Gazeteci Arzu Demir’in “Devrimin Rojava Hali” kitabı nedeniyle hakkında açılan davada İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu savunma:
TIKLAYIN - ARZU DEMİR, İKİ KİTABI İÇİN HAKİM KARŞISINDAYDI
Mahkemenizde yargılaması yapılan Dağın Kadın Hali kitabım gibi bu kitabım da, konjonktürel yani siyasi bir davanın mağdurudur. Kitabımın toplatılması ve hakkımda dava açılması süreci, Dağın Kadın Hali kitabımın süreciyle birebirdir. Devrimin Rojava Hali kitabım, 2015 yılının Temmuz ayında okurla buluştu. Kitap hızla 4. baskısını yaptı, en çok okunanlar listesinde, haftalarca liste başı kaldı. Ardından çatışma ve savaş sürecinin yoğunlaşması, gazetecilere yönelik gözaltı, soruşturma, dava, tutuklama sürecinin artmasıyla birlikte önce kimi sosyal medya hesaplarında hedef gösterildi. Kimi tetikçi internet siteleri, kitabımı ve beni hedef gösterdi. Ardından da kitabım toplatıldı ve hakkında soruşturma açıldı.
Kitabımın İstanbul Sulh Hakimliği tarafından toplatıldığı gün, İtalya’da raflarda yerini aldı. İtalyanca baskısı da en çok okunanlar arasında yer aldı. Çünkü dünyanın dikkati Ortadoğu’da, bu topraklarda ne olup bittiği ile ilgili.
Benim de bir gazeteci olarak dikkatim Ortadoğu’daydı. 19 Temmuz 2012 tarihinden bu yana Rojava’da, başka bir ifadeyle Kuzey Suriye’de ne olup bittiğini anlamak için bölgeye gittim. Yani gazetecilik yaptım. İstanbul’dan oturduğum gazete ofislerinden, uzaktan meseleye bakarak, yorum yapmadım, gittim, gördüm, konuştum, sorular sordum, dinledim, anlatılanların gerçek hayattaki izlerine baktım ve yazdım.
İlk olarak 2013 yılının Eylül ayında Efrin’e gittim. Kaçakçıların kullandığı, mayınlı bir araziden geçerek ulaştım. 10 gün sonra aynı yoldan dönerken, ölümden döndüm. Bir mülteci grubu ile birlikte sınırı geçerken askerler tarafından bulunduğumuz alana doğru ateş açıldı. Bizi mayınların olduğu yere doğru sürmeye çalıştılar. Şans eseri ölmedim, hayatta kaldım.
İkinci gidişim; 2014 yılının Ağustos-Eylül ayında Cizire bölgesine oldu. Bu kez de kaçak gittim. Bu kez, halkın olanaklarını kullanarak, bir sınır kapısından kaçak geçiş yaptım. Başka bir sınır kapısından döndüm.
Üçüncü gidişim ise Rojava için Avukat Dayanışması ile birlikte oldu. KDP’nin kontrolündeki Semelka sınır kapısından heyetle gittim, geldim. Toplamda 2 ay kaldım.
Kitapta da ağırlığı oluşturduğu gibi, Rojava devriminin, kadınların hayatında neleri değiştirdiğini inceledim. Bunun için Kürt, Süryani, Arap, Çerkes kadınlarla konuştum. Evlerinde, kadın kurumlarında ve kadın savaşçıların taburlarında, cephelerde kaldım. Hayatlarında nelerin değiştiğini sordum. Esat rejimi döneminde nasıl yaşadıklarını sordum. Ellerine silah alan kadınların, neden ellerine silah aldıklarını anlatmalarını istedim. Çünkü o kadınlar, dünyanın konuştuğu kadınlardı. Fransa’da devlet yetkililerinin katıldığı resmi bir görüşmeye, askeri kıyafeti ile girecek kadar dünyanın gündemine giren kadınlardı. Dil okullarında 70’inde okuma yazma öğrenen kadınları dinledim. 70 yaşında okuma yazma öğrenen bir kadına “Senin ne derdin var ki, bu yaşta okuma yazma öğreniyorsun” diye sorduğumda, “Hayatı anlamak istiyorum” yanıtını aldım. 60’ında torun torba sahibi kadınların ellerindeki silahlarla mahallelerinde nöbet tutmalarına tanık oldum. İlk kadın taburunun kurulduğu Efrin’in Şerawa mevzilerine gittim. 100-150 metre ötemizdeki El Nusra çetelerinin saldırı tehdidi altında ben tedirginlik yaşarken, yaşı benim ömrümün yarısı olan kadınların cesaretine tanık oldum. Bütün bunları fotoğrafladım, kaydettim.
Aynı zamanda, El Nusra çetelerinin saldırılarından, katliamlarından kaçarak Efrin’e sığınan kadınlarla karşılaştım. Tecavüze maruz kalan kadınlardı. Kendi acılarını, bir başkasının acısı gibi anlatıyorlardı bana. Kardeşinin kafasının kesilme anına bir samanlıktan izleyen abiler, ablalar gördüm ben. Cep telefonlarına kaydettikleri o görüntüleri göstermek istediler, ben izleyemedim, insanlığımdan utandım. Benim izlemeye tahammül edemediğim kötülükleri, vahşeti insanların yaşadıklarını gördüm.
