Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden emekli Prof. Dr. Günay Göksu Özdoğan'ın Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 35. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
11 Ocak 2016 tarihli metnin imzacılarından biri olarak karşınızda bulunuyorum. Öncelikle bu metni neden imzaladığımı açıklamak istiyorum. Temel olarak iki saikle imzalamış bulunuyorum: 1) Öncelikle vatandaşlık bilinci, sorumluluğu ve vicdanıyla, 2) ikinci olarak da mesleki konumum, donanımım ve bilgi birikimim sebebiyle.
1) Bir vatandaş olarak 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra güneydoğu illerimizde yoğunluklu olarak Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı yörelerde ve yerleşim birimlerinde giderek büyüyen şiddet ortamında gerek çatışma gerekse sokağa çıkma yasakları nedeniyle çok sayıda sivilin yaşam hakkının elinden alınmasına şahid olmak beni ziyadesiyle rahatsız etmiştir. Burada giderek artan sivil can kayıpları ve insanların çaresizliği yeniden barış ortamının tesis edilmesi zaruretini doğurmuştur.
Hatırlanacak olursa kabaca 2009 yılından itibaren Türkiye'nin yönetici kadrosu çözüm sürecine yönelik yapıcı kararlar almaya başlamış, dil haklarıyla başlayan iyileştirmeler 2014 Temmuz'unda çözüm süreci ile ilgili kanun önerisinin yasallaşması ile devam etmiştir.Uzun yıllar Türkiye'yi çok yıpratan, ciddi can kayıplarına yol açan çatışma ortamının, nihayet müzakereci ve barışçı bir yaklaşımla ortadan kalkmasına yaklaşılıyor olduğu duygu ve düşüncesi hakim olmuştu.
Böyle bir deneyim ve hafızaya sahipken yeni bir çatışma ortamının doğması vatandaş olarak bizleri umutsuzluğa sevketmişti. Böyle bir ortamda meşru muhatap ve siyasi irade sahibi hükümet ve yöneticilere yönelik bir barış çağrısı yapmak benim için vicdani ve akılcı bir karardı.
Bundan önce de ister "insan hakları ihlalleri” ister "düşünce özgürlüğü”nün korunmasıyla ilgili kaygı uyandıran uygulamalar olsun, bunlara karşı yine vatandaşlık sorumluluğuyla imzaladığım dilekçeler olmuştur.
Çağdaş katılımcı demokrasilerde vatandaşların böyle bir tasarrufta bulunmaları çok doğaldır; T.C. Anayasası 74. Maddesi "dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakkı”yla bu tür tasarrufları güvence altına almış bulunmaktadır. Ayrıca böyle bir tasarrufun "ifade ve görüş açıklama özgürlüğü” kapsamında da hem T.C. Anayasası (Madde 25 ve 26) hem de Türkiye'nin taraf olduğu çeşitli uluslararası hukuk metinleriyle (örneğin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (AİHS) garanti altına alındığı bilinmektedir.
2) İkinci olarak bu metne aynı zamanda siyaset bilimcisi kimliğimle imza atmış bulunuyorum.
Çalışma konularım arasında karşılaştırmalı olarak etnik kimlik ve milliyetçilik olgusuyla Türkiye siyasal yaşamı var. Özellikle etnik milliyetçiliklerin küresel ölçekte seyrini, milliyetçilikler arası çatışmaları ve bir ulus-devlet içinde farklı etno-kültürel kimliklerin tanınma taleplerini inceledim. Bu taleplere karşı uygulanan devlet politikalarının etkileri üzerine harcadığım düşünsel mesai sonunda da çatışma çözümünde müzakereci ve barışçıl yöntemlerin çok önemli olduğuna kani oldum. Ayrıca barışın tesisi için "terör örgütü” olarak tescil edilmiş bazı temsilci gruplarla devletlerin müzakere etmekten çekinmediği ve olumlu sonuçlara varıldığım gösteren örnekler de bu kanımı güçlendirdi. Şiddeti sona erdirmek için de şiddet yerine müzakere, karşılıklı ikna ve rıza derleme yöntemlerinin daha geçerli olduğuna ikna oldum.
Nitekim Türkiye'de de meselenin çözümünde demokratik ve barışçıl yöntemlere başvurulduğunda hem güvenlik güçleri hem de sivil halktan kayıpların azaldığına tanık olduk; görece barışçıl bir ortamın tesis ediliyor olmasıyla da ülkenin geleceği adına umutlandık. Bu nedenle de 7 Haziran 2015 sonrası tırmanan şiddetin durdurulması amacıyla devlet organlarına ve siyasi iktidara müzakere yolunun tekrar açılması için bir talepte bulunan bu metne imza verdim.
