazetecilik dedikoduculuk değil, gerçekleri aktarma mesleğidir. Gazeteci yazdığını kanıtlamakla yükümlüdür” ifadelerine yer verdi.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) ve bazı RTÜK üyeleri, gazeteci Abdi İpekçi’yi 1979’da öldüren aşırı sağcı Mehmet Ali Ağca’yı yayına çıkaran Akit TV’yi kınadı.
NOW TV muhabiri Alican Uludağ, AYM’nin “dezenformasyonla mücadele” yetkisini elinden aldığı Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nin (DMM) müdahalesine tepki gösterdi.
Cezasızlıkla mücadele oldukça zayıf
Türkiye’de adli makamların, meşru faaliyetleri nedeniyle saldırıya uğrayan veya tehdit edilen gazetecileri koruma konusundaki çabaları oldukça zayıf kalıyor:
Gazeteci Ardıl Batmaz’ı bir bakanın programını takip ettiği sırada darp eden Elazığ Belediye Başkanı Şahin Şerifoğulları’nın koruma polisine “ertelemeli para cezası” verildi.
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın çevrimiçi alandaki sözlü saldırılarını yargıya taşıyan eski Halk TV program sunucusu Şirin Payzın’ın tazminat talebi reddedildi.
Bursa’da mahkeme, gazeteci Yaman Kaya’ya yönelik silahlı saldırıyla ilgili yargılanan iki sanığı beraat ettirdi.
Üç yıl önce işkence ile gözaltına alınan AFP eski foto muhabiri Bülent Kılıç, hâlâ “polise direnmek” ve “kamu görevlisine hakaret” suçlamalarıyla yargılanıyor.
Ekol TV, Rabia Çetin’i işten çıkardı
Ekol TV yönetimi, 2 Eylül’de davet ederek işe aldığı gazeteci Rabia Çetin’in işine 30 Ekim’de son verdi.
Ekonomik sorunlar, mesleğin itibarsızlaştırılması ve sansüre karşı İzmir’den sonra Zonguldak’ta da çok sayıda gazeteci “Geçinemiyoruz” diyerek kentteki Madenci Anıtı önünde eylem gerçekleştirdi.
İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi Bölümü'nden mezun. 1996'da muhabiri olduğu uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Türkiye temsilcisi olarak çalışıyor. 1999'dan beri İPS İletişim Vakfı'nın projesi...
İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi Bölümü'nden mezun. 1996'da muhabiri olduğu uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Türkiye temsilcisi olarak çalışıyor. 1999'dan beri İPS İletişim Vakfı'nın projesi olan bianet sitesinde, Hukuki Destek Masası koordinatörü, ifade özgürlüğü editörü ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. 4.800'den fazla imzalı haber ve makalesi bulunuyor. Bizim Gazete ve Güncel Hukuk dergisi için haber ve makaleler yazdı. Halen bianet'te Medya Gözlem Raporları'nı hazırlıyor.