2014 yılının Ağustos ayından IŞİD çetelerinin, Şengal’a saldırısından kaçan Ezidi Kürtlerle bu kez de Cizire’nin Derik kentinde karşılaştım. Efrin’de katliamdan kaçan kadınların anlattıklarına benzer hikayaler anlattılar bana. İlk orada gördüğüm IŞİD vahşeti, Suruç’ta 33 devrimciyi katlettiğinde tehlikenin Şengal kadar uzak bir bölgede değil, sevdiğim insanları hayatımdan çekip alacak kadar çok yakında olduğunu fark ettim. Suruç’u, Ankara, Sultanahmet, Taksim, Atatürk Hava Limanı, Antep katliamları takip etti. Öncesinde Diyarbakır’da HDP mitingini kana bulamışlardı. Antep ve Diyarbakır’daki polis operasyonlarında bu çetelerin, kendilerini patlattıklarına da tanık olduk. Sadece bizim değil, dünyanın başına belaydı.
İşte bu nedenle, El Nusra ve IŞİD çetelerine karşı mücadele eden, itiraz eden, savaşan, kendi hayatını veren her kim ise onlara kendi hayatlarımızı borçlu olduğumuzu düşündüğüm için tüm gördüklerimi yazmak istedim. Oralarda bir yerlerde birileri bu insanlık düşmanlarına karşı direndiği için ben, siz ve bu salonda var olanlar hayattayız.
Kitabımda sadece kadınlardaki değişimi anlatmadım. Adalet mekanizması, ekonomi, savunma sistemi gibi alanları inceleyebildiğim kadarıyla yazdım. Esad Rejiminin, Rojava topraklarındaki sömürgeci politikalarını anlattım. Bu politikaları, bizzat yaşayanlardan dinledim. 12 Mart 2004 yılında Qamışlo’da bir stadyumda başlayan, ardından günlerce süren katliam ve bu katliama karşı halkın direnişini, tanıklarından dinleyerek anlattım. Yüzlerce Kürt çocuğunun yakılarak katledildiği Amude sinemasının yerine konulan anıta gittim, o katliama dair anlatılanları dinledim.
Mahkemeleri gezdim, duruşmaları izledim. Adalet mekanizmasının nasıl inşa edildiğini sordum. Suçun toplumsal bir mesele olarak ele alındığına tanık oldum. Sorunların büyük bir kısmının mahkemelerin önüne gelmeden, uzlaşma komitelerinde çözüldüğünü gördüm. Müebbet hapsinin sadece kadın katillerine verildiğini öğrendim. Okuma yazması dahi olmayan bir kadının, bir mahkemeye başkanlık yaptığına, verdiği bir kararın ne kadar adil olduğuna tanık oldum. Herkesin, istediği kişiyi avukat olarak tayin edebildiğini gördüm. Adalet mülkin temeli olmadığı için, işlenen suçun, toplumsal mülkiyete verdiği zarara bakılarak, cezalandırmaya gidildiğini, cezalandırmanın da gerçekten onarma, toplumun eksik bıraktığı şeyi giderme amaçlı olduğunu gördüm. Hapsetmenin ise en son tercih edilen bir ceza yöntemi olduğuna tanık oldum. Duruşma salonlarında, mahkeme heyeti ile savcılık makamını, sanıktan ve savunmadan daha yüksek bir yere koyan bir düzenden vazgeçildiğini gördüm.
Aslında başka bir adaletin, başka bir eğitimin, başka bir ekonominin, başka bir hayatın var olabildiğini gördüm ve bir gazeteci olarak sorumluluğumu yerine getirerek, toplumun öğrenme hakkı için yazdım.
Rojava’nın sadece savaş, çatışma, cepheden ibaret olmadığını, insan ile insan, kadın ile erkek, doğa ile insan arasındaki ilişkileri eşitlikçi ve özgürlükçü bir temelde değiştirdiğini, bunun için çeşitli yasalar ve kurumlar var ettiğini gördüm ve bunların bilinmesi için yazdım.
Rojava’ya dünyanın birçok yerinden insanlar çeşitli amaçlarla gitti. Kimisi El Nusra, IŞİD çetelerine karşı savaşmak için gitti, kimi gezmek, görmek için gitti. Benim gibi gazeteciler de, gazetecilik yapmak için gitti. Pek çok ülkede Rojava ile ilgili kitaplar basıldı. Devrimin Rojava Hali, bir Türk gazetecinin yazdığı ilk kitap oldu.
Türkiye’den savaşmak için gidenler arasında arkadaşlarım da oldu. Suphi Nejat Ağırnaslı bunlardan biriydi. Nejat, Boğaziçi Üniversitesi’nden mezundu. Herkes onun iyi bir akademisyen olacağını sanırken, o Kobane savunmasına katıldı. Arkadaşlarımdan biri Emre Aslan’dı. Şiir okumayı, aşık olmayı seven, deli dolu bir insandı. Birgün ortalıktan kayboldu. Birkaç ay sonra Suruç sınırından cenazesini alanlar arasında ben de vardım. Orada ilk kez karşılaştığım, konuştuğum, röportaj yaptığım birçok insan hayatını kaybetti. Kitabın kapağındaki 4 genç kadından biri, Esad rejiminin Halep’e yönelik hava saldırısında hayatını kaybetti.
İşte Devrimin Rojava Hali, yasaklansa da, yazarı olarak ben cezalandırılsam da, bu anlattığım olayların hepsi, gerçek olarak kalmaya devam edecek.
Hiçbir güç, hiçbir siyasi iktidar gerçeği değiştiremez. Gerçek, yaşanmıştır ve toplumsal hafızadaki yerini almıştır.
Tıpki bu topraklarda bir dönem çözüm sürecinin yaşandığı gerçeği gibi. Üzerine yaşadıklarımız ne olursa olsun, ne kadar büyük acılar yaşarsak yaşayalım, hiç kimse bize barışa yaklaