Boğaziçi Üniversitesi Felsefe bölümü doktora öğrencisi Nevim Borçin’in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 24. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın mahkeme heyeti,
11 Ocak 2016 tarihli barış bildirgesine imza verdiğim için terör progandası yapma suçu ile hakkımda açılan davadan dolayı bugün karşınızdayım. Bu bildiriyi neden imzaladığımı ve söz konusu suçlamanın yapıldığı iddianameye dair itirazlarımı dilim döndüğünce sizlere anlatmaya çalışacağım.
Cizre doğumluyum ve çocukluğum Cizre'de geçti. Henüz altı yedi yaşlarındayken, bir çocuğun görmesi gerekenden çok daha fazlasını gördüm. Silah ve çatışma sesleri duydum. Sokak ortasında öldürüldükten sonra üzerine gazete sayfaları örtülmüş bedenler gördüm. Cami avlusunu dolduran cesetlere şahit oldum. Belki de en korkuncu, öldürüldükten sonra bir panzer arkasına bağlanıp çarşı pazar gezdirilen parçalanmış insan bedeni gördüm.
Daha çok güvenlik endişesiyle, çocukların böyle sahnelere maruz kalmadığı, geceleri kurşunların değil yıldızların aydınlattığı batıya, İzmir'e göç ettiğimizde, arkada bıraktığımız komşularımız, akrabalarımız ve arkadaşlarımız bütün o yürek burkan olaylara, şiddet ve yıkıma maruz kalmaya devam ettiler. Maalesef bu savaş ve şiddet ortamı yalnızca Cizre'de değil, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin pek çok kentinde neredeyse bir otuz yıl daha böyle devam edecekti.
Zaman zaman kamuoyunda, Kürt Sorunu adını verdiğimiz meseleye sağduyulu yaklaşmak, toplumsal ihtilaflara neden olan dinamiklerin araştırılıp bunların çözümü hususunda adımlar atılması gerektiğini ifade eden, raporlar sunan, cılız da olsa birtakım sesler oldu.
Ancak hiçbirisi AKP hükümeti döneminde çözüm süreci ve demokratik açılımlar adı altında başlatılan girişimler kadar, ne beni ne de çevremdeki insanları umutlandırmamış ve sevindirmemiştir. Özellikle 2014 yılında daha resmi olarak başlatılan çalışmalar, bölgeye gönderilen heyetler, sanatçı ve aydınlarla birlikte yürütülen kampanyalar, toplum olarak hepimizi demokratik haklar ve barış konusunda yüksek bir beklenti içerisine sokmuştu.
Ne yazık ki ülkemizin tabiri caizse kanayan bir yarasının çözüme kavuşacağına, 40.000'den fazla yurttaşımızın ölümüne neden olan şiddet ortamının son bulacağına, huzur ve barışın yeniden tesis edileceğine dair yeşertilen umutlarımız, 2015 yılının yaz aylarında çok hızlı bir şekilde yıkılmış ve çatışma ve ölüm haberleri hayatımızı yeniden doldurmaya başlamıştı.
11 Ocak 2016 tarihinde, söz konusu barış bildirisine imza attığımızda, bölgedeki pek çok kentte haftalardır devam eden olaylar, son kırk yıldır yaşananların neredeyse hiçbirine benzemeyen ölçekte bir şiddet ve yıkımı içeriyordu. Benim doğduğum Cizre'de, çocukluğumun, gecelerinin kurşunlarla aydınlatıldığı kentinde, yalnızca çatışan tarafların değil, tüm sivil yerleşimlerinin ağır silahlarla tarandığı, havan toplarıyla vurulduğu, su ve enerji kaynaklarının kullanılmaz hâle getirildiği haberleri geliyordu.
Yazılı ve görsel basın yoluyla aldığımız haberlerin yanı sıra, daha sonra bölgede inceleme yapan ulusal ve uluslararası kurumlar, insan hakları örgütlerinin raporları, okuduklarımız, duyduklarımız ve gördüklerimizde doğruluk payı olduğunu belgeliyordu. Bölgede ağır insan hakları ihlalleri yaşanıyordu.
Yazılı ve görsel basından öğrendiğimiz haberlere göre, sokağa çıkma yasağı ve keskin nişancılara hedef olma korkusuyla Taybet İnan’ın çocukları, vurulan annelerinin cesedini tam yedi gün yedi gece boyunca bahçe kapısından izlemek, kurda kuşa yem olmasın diye cesedini beklemek zorunda kalmışlardı.
Abdullah Özcan, evinin sokağa bakan odasında namaz kıldığı esnada, sağ diz kapağından tek kurşunla vurulmuştu. Yollar kapalı olduğu için ambulans ancak on iki saat sonra gelebilmiş ve hastaneye yetiştirilen Özcan'ın ayağı gecikmiş müdahaleden dolayı kesilmişti.
10 yaşındaki Cemile Çağırga evinin avlusunda annesinin gözü önünde vurularak öldürülmüş, annesi sabah kadar kızıyla koyun koyuna uyumuş, sabahleyin saçlarına ve ellerine kına yaktıktan sonra, kızının cansız bedenini bir derin dondurucuda üç gün boyunca saklamak zorunda kalmıştı. Evden çıkıp hastanenin morguna erişmelerine üç gün boyunca imkân verilmemiş, ancak milletvekillerinin araya girmesiyle Cemile'nin donmuş cesedi hastane morguna teslim edilebilmişti.
Torunlarını hastaneye götürmek için tuttukları beyaz bayraklara rağmen vurulanlar, sağlık hizmeti alamadığı için ölenler, yaşadıklarının verdiği acıya kalbi daha fazla dayanamayanlar, haberlerin, ölümlerin, yaşanan dehşete dair bilgilerin ardı arkası kesilmiyordu.
2016 Ocak ayında, barış bildirisine imza attığımda yalnızca Cizre'de değil, Nusaybin, Sur, Silvan ve benzeri bölge kentlerinde bunlar yaşanıyordu.
Yalnızca yazılı ve görsel basın ya da çeşitli kurumların gözlem raporları değil, bizzat Cizreli olmam hasebiyle Cizre'de yaşayan yakın akrabalarımın tanıklıkları da vardı.
Dayımın ailesi, ninem, gelinleri ve torunlarıyla birlikte on iki kişidir. Evleri ağır silahlar ve roketatarlarla günlerce vurulduğunda, henüz doğmuş bir bebek, biri dört, diğeri sekiz yaşında iki kız çocuğu, sağlığı yerinde olmayan ninem ve geçirdiği felç nedeniyle yatağa bağımlı olan öğretmen emeklisi dayım ile birlikte tam on iki kişi, altı-yedi metrekarelik bir sığınakta günler ve geceler geçirdiler.
Ne sokağa çıkmalarına izin vardı ne de evlerine isabet eden kurşun ve havan toplarının korkusundan, evlerine girmeye cesaretleri. Yeni doğmuş Muhammet bebek Cizre'nin ayaz sonbahar gecelerinde, o sığınakta zatürreye yakalandı.
Minik kız kardeşler hayatları boyunca bir daha unutamayacakları, tesirini üzerlerinden atamayacakları bir travmaya maruz kaldılar. Ninem ise, o korkunç ve uğursuz 2015 sonbaharı ve 2016 kışından sonra süratle hafızasını ve akli dengesini yitirdi.
Bugünlerde bile, zaman zaman hâlâ dışarıda çatışma olduğu zannına kapılarak strese giriyor, torunlarının hemen içeri girmeleri için bağırıp çağırarak feryat ediyor.
Yine bizzat Cizre'de yaşayan bir kuzenimin tanık olduğu olaylardan biri şöyle gerçekleşti.
