Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kıvanç Ersoy'un Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde akademisyenler Esra Mungan, Meral Camcı ve Muzaffer Kaya ile birlikte yargılandığı davadaki 22 Nisan 2016 tarihli beyanını yayınlıyoruz.
(Dava kapsamında bir süre tutuklu da kalan dört akademisyen mahkemenin celse arasıda verdiği kararla beraat etti.)
Bugün burada 2212 meslektaşımızla beraber imzacısı olduğum Barış Bildirisi’ne imza attığım ve ardından Barış İçin Akademisyenler İstanbul grubunca kolektif olarak düzenlenen bir basın toplantısında imzacı akademisyenlerin yasadığı mağduriyetlere, hak kayıplarına dikkat çeken bir basın açıklamasını okuyan dört kişiden biri olduğum için, yani barışı savunduğum ve barışçı iki yöntemle, imza atmak ve basın açıklaması yapmak gibi tamamen barışçıl iki yöntemle savunduğum için, haksız bir şekilde, ”terör örgütü propagandası” yaptığım iddiasına maruz kalarak yargılanıyorum.
Bu saçma, temelsiz, haksız, mesnetsiz iddiayı bastan reddediyorum. Yargılandığımız, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2 maddesi su şekildedir: TMK 7/2: “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Bir barış bildirisini imzalayarak ya da okuyarak bu suç nasıl işlenmiş olabilir, onu anlamak zor. Öncelikle imzaladığımız ve okuduğumuz metinlerde hiçbir örgütün adı geçmiyor.
Vatandaşı olduğumuz, vergi verdiğimiz, üniversitelerinde çalıştığımız devletten barış talep ediyoruz. Anayasal hakkımızı kullanarak düşüncelerimizi açıklıyor, vatandaşı olduğumuz devletin politikalarını eleştiriyoruz.
Adını anmadığımız bir şeyin propagandasını nasıl yapmış olabiliriz? Ayrıca metnin hiçbir yerinde bir şiddet çağrısı, cebir ve şiddeti meşru gösterecek bir vurgu, bir söz bulunmuyor, cebir, şiddet, tehdit içeren herhangi bir söz bulunmuyor.
Bildirimizin içeriği hiçbir koşulda TMK 7/2 maddesinde tarif edilen duruma uymuyor. İkinci husus ise iddianameyi hazırlayan savcının, bizleri “Bese Hozat adlı bir kişinin talimatıyla böyle bir bildiri imzaladığımızı” iddia etmesi. Bese Hozat adını ilk defa adliyede hakkımızdaki suç isnadını öğrendiğimiz sırada duydum.
Bu şahıs savcının iddiasına göre 22 Aralık 2015 tarihinde “Aydınlar ve demokratik cevreler özyönetimlere sahip çıksın” demiş ve savcı İrfan Fidan, bizlerin - tanımadığımız bir kişinin söylediği, haberimiz bile olmayan bu sözler ile “talimat alarak” bu bildiriye imza attığımıza karar vermiş.
Ne hikmetse, bizim bildirimizde ”sahip çıktığımız iddia edilen” özyönetimlerin de adı geçmiyor. Bahsetmediğimiz bir şeye sahip çıkmakla suçlanıyoruz. Bese Hozat adlı sahsa ait olduğu iddia edilen yukarıdaki sözün nasıl olup da bir ’’talimat” olduğu açıklanmıyor. Bunun yerine sözün “talimat mahiyetinde açıklama”, bildirinin ”Bese Hozat’ın talimatları doğrultusunda” ve ”destek mahiyetinde” olduğu gibi ispatsız önermeler, büyük bir özgüvenle sıralanıyor.
Bir matematikçi olarak, herhangi bir metinde öncelikle tutarlı bir mantık aranması gerektiğini, tutarlı bir mantık örgüsünün de ancak bütün önermelerin ispatının da verilmiş olmasıyla sağlanabileceğini biliyorum. “Talimat mahiyetinde açıklama”, ”destek mahiyetinde bildiri” vb. tanımlanmamış kavramların kullanıldığı önermeler, ispatları verilmeden özgüvenle sıralanıyor.
