İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Taner Gören'in Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
"Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız" başlıklı metne, Ülkemizin Güneydoğu illerinde, terörle mücadele amacıyla devletin, top, tank gibi ağır silahlar kullanarak başlattığı, çok sayıda ölümlere yol açan operasyonların durdurulması; günlerce süren sokağa çıkma yasakları sonucu oluşan insan hakları ihlallerinin son bulması; sorunların barışçı yollarla çözülmesi, Bölgeye kalıcı barışın gelmesi amacıyla, bu Ülkenin düşünen bir vatandaşı olarak imza attım.
Eylül 2015'de, başta Şırnak'ın Cizre, Silopi; Diyarbakır'ın Sur, Mardin'in Nusaybin ilçelerinde olmak üzere, Güneydoğudaki pek çok il ve ilçede, Bölge halkını terörden kurtarmak ve halkın huzur içinde yaşamasını sağlamak amacıyla başlatılan operasyonlar sürecinde yazılı ve görsel basında karşılaştığım haberler, bir insan olarak, bir akademisyen olarak ve amacı insanları yaşatmak olan hekimlik gibi bir mesleğin mensubu olarak beni inanılmaz acılara boğmaktaydı. Bölgede adeta bir savaş yaşanmaktaydı. Çok sayıda bina oturulamaz hale gelmişti. On binlerce insan göç etmek zorunda kalıyordu. Günlerce süren sokağa çıkma yasakları ağır insan hakları ihlallerine neden oluyordu.
Mensubu olduğum Türk Tabipleri Birliği'nden bir ekibin 18 Eylül 2015'de Cizre'ye yaptığı ziyaret sonucunda hazırlanan raporda, günlerce süren sokağa çıkma yasağı süresince ağır sağlık hakkı ihlallerinin yaşandığı anlatılıyordu.
Özellikle çocukları düşünüyordum. Aylarca ağır silah ve bombalama sesleri ile yatıp kalkan çocukların duygu durumunu, yaşadıkları travmanın ileride onları nasıl etkileyeceğini hayal bile edemiyordum. Yaşam hakkı ihlaline örnek olarak, Cizre'de çatışmalar sırasında ölen 13 yaşındaki Cemile Çağırga'nın sokağa çıkma yasağı nedeniyle uzun süre defnedilememesi ve cesedinin buzdolabında saklanmak zorunda kalınması; yaralanan bir kadına yardım etmeye çalışırken kafasından vurulan sağlık çalışanı Abdülaziz Yural'ın ölümü, ilk aklıma gelenlerdir.
Operasyonlar sürecinde ölenlerin sayısı yüzlerle ifade edilmeye başlanmıştı. Harabeye dönen yerleşim yerlerinin ve göç etmek zorunda kalan insanların oluşturduğu konvoyların her gün medyada görüntülerini görmek ve bu olayları çaresizlik içinde sadece seyretmek durumunda kalmak duyarlı bir vatandaş için kabul edilebilir değildi. Yüz bini aşkın insan göç etmek zorunda kalmıştı.
Evet, Güneydoğu illerinde otuz yılı aşkın zamandan beri bir sorun yaşanmaktaydı. Elli binin üzerinde insanın ölümüne yol açan bir sorundu bu. Ama bunun silahsız, barışçı yollarla bir çözümü mutlaka olmalıydı. Yıllardır hep böyle düşünüyordum.
"Çözüm Süreci" olarak bilinen, sorunun çözümü ile ilgili görüşmelerin yapıldığı üç yıla yakın bir dönemde hiçbir çatışma ve ölüm olayının olmayışı da bunun olabilirliğini gösteren bir delil idi. Oysa silah kullanılarak yapılan bu operasyonlar bana göre, Bölgeye barışı getirmek bir yana sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokmaktaydı.
Latince "primum non nocere", hekimlik mesleğinin 2500 yıldan beri değişmeyen en önemli kuralıdır ve "önce zarar verme" anlamına gelmektedir. Ben kalp hastalıkları uzmanıyım. Anjiyografi yapıp kalbin 2-3 mm incelikteki tıkalı damarlarını açabiliyorum. Ancak tıkalı bir damarı açarken sağlam bir damar tıkanabilir, hasta bu yüzden hayatını kaybedebilir. Tıkalı bir damarı stent koyarak açmayı planlarken, eğer sağlam bir damarın tıkanma olasılığı yüksekse, hastaya zarar vermemek için, bu yoldan vazgeçip, hastaya daha emniyetli tedavi yolu olan baypas ameliyatını öneriyorum. Kendisini kalp ve damar cerrahına yönlendiriyorum.
Aslında bu kural hayatın her alanında geçerlidir; örneğin mühendislikte. Bir inşaat yapılacağı vakit doğaya, çevreye, yaşam ortamına zarar verip vermeyeceği hesaplanmak zorundadır.
Ben Devlet yönetiminde de aynı kuralın geçerli olması gerektiğini düşünüyorum. Devletin insanların iyiliği için yaptığı bir operasyon ölümlere, insan hakları ihlallerine yol açmamalıdır diye düşünüyorum.
İşte bu duygu durumu içerisinde Ülkemin Güneydoğu Bölgesinde cereyan etmekte olan iç yakıcı olayları çaresizlikle izlemekte iken, Ocak 2016 başında sosyal medyadan söz konusu metin önüme geldi. Dikkatle okudum metin; ölümlerin, hak ihlallerinin durdurulmasını, müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı barış için çözüm yollarının aranmasını talep ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bir vatandaş olarak bana Devleti eleştirme ve Devletten talepte bulunma hakkı vermektedir. Bu nedenle, Anayasa'nın ve başta insan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere Ülkemin altına imza atmış olduğu ilgili evrensel metinlerin bana vermiş olduğu haklara istinaden, metindeki ifadelerin düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında dile getirilebileceğini ve bu kötü gidişin durmasında yararı olabileceğini düşünerek metni imzaladım.
Bir vatandaş olarak Devlete böyle bir uyarıda bulunmaktaki haklılığımı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği'nin Şubat 2017'de yayınladığı rapor da göstermektedir. Güneydoğu illerinde yaşanan süreçle ilgili bu raporda, Temmuz 2015-Aralık 2016 tarihleri arasında, 1200'ü sivil olmak üzere 2000 kişinin öldüğü; çok sayıda binanın bombardımanlar sonucu ağır hasar gördüğü; 355.000 kişinin bölgeden ayrılmak zorunda kaldığı; aylarca süren sokağa çıkma yasakları sürecinde halkın sağlık hizmetlerine, temiz suya ve yiyeceğe ulaşamadığı; elektrik ve internetin kesildiği, daha pek çok insan hakkı ihlalinin meydana geldiği belirtilmektedir.
Metni okuduğumda, bunun bir terör örgütü propagandası olabileceğini hiç düşünmedim ve halen de düşünmemekteyim. Kırk üç yıldır, iyi hekimlik değerlerine sıkı sıkıya bağlı bir anlayışla vatandaşlarına sağlık hizmeti sunmaya çalışan bir hekim olarak, otuz yılı aşkın bir süreden beri tıp bilimine katkıda bulunmaya çalışan ve çok sayıda nitelikli hekim ve uzmanın yetişmesinde katkısı bulunan bir akademisyen olarak, ölümlerin, insan hakkı ihlallerinin önlenmesini ve barışı talep eden bir metni imzaladığım için terör örgütü propagandası yapmakla suçlanmayı anlamam mümkün değildir.
Üzerime atılı olan suçlamayı kesinlikle kabul etmiyor ve derhal beraatımı talep ediyorum. /TG/BK)