Soy ismi benimkiyle aynı olmasına rağmen akrabam olmayan, dayımın komşusu, üç çocuk babası, 43 yaşındaki Sezai Borçin, evini ve bahçesinde bırakmak zorunda kaldığı köpeğini kontrol etmeye gittiği öğle sıralarında başından vurularak öldürüldü. Evinin kapısını açtığında, köpeği sokağa fırlıyor ve o da köpeğinin arkasından dışarı koşuyor. Ve maalesef başından vuruluyor. Sezai abi, hastaneye yetiştirilirse belki kurtarılabilecekken sokağa çıkma yasakları nedeniyle sokağa çıkanların hedef alınması yüzünden, kardeşlerinin ve komşularının gözü önünde sokak ortasında can veriyor. Kuzenim de oradaydı ve onu hastaneye götürmeğe çalışanların arasında dakikalarca vurulma korkusu yaşamıştı.
Sayın hakim, doğduğum ve büyüdüğüm şehirde ve bölgedeki onlarca diğer merkezde bu denli sarsıcı, insanın uykularını kaçıran olaylar yaşanırken elbette ben de tüm bu olanlara kayıtsız kalamazdım. Barış bildirisi ve çağrısı bu koşullar altında ortaya çıkmış bir metindir. Bildiri, sivil halkın “anayasa ve taraf olunan uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılıyor olmalarına” edilen bir itirazdır.
Şimdi de size bu doğrultuda, iddianemede itirazım olan ve cevap vermek istediğim önemli birkaç noktayı sıralamak istiyorum.
İmzaladığım bildiri, daha doğrusu bir elektronik posta mesajı ile onayladığımı belirttiğim söz konusu barış bildirisi yalnızca bir tanedir ve 11 Ocak 2016 tarihlidir. 10 Mart'ta bir basın açıklaması yapılmış ve ben bu basın açıklamasında bulunmadım.
İçeriği, kullandığı ifadeler son derece eleştirel olan bildiriyi herhangi bir örgütten veya örgüt yöneticisinin talimatıyla imzaladığım şeklindeki bir suçlamayı kesinlikle kabul etmiyorum. Bese Hozat adındaki örgüt yöneticisinin barış bildirisinden önce, 22 Aralık 2015'te yaptığı açıklamadan, ancak iddianemeyi okuduğumda haberim oldu.
Kaldı ki salt zamansal olarak barış bildirisinden 20 gün önce yapılan bir açıklamayla benim fiilim arasında bir sebep sonuç ilişkisi kurmaya çalışmak mantık ilkelerine terstir.
Bese Hozat'ın açıklaması ile barış bildirisinin tarihlerinin birbirine yakın olması iki fiil arasında nedensellik ilişkisi kurmak için yeterli delil değildir. Bu iddia bu hâliyle çok temelsizdir ve kanıta ihtiyaç duymaktadır.
Yine, savcının hakkımızda hazırladığı iddianameyi incelediğimde, altı çizilen, koyu karakterlerle vurgulanan yerleri görüyorum. Barış bildirisinin içeriğinin ve kullandığı dilin bazı kısımlarının bu şekilde vurgulandığı alıntıları temel alarak, savcı bildirinin "PKK/KCK silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermeyi, neticede bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmayı hedeflediğini" iddia etmektedir.
Oysa savcı aynı bildirideki, "...müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını talep ediyoruz" cümlesini, ne altını çizerek, ne de koyu yazarak vurgulama ihtiyacı duymamış ve bu cümleyi normal karakterlerle yazmıştır.
Özellikle vurgulanmayan bu cümle, aslında barış bildirisinin ana ekseninin herhangi bir terör örgütünün propagandasını yapmak olmadığını ve şiddete teşvik eden herhangi bir maksadı olmadığını açıkça dile getirmektedir.
Bu bildiriye imza atan tüm arkadaşlarım gibi benim de tek amacım, 2014'te Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin de kanun değişikliği ile başlattığı barış ve müzakere sürecine yeniden dönülmesi, Kürt veya Türk daha fazla yurttaşımızın hayatını kaybetmemesidir. Çözüm ve barış görüşmelerini başlatarak toplumda yüksek beklenti oluşturan devleti ve hükümeti muhatap alıp ona çağrıda bulunmam da son derece anlaşılır ve doğaldır.