Ancak kanıtlanmayan iddiaları yüksek sesle tekrarlamak o iddiaları doğru yapmıyor. Bu “talimat” iddiası ve yapılan bazı açıklamalar, bende, aydın kavramının tanımının yeterince bilinmediği fikrini oluşturdu. Savcı irfan Fidan’a biz akademisyen ve araştırmacılara ”aydın” dediği için teşekkür ederiz.
Ancak ”aydın” kelimesinin anlamını bilmemesi bu iltifatına gölge düşürüyor. Savcı irfan Fidan’ın bizlere layık gördüğü ”aydın” sıfatı, ’’aydınlanma” ile doğmuş bir kavramdır. İki tarihsel kökeni vardır. Birincisi ansiklopedidir. Ansiklopedi, akıl ve bilim yoluyla dünyayı açıklamaya çalışan bir grup bilim insanı ve filozofun yazdığı bitmemiş bir kitaptır.
Ansiklopedistler, cağlarına göre ”şoke edici” fikirlerini, tepki çekmesinden ve cezalandırılmaktan korkmadan ve sadece bilimsel dürüstlük duygusu böylesini gerektirdiği için, tepki çekme pahasına açıklayan, cağlarına meydan okuyan bilim insanlarıydı, düşünürlerdi.
“Aydın” kavramının ikinci tarihsel kökeni, Emile Zola’nın Dreyfus davasında, haksızlığa uğradığını düşündüğü Binbaşı Dreyfus’u savunmak için, otoriteyi karsısına almaktan çekinmediği J’Accuse (Suçluyorum) başlıklı yazısıdır.
Zola, kendisiyle doğrudan ilgisi olmayan bir konuda, salt bir adalet duygusuyla otorite ile ters düşer. Aldığı tavrın nedeni bir çıkar beklentisi değil, salt adalet duygusudur.
İşte aydın, hem çağına göre şoke edici düşünceleri de olabilen, hem de bunları savunurken, salt adalet duygusuyla, hiçbir otoriteden ”talimat almadan” ya da hiçbir otoriteden onay beklemeden, gerektiğinde hiçbir otoriteyi tanımadan tavır alabilen kişidir. Simdi basa dönüyorum. İddianamede bize aydın denilmiş. Bunu lehe bir delil olarak kabul edelim.
Bu durumda, bizler aydınsak, tanım gereği bağımsız düşünceli olduğumuz kabul edilmelidir. Yani aydınsak, talimat almamız mümkün değildir. Fikirlerimiz siyasi otorite ile uyuşmayabilir. Bu bilakis aydın olmanın tanımında mevcuttur. Eğer bizler aydınsak, imzaladığımız ve okuduğumuz metinler aydın olmanın doğal gereğinin ürünüdürler.
İddianamede aydın kavramının tam olarak anlaşılmadan kullanılmasından daha vahim bir sorun vardır. Zira bir savcı, aydın kavramına hakim olmak zorunda görülmeyebilir ama Anayasa’nın 25. maddesini bilmeme hakkı yoktur. Bizlere savcılık soruşturması sırasında sorulanlar tamamen Anayasa’nın 25. maddesini ihlal niteliğindedir.
”Sizce” sözü ile başlanarak bir örgütün terör örgütü olup olmadığının, devletin katliam yapıp yapmadığının sorulması, fiillerimizin değil düşünce ve kanaatimizin o-özel olarak sorulması bu maddenin ihlali değil midir?
Bizim bu sorulara “Anayasa’nın 25. maddesine göre düşünce ve kanaatlerimizi açıklamaya zorlanamayız” diyerek yani tamamen Anayasal bir zeminden ve Anayasa’ya aykırı sorulara karsı Anayasal hakkımızı kullanarak verdiğimiz cevap bile ”terör örgütü propagandası” yaptığımızın delili sayılmıştır.