Tekrar vurgulamam gerekirse kabaca 2009'da ön belirtilerini görmeye başladığımız çözüm süreci 2014 Temmuz'unda kanunlaşmıştı ve siyasi ortama görece demokratik yöntemler hakim olmaya başlamıştı. Böyle bir algı, tasavvur ve yaklaşım içinde Ocak 2016'da, şartlar ne olursa olsun sivil halkın şiddetten korunması ve yeniden barışçıl bir ortamın tesis edilmesi amacıyla yöneticilere bir çağrıda bulunan bu metni imzaladım. Çünkü sorunun çözümünde nereden gelirse gelsin ve hangi saikle kullanılırsa kullanılsın şiddet kullanımının terkedilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Vicdani sorumluluğum kadar bilimsel etik ve mesleki duruşum bu konuda yapılan bir çağrıya katılmamı gerektirmiştir.
Son olarak bu iddianame ve getirdiği suçlamalarla ilgili görüş, duygu ve kanaatımı paylaşmak isterim:
1) 11 Ocak 2016 tarihli metnin imzacılarından biri olarak iddianamede yer alan suçlamaları kabul etmiyorum. Suçlamaları öncelikle hiçbir hukuki dayanağı olmaması nedeniyle kabul etmiyorum.
2) Ayrıca bu suçlamaları son derece rencide edici ve onur kırıcı buluyorum.
İddianameden alıntılayarak (s.7) özetleyecek olursam iddianame bu metni ve imzacılarını "PKK şiddet eylemlerinin teorik düzeyde tamamlayıcısı” olarak suçlamaktadır.
Ortada hiçbir somut delil olmaksızın ve sadece olumsuz bir niyet okumasıyla bu metne imza veren yüzlerce bilim insanına böyle ağır bir suçlamanın yapılmış olması aynı zamanda esef vericidir. Neden acaba çeşitli bilim dallarında çalışan bu insanların 7 Haziran 2015 sonrası çeşitli medya araçlarıyla tanık oldukları dehşet ortamının sonlandırılması için samimiyetle vatandaşlık bilinci, vicdanı ve algısı içinde hareket ettikleri ve meşru merci olarak gördükleri devlet organlarına "barış” için bir çağrı yapmak niyetinde oldukları düşünülmemiştir?
İddianame bu haliyle imza veren bilim insanlarına, deyim yerindeyse, "devlet düşmanı başıbozuklar” muamelesi yapmaktadır. Oysa bir hukuk devleti ve T.C. anayasası (madde 25, madde 26) çerçevesinden bakıldığında imzacılar "düşünce özgürlüğüne içkin olan "siyasal eleştiri” hakkını kullanmıştır. Kaldı ki metin hiçbir şekilde ne terör-şiddet çağrısında bulunmakta, ne de bunun propagandasını yapmakta ya da şiddeti övmektedir. 2000 küsur bilim insanının ülkesinin geleceği için bağımsız aydınlar olarak topluca bir çağrıda bulunmalarının normal karşılanması gerekmez miydi? İfade özgürlüğünü, eleştiriyi garanti altına alan bir hukuk devletinden beklenen bu değil midir? Bu insanların bir örgüt talimatıyla hareket eden "terör destekçisi” “tehlikeli” insanlar olarak suçlanması onur kırıcı olduğu kadar adalet duygusunu da zedelemektedir.
3) Türkiye'de Kürt sorununun çözülmesi konusunda vatandaşlar, siyaset mensupları, akademisyenler arasında farklı siyasi görüşlerin etkili olması doğaldır ama (yine atıfta bulunduğum çeşitli insan hakları ve ifade özgürlüğü hakları çerçevesinde) kimsenin görüşleri yüzünden hukuk dışı dayanaklarla suçlanması kabul edilemez.
Siyaset bilimci mantığıyla bakıldığında metnin imzacılarıyla iddianamenin yaklaşımları arasında şöyle bir farkın olduğu açıktır. Bir yanda güvenlik refleksleriyle her türlü insan hakları ihlallerini gözardı etmeye hazır bir yaklaşım diğer yanda hukuk devleti ve insan hakları ihllalerine karşı duyarlılık gösteren yaklaşım. Böyle bir farklılığın hangi saiklerle, hangi siyasi tercihlerle ortaya çıktığı da anlaşılabilir. Bu farklı yaklaşımların hem teoride hem de gerçeklik düzeyinde birbiriyle yarıştığı ve kapıştığı da bilinen bir gerçektir. Ama böyle bir farklı konumlanmanın sonucunda yüzlerce bilim insanın mahkemelere verilmiş olması kanımca son derece hazindir. Doğrusu bu noktada beklentim ve talebim siyasi irade ve icraatı eleştiren bizlerin yargı tarafından korunması ve suçsuzluklarının teslim edilmesidir. (GGÖ/BK)