İddianamede imza verdiğimiz Türkçe metnin İngilizce çevirisine de yer verilmiş ve bu İngilizce metin nedense yeniden Türkçe'ye çevirilerek, "Kurdish Province" sözleri "Kurdistan illeri" olarak aktarılmıştır. Ne yazık ki bu da hakkımda delil olarak iddianameye eklenmiştir.
Öncelikle, Türkçe metne imza attığım için, imza vermediğim İngilizce bir versiyonun içeriğinden sorumlu tutulmam kabul edilemez.
İkincisi, İngilizce'den Türkçe'ye kimin çevirdiği belli olmayan "Kurdish province" sözlerinin gerçek karşılığı "Kürt illeridir". "Kurdish" sözcüğü coğrafi bir bölgeyi değil, etnik bir grubu, bir halkı imlemektedir. Dolayısıyla "Kürdistan illeri" hatalı bir çeviridir.
İmzalamadığım İngilizce metni ve dahası hatalı bir Türkçe çeviriyi iddianameye delil olarak ekleyerek hakkımda suç oluşturmaya çalışmakla, hatalı çeviriyi yapan ve iddianameye ekleyen kişiler mahkemenin ciddiyetine gölge düşürmektedir.
Mahkeme heyetinin temelsiz ve özensiz olan bu iddiayı bir bilirkişiye başvurarak aydınlatmasını ve adil bir yargılama için gerekli şartları yerine getirmesini talep ediyorum.
Bu barış bildirisine imza atarak ne ülkeyi karışıklığa sürüklemeyi ne de kitleleri harekete geçirerek terör ve kaos ortamını beslemeyi amaçlamak, kabul edebileceğim suçlamalar değildir.
Ahlak felsefesi ile yakından ilgilenen de birisi olarak, her zaman adil ve ilkeli olan, iyiyi-doğruyu-güzeli amaçlayan fikir ve eylemler içerisinde olmaya gayret ettim.
Örneğin, 2013 yılında henüz devlet memuru olarak görev yapan bir öğretmen iken, bir imza kampanyasına daha destek oldum. O zaman, KESK’e bağlı bir sendika olan Eğitim-Sen üyesi olduğum hâlde, Memur-Sen'in, kamuda başörtü yasağını kaldırmak için düzenlediği imza kampanyasına imza vererek destek oldum.
Hak ihlaline uğrayanların sesine ses vermek, mücadelelerine destek olmak için din, dil, ırk vb. unsurları hiçbir zaman bir engel olarak görmedim ve görenlere de karşı çıktım.
2013 yılında kamuda başörtüsü serbestliği için devlete yapılan çağrıya TBMM cevap vermiş ve talep yerine getirilmişti. Başörtü yasağına karşı imza kampanyasında, devletin bir hak ihlalini, ifade ve düşünce özgürlüğü kapsamında eleştirmiş ve devlete, neden olduğu bir adaletsizliği ortadan kaldırmak için çağrıda bulunmuştum.
3 yıl sonra, 2016 yılındaki barış bildirisine verdiğim imzada olan bundan farklı değildi. Yine, devletin bir hak ihlalini eleştirmiş ve buna son verilmesi çağrısında bulunmuştum. Bu iki eylem arasında ben bir fark göremiyorum. İlkine TBMM düzeyinde cevap verilip hak ihlalinin giderilmesi, diğerine terör propagandası muamelesi yapıp Ağır Ceza Mahkemesi'ne havale edilmesi demokratik değerlere sahip, tarafsız ve objektif hiçbir insanın onaylayacağı bir durum değildir.
Ben, yalnızca demokratik bir ülkede ve düzende yaşayan ve demokrasinin bireye sağladığı eleştiri, ifade ve düşünce özgürlüğü gibi anayasal haklarını kullanan bir yurttaşım. Dolayısıyla imzaladığım barış bildirisi de tıpkı kamuda başörtüsü yasağına karşı imzaladığım bildiri gibi, bu demokratik hakkımın icrasından başka bir şey değildir.