İddianamede koyu renkle ”Bu kanaat ve düşünceyi açıklama sorusudur, buna cevap vermek istemiyorum” seklinde vurguyla yazılması ister istemez Anayasal bir hakkın kullanımını bile aleyhe bir delil olarak değerlendirdiğini göstermektedir. Bu tür bir değerlendirme, yani Anayasal bir hak kullanımını propaganda olarak yorumlamak en hafif tabirle hukuk skandaldır.
Açıkça bir kişinin düşünce ve kanaatini açıklamaya zorlanmasıdır. Anayasa’nın 25. maddesinin ihlalidir. Fransız düşünür Roland Barthes ”Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” diyor.
Anayasamız ”söyleme mecburiyetine” karşıdır. İddianamedeki hukuksuzluk, belki de hakkımızda “suçluysa tabii ki tutuklu yargılanacak” bile denildiği için göze çarpmıyor. Elbette ki hukuk felsefesinin temeline dinamit koymakla eşdeğer ’’suçluysa tabii ki tutuklu yargılanacak” sözünün yanında diğer hukuksuzluk örnekleri devede kulak kalır, denebilirdi. Bu sözün hukuken ”önce asalım, sonra yargılarız” sözünden bir farkı yoktur.
Yargılanması devam eden kişilere ”suçlu” denemez. Bir kişi yargılanıyorsa henüz ona suçlu denemez. Suçu ispat edilene kadar herkes masumdur. Aslında bu politik bir dava da olduğu için, verilecek kararın bizim suçlu olup olmadığımıza ilişkin bir karar olup olmayacağı da daha bastan şüphe ile kapılanabilir.
“Suçluysa tabii ki tutuklu yargılanacak” sözü hukuken kabul edilemez. Sadece hukuken değil, bu söz mantıken de yanlıştır. ’’Suçluysa tabii tutuklu yargılanacak” önermesinin mantıken de ”ölüyse tabii ki güzel yasayacak”, “mavi ise tabii ki koyu kırmızı olacak”, ’’kirliyse tabii ki çok temiz kokacak” önermelerinden farkı yoktur.
Ölü, artık yaŞamayan demektir, bir şey ölüyse hiçbir şekilde yaŞayamaz. Mavi, kırmızı olmayan da demektir, bir şey maviyse hiçbir şekilde kırmızı olamaz. İddianame bizi TMK 7/2 maddesini ihlal ile suçlamakta ama açıkça tüm isnat ve ifadeleri ile Anayasa’yı ihlal etmektedir.
Mahkemenin karŞısında sanık sıfatımıza rağmen Anayasa’yı savunmanın bize düşmesi dikkat çekicidir. Bildirimiz barışı savunmaktadır. Ölümlere karsı yasamı savunmaktadır. Bizler bu ülkenin vatandaşları olarak, ölümlerin olmadığı bir ülkede yasamak istemekle suçlanamayız.
Ölümlerin olmadığı bir ülkeyi savunmak, can güvenliğimizi de savunmaktır. Can güvenliğimizi sağlaması gereken, öğrencilerimizin, çocuklarımızın, gençlerimizin, bizim gibi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının can güvenliğini sağlaması gereken, vatandaşı olduğumuz devlettir.
Bizler, cansız bedeni buzdolaplarında saklanan çocukların, ekmek almaya giderken vurulup ölen, cenazesi günlerce sokakta kalan 75 yasında dedelerin, yaralı çocuklarını almaya ellerinde beyaz bayraklarla giderken vurulan anaların olduğu koşullarda hepimizin can güvenliğini savunmak için bu bildiriye imza attık. Can güvenliğimizi, ölümlerin olmamasını talep ediyorsak, bunu talep edeceğimiz merci tabii ki devlettir.
Bu talebin başka bir muhatabı olamaz. Barışı savunmak anayasal bir haktır. Vatandaşlık hakkıdır. Bazı kişiler ”ne hakkı, hak yok vazife vardır” diyebilirler. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğunu hatırlatırız. Haklarımız vardır. Ama ”hak yok, vazife vardır” diyecek olanlara da cevabımız: “Barışı savunmak anayasal haktır."
Aynı zamanda aydın sorumluluğu gereği vazifemizdir.” Aydın olarak, öğretim üyesi olarak barışı savunmak, ölümlerin olmadığı bir Türkiye’yi savunmak vazifemizdir. Aydın, doğru olduğuna inandığı düşünce uğruna, hiçbir çıkar kaygısı da gütmeden, salt adalet duygusuyla tavır alan ve bu tavrını ne bir yerden talimat alarak ne de otorite ile ters düşmekten çekinerek, bağımsız ve korkusuz bir birey olarak sahiplenen kişidir, dedik. Buna en güzel örnek Cezayir Savası sırasında kendi devleti Fransa’yı Cezayir’de yaptıklarından dolayı eleştiren Jean Paul Sartre’dır.
Sartre’ın tutumu; Fransa’nın o dönemki cumhurbaşkanı, aslında sağ görüşlü bir politikacı olan General Charles de Gaulle’e de aktarılmıştır. De Gaulle, bu koşullar altında bile, ”Sartre Fransa’dır” diyerek ona sahip çıkar, cezalandırılmasını istemez. Evet, bugün Fransız toplumunda demokrasi her şeye rağmen ortak bir değerse ”Sartre Fransa” olduğu içindir. Sartre, Fransa’nın ortak değeridir. Bugün biz Jean Paul Sartre olma iddiasında değiliz. Yalnızca bir bildiriye imza atmış 2212 akademisyeniz. Ama evet, ”biz Türkiye’yiz”.
Bu ülkenin akademisyenleri aydınlarıyız. Bu ülkeyi bilim alanında temsil ediyoruz. Bu ülkenin üniversitelerinde bilimsel faaliyet yürütüyor, bu ülkenin yararına bilim üretmeye çalışıyoruz. Charles de Gaulle bir ülkenin uzun vadeli çıkarlarının o ülkenin daha demokratik bir ülke olmasında, o ülkenin aydınlarının ne kadar şoke edici de olsa fikirlerini ifade edebilmelerinde olduğunu gördüğü için böyle davranmıştır.
Muhtemelen de Gaulle, Sartre’ın düşüncelerine karsıdır. Ancak en azından demokratik kriterlerin ülkesi için önem taşıdığını kavrayabilmiştir. Bu nedenle, biz 2212 akademisyen, ”biz Türkiye’yiz”. Ve biz Türkiye olarak önemli bir is yapıyoruz. Demokrasiye güçlü bir bicimde sahip çıkanlar olduğunu gösteriyoruz. Bunun bedeli bugün bileklerimizdeki kelepçe kesikleridir.
Bu toplumun aydınları olarak, bileklerimizdeki kelepçe kesiklerine rağmen, hakkımızda ”sözde aydınlar, vatan hainleri, karanlıksınız karanlık” diyenlere, hedef gösterenlere, hakkımızda soruşturmalar açan idarelere, savcı irfan Fidan’ın iddianamesine ve tutuklanmamıza rağmen, ’"kanımızla duş alacaklarından” söz edenler serbestken bizlerin tutuklanmamıza rağmen, KORKMADAN, YILMADAN, DİMDİK DURARAK DİYORUZ Kİ: PİŞMAN DEĞİLİZ, YİNE OLSA YİNE İMZALARIZ!
Türkiye toplumunun demokrasi mücadelesi tarihinde, bu duruşma salonlarında çok sayıda meslektaşımız yargılandı. 1940’lardan itibaren Behice Boran’lar, Pertev Naili Boratav’lar, Niyazi Berkes’ler, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde mahkemelerde onurla dimdik duran akademisyenler, daha yakın tarihte Fikret Başkaya’lar, Haluk Gerger’ler, İsmail Beşikçi’ler hep buna benzer mahkeme salonlarında yargılandı.