İddianameyi hazırlayan savcı, barış bildirisi ile terör propagandası yapıldığını ve alıntılıyorum; "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni ve Hükümeti'ni yüzde yüz haklıyken haksızmış gibi göstermeye" çalışıldığını da iddia etmektedir.
Sayın heyet, bu barış bildirisine, bölge kentlerinde yaşananların aktarıldığı televizyon ve gazete haberleri, bölgede yaşayan insanların tanıklıkları, bizzat Cizre'de yaşayan yakın akrabalarımdan aldığım bilgiler doğrultusunda imza attım.
Daha sonra yayımlanan Türkiye menşeli bazı insan hakları kurum ve derneklerinin ve de Birleşmiş Milletler’e bağlı bazı uluslararası kurumların raporları, bölgede yaşanan ciddi hak ihlalleri olduğunu doğrulamaktadır.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti'nin yüzde yüz haklı olması iddiasının şüpheli olduğu ve demokratik bir hukuk devletinde yaşayan bir vatandaş olarak devleti ve hükümeti bu açıdan eleştirmemin herhangi bir suç teşkil etmediği kanaatindeyim.
Neticede, ortada bir barış bildirisi ve bir de savcı iddianamesi vardır. Ne benim de imzamın bulunduğu bildiride geçen iddiaların doğruluğuna dair benden herhangi bir delil sunmam ne de savcının iddia ettiği suçlamalarla ilgili herhangi bir belge ve delil sunması mahkemenizce talep edilmemiştir.
Oysa iddanamede kullanılan pek çok argümanın dayanaktan yoksun olduğu aşikârdır. Ne Bese Hozat ile ilgili iddia ne "Kürdistan İlleri" çevirisi sonucu oluşturulmaya çalışılan suçlama, ne de terör propagandası yapıldığına dair sunulan upuzun hikâyenin, şahsımla nasıl ilişkilendirildiğine dair herhangi bir kanıta rastlamak mümkün değildir.
Mahkemelerin görevi yalnızca iddia sahibini ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni savunmak, onların haklarını gözetmek değil, bu devletin yurttaşlarının da demokratik haklarını korumak ve savunmak olduğundan, yaptığım eylemin bir hak icrası olarak görüleceğinden şüphe duymak istemiyorum.
Yunanlı filozof Platon'a göre erdemlerin en önemlisi adalettir. Kendi benliğinde adaleti tesis edemeyen insan, mutsuzluğa ve kötü bir hayata, yasalarında ve kurumlarında adaleti tesis edemeyen bir devlet ise çürümeye ve yozlaşmaya ve nihayetinde yok olmaya mahkûmdur. Adalet (yalnızca) mülkün değil, toplumsal uzlaşma ve barışın temelidir.
Demokratik hak ve özgürlükler ile ilgili olan bu ve buna benzer davalar, hukuk sistemlerinin teste tabi tutuldukları turnusol kâğıdı işlevi görürler. Bu testi geçemeyen adli mekanizmalar bileşeni oldukları toplumsal düzeni medeniyet skalasında yükseltmeye değil, geriletmeye hizmet ederler.
Diğer yandan hakikati kendine pusula edinen, hukukun üstünlüğü ilkesine gerçek manada bağlı kalan adli sistemler, bileşeni oldukları devletin ilerlemesinde, yurttaşlarının bilinçlenmesi ve aydınlanmasında adeta bir eğitim kurumu, bir okul işlevi görürler.
Sonuç olarak, tüm bu duygu ve düşünceler içerisinde, somut delillerle desteklenmeyen bazı iddialarla üzerime atılan terör örgütü propagandası suçunu reddediyorum. Barış bildirisine verdiğim desteğin demokratik ve anayasal bir hak olan ifade ve düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesini ve beraatime karar verilmesini talep ediyorum. (NB/TP)