Demokrasi için, barış için, kardeşlik için bizim meslektaşlarımız onurla dimdik durdu, hiçbiri kaçmadı. Bizler de hakkımızdaki gözaltı kararını duyunca, evlerimizde bulunmadığımız halde, Emniyet Müdürlüğü’ne kendimiz gittik. Kaçmak ne kelime, kendimiz ifade vermeye gittik. Meral Camcı hocamız, yurtdışında olduğu halde, kendisi ülkeye dündü. Tutuklanma ihtimalini göze alarak döndü.
Mahkemeye çıkacağı günü yurtdışında değil Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde beklemeyi kendisi seçti. Bu saatten sonra hakkımızda yazılan tutuklama gerekçelerinden ”kaçma-saklanma” şüphesini bir hakaret sayacağımı burada belirtmek isterim. Ama bu aynı zamanda tutuklanmamız için elde hiçbir şey olmadığını da gösterir. Savcı ’’bildirimizin esas amacının” ’’güvenlik güçlerine engel olmak” olduğunu iddia ediyor.
14 Mart 2016 tarihinden itibaren, aksayan bilimsel, akademik ve eğitsel faaliyetlerimi sayayım: 25 Mart tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde, 30 Mart tarihinde ise İtalya’nın Ischia adasında iki uluslararası konferansta konuşmak üzere davetliydim. Haziran ayında davetli olduğum yurtdışındaki başka bir konferans için bugünlerde bildirimin özetini göndermem gerekiyordu. Yeni tamamladığım iki araştırmanın sonuçlarını birer makale olarak yazıyordum.
Onları göndermem gerekiyordu. Her hafta yapmam gereken derslerim vardı. Eylül’de tezini bitirmeyi planlayan bir yüksek lisans öğrencim vardı. Tutuklu kalmam durumunda bu çalışmalar aksamaya devam edecek. Dünya’nın öbür ucundan, Brezilya’dan bir matematikçi benle çalışmak için Mayıs ayında Türkiye’ye gelecek. İçerde olursam bu çalışma planı gerçeklemeyecek.
Haziran ayında yurtdışında seminer vermek üzere davet edildiğim yerler var. Savcı hayali olarak ’’güvenlik güçlerinin” islerini aksattığımızı iddia ediyor. Ancak aslında “bilim güçlerinin” isleri aksatılıyor. Sadece benim bile bir sürü araştırmam aksadı. Kim bilir diğer arkadaşlarımın aksayan ne çok isleri var.
Sayın hakim, Mart ayında konuşmak üzere davet edildiğim konferanslarda, daveti kabul ettiğim halde gelememem şaşkınlıkla karşılanmış. Türkiye’de fikirlerimden ötürü hapiste olduğum için gelemediğim anlaşıldığında oradaki meslektaşlarım bu durumu alkışlarla protesto etmişler.
Bana destek olmuşlar ama Türkiye’de demokrasinin, fikir özgürlüğünün olmadığı gibi bir fikre kapılmış olabilirler. Bu fikri yaratan tutuklanmamızı talep eden savcı ve sonrasında bizleri tutuklayan nöbetçi sulh hakimliğidir, siz de tutuk itirazımızı reddetmişsiniz, aslında ülkenin imajının zedelenmesi konusunda sizin de bir payınız olduğu düşünülebilir.
Hakkımızda tutuklama talep eden ve bu davanın dayanağı iddianameyi yazan savcının Anayasayı ihlal ettiğini daha ünce ifade etmiştim. Şimdi de sunu diyorum: Ülkemizi dünyadaki meslektaşlarımızın önünde küçük düşürerek, demokrasimizi lekeleyerek suç islemektedir. ’Bilim güçlerinin” çalışmasına engel olmaktadır.
Bizim bir bildiri imzalayarak "güvenlik güçlerinin iŞini aksatmamız” ne denli komikse, onun bizlerin iŞlerini aksatması o denli büyük bir haksızlıktır. Sizden beklentim, ”bu suça ortak olmayın”. Bizler Behice Boran’lardan, İsmail Beşikçi’lerden aldığımız bayrağı taşıyoruz. Aynı onlar gibi, düşüncelerimizden ötürü yargılanıyoruz.
Geçmişte bu meslektaşlarımız hakkında iddianame yazanları bugün kimse hatırlamaz. Ama bakın biz burada bile bu meslektaşlarımızın adlarını anıyoruz. Savcı bizim gibi isinde gücünde bilim insanlarını zorla kahraman yapmıştır. Biz içerdeyiz ama bize destek olanlar "Kıvanç Ersoy’un denklemleriyiz", "Muzaffer Kaya’nın olgularıyız", "Esra Mungan’ın kumrularıyız”, “Meral Camcı’nın karanfilleriyiz” yazıyorlar her yere. Kimsenin ”İrfan Fidan’ın iddialarıyız” diyeceğini zannetmiyorum. Bu kimseye iyi bir fikir olarak gözükmez.
Bu iddialar çürüktür, mesnetsizdir. İddianame, bırakın hukuki olmayı, asgari mantıksal ölçülere göre bile değerlendirildiğinde ne yazık ki elde kalmaktadır, tutarsızdır. ”X bunu demiş, Y bambaşka bir şey demiş ama X’ten hiç bahsetmemiş, dolayısıyla Y, X’ten talimat almıştır” gibi sakat bir mantığın ürünüdür.
İmzaladığımız metin bir barış metnidir. 10 Mart 2016 tarihinde dördümüzün okuduğu metin ise Barış Bildirisi’nin imzacısı meslektaşlarımızın yaşadığı mağduriyetlere dikkat çeken, Barış İçin Akademisyenler- İstanbul grubu tarafından kolektif olarak hazırlanmış başka bir metindir. Bu metni okuduk çünkü çok sayıda meslektaşımız isten atıldı.
Bazıları hakkında üniversiteleri soruşturma açtı. Bazıları küçük taşra şehirlerinde, yerel basında linç girişimlerini teşvik edecek şekilde teshir edildi. Beyaz Gazete diye bir yayın organı yüzlerce akademisyenin resmini yayınlayarak bir linç kampanyası yürüttü. Sedat Peker adlı mafya lideri hakkımızda ’’onların kanlarıyla duş alacağız” diyerek hepimizi ölümle tehdit etti.
Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, İstanbul’un en turistik merkezlerinden, en kalabalık yerlerinden birinde bir İSİD saldırısında ölenler varken, saldırıdan sonraki gün, bu saldırıdan 2 dakika bahsedip, konuşmasının yarım saatini bize ayırdı. Bizlere ’aydın müsveddeleri”, ’karanlıksınız karanlık”, ”sözde akademisyenler” diyerek hakaret etti. Bu tavrı 12 Eylül karanlığına karsı çıkarak Aydınlar Dilekçesini imzalayan ’’aydınlara”, ’’Vahdettin de aydındı” diye hakaret eden Kenan Evren’i hatırlattı.
12 Eylül döneminde bile, Aydınlar Dilekçesi dolayısıyla yargılananlar tutuksuz yargılandı ve o karanlıkta bile hepsi beraat etti. 12 Eylül ile hesaplaşıldığı, o karanlığın geride kaldığı iddia edildiği halde bugün yasadıklarımız hazindir. 1940’larda da akademisyenler yargılanıyordu.
12 Eylül döneminde de Cumhurbaşkanı ”sözde aydın”lara hakaret ediyordu. 1990’larda akademisyenler cezaevlerinde tutuluyordu. Yasadıklarımız tüm bunların tekrarı gibidir. Yıllardır 12 Eylül ile hesaplaştığını söyleyen, yıllardır ”tek parti dönemini” eleştiren bir partinin iktidarında 12 Eylül uygulamaları ve 40’ların karanlığı geri dönmüştür.
10 Mart’ta okuduğumuz basın açıklaması metni, imzacı akademisyenlerin yasadıkları mağduriyetlere dikkat çekmektedir. Pek çok üniversitede soruşturmalar başlamıştı. Özellikle doktoralarına devam eden, araştırma görevlisi gibi nispeten güvencesiz kadrolarda çalışan genç meslektaşlarımız eğitimlerini sürdüre- meme tehlikesi altındaydı.
Ben, hem eğitimimi tamamlayalı yıllar olmuş hem de doçent unvanını da alarak is güvencesine de kavuşmuş, kadrosu bir devlet üniversitesinde olan bir öğretim üyesi olarak, 10 Mart’taki basın açıklamasını okumayı genç ve daha güvencesiz koşullarda çalışan arkadaşlarıma bırakmak istemedim. Açıkçası, basın toplantısının cezai bir sürece dahil olabileceğini dahi düşünmedim. Çünkü basın toplantısı, basın açıklaması yapmak da Anayasal birer haktır.
Ancak güvencesiz koşullarda çalışan meslektaşlarım üniversitelerinden baskı görür diye korktum. Bu nedenle de ben okumak istedim. İddianamede ’’savcılık soruşturması kapsamında bildiriye imza atan şüphelilerin ifadelerinin alınmaya başladığı süreçte”, ”diğer şüphelilerin bildiri altındaki imzalarından vazgeçmelerini engellemek ve devlete halen meydan okuyabildiğimizi göstermek” maksadıyla ’’bildirimizin arkasındayız” dediğimiz seklinde değerlendiriyor.
Bilindiği gibi 2212 kişi o metnin altına imza atmıştır. Bunların yaklaşık yarısı Cumhurbaşkanı’nın metin hakkındaki hedef gösteren konuşmasından sonra imza atmıştır. Akademisyenler bağımsız bireylerdir, kimse onları imza atmaya zorlamadığı gibi, imzalarını çekmeye de zorlayamaz ve imzalarını çekmek isteyenlerin de bundan vazgeçmesini sağlayamaz.
“Devlete halen meydan okuyabildiğini göstermek” sözü ise yine bir Anayasal hak olan basın açıklaması yapma hakkını, Anayasa’nın 25. maddesinde bizlere tanınan bir hakkı nitelemek için kullanılmıştır.
İddianamede, bir bildiri imzalamak “devlete meydan okumak”, bildirinin arkasında olduğunu söyleyip, imzacı olduğu için hak kayıplarına uğrayanlarla dayanışma içinde olmayı da “devlete halen meydan okumak” diye algılamakta, “halen” sözüyle 11 Ocak’tan beri imzacı akademisyenler üzerindeki tüm baskıların, imzacıların yasadıkları tüm mağduriyetlerin, tüm hedef gösterme çabalarının, örneğin mafya liderinin “kanlarımızla duş alma” tehdidinin meşru görüldüğü itiraf edilmekte, bunlar bizleri “imzalarımızdan vazgeçirmenin araçları” olarak tarif edilmekte, biz dördümüz de “pişman olmadığımız için” suçlanmaktayız.
İddianame, açıkça “sözün arkasında durmamayı” teşvik etmektedir. Açıkça diğer imzacıları tehdit etmekte, “pişmanlık beyanlarıyla” imzalarından vazgeçtiklerini açıklamazlarsa sonlarının bizler gibi cezaevine atılmak olacağını ima etmektedir. Bir hukuk metninden beklenmeyecek bir şeydir bu. Burada amaç, bir suç araştırma/önleme değil, salt bir düşüncenin ifade edilmesini boğmaktır.
Neye meydan okumak olarak algılanırsa algılansın, pişman değilim, aydın sorumluluğuyla imza attığım bir metindir, yine olsa ve bu yasayacaklarımı da bilsem yine imza atar ve 10 Mart’taki metni de yine okurdum. Savcı irfan Fidan, su anda da “devlete meydan okuduğumu” iddia edebilir. “Devlete meydan okumak” diye bir suç türü yoktur. “Devlete meydan okumak” diye bir suç olduğunu kabul edersek vatandaş tanımını nasıl yapacağız?
İddianame devleti tek belirleyici güç saymakta, vatandaşlık haklarını tanımamaktadır. Vatandaş siyasi otoriteyi eleştirebilir, bunda neredeyse “vatana ihanet” suçu aranması “demokrasi” kavramını da zedelemektedir.
Bu iddianamenin özeti, yüzyıllar öncesinin kadılarının “Zeyd, devletlü efendimiz Sultan Murad Han Hazretleri geçer iken ‘Padişahım çok yaşa’ demez ise ne olur? El cevap: Derdest edilip falaka ile 300 değnek vurmak vacip olunur” seklindeki fetvalarından öteye gitmemekte, iddianamenin, devlete karsı vatandaşların, sivil toplumun bir alanı olduğu göz önüne alınmadan yazıldığı anlaşılmaktadır.
Bu iddianame Türkiye’nin demokratik geleceği için endişe vericidir. Bir hukuksal metinde Anayasa’nın ihlal edilmesi, aydın kavramı, demokrasi, devlet ve vatandaş ilişkisi, sivil toplum vb. kavramlardan habersiz olunması hazin bir tablodur.
Bir akademisyen, bir aydın, bilim insanı ve matematikçi olarak barışı savunduğum için yargılanıyorum. Ancak barışı savunduğum için kendimi savunmayı zül sayıyorum. Tekrara düşmek pahasına bazı şeyleri hatırlatmayı da önemsiyorum; Hakkımda “kaçma şüphesi vardır denmesini hakaret kabul ediyorum.
Ben bir öğretim üyesiyim. Ya okulda ya evimde bulunabilirim. Zaten 40 gündür içerde olduğum için yerine getirmem gereken bir sürü sorumluluğum var. Benim is için yurtdışına gittiğimi sanan 5 yasında bir oğlum var. Bu koşullarda kaçacağımı düşünmek abesle iştigaldir.
Benim için hapishanede olmamın en kötü tarafı oğlumdan uzak olmaktır.
Oğlumla görüşüp konuşamayacaksam hapiste ya da dışarıda kaçak olmamın ne farkı olabilir? İşe gidip sorumluluklarımı yerine getiremeyeceksem neden dışarıda olmayı önemseyeyim? Bizler Türkiye toplumunda demokrasi ve barış isteği olduğunu gösterdik. Demokratik Türkiye için bir umut yeşertmek istedik.
Türkiye demokrasisinin daha fazla lekelenmemesi için beraatımızı talep ediyoruz. Acilen beraat etmemiz demokratik Türkiye’nin ününü açacaktır. “Vatan hainleri” değiliz, bilakis “biz Türkiye’yiz”! Savunmamı tamamlarken tekrar altını çiziyorum:
Biz imzacı akademisyenler aydın sorumluluğuyla barışı, ölümlerin olmadığı bir Türkiye’yi savunduk. 10 Mart’ta okuduğumuz Barış için Akademisyenlerin İstanbul’daki üyelerinin metnini de imzacı akademisyenlerin yaşadığı mağduriyetlere dikkat çekmek için okuduk. Barışı savunmak Anayasal hakkımızdır.
Birbirimizle dayanışma içinde olmak sorumluluğumuzdur. Bu nedenle tahliyemi ve beraatımı talep ediyor, Mahkemenizi ve bizi dinleyen herkesi en içten barış dileklerimle selamlıyorum. (KE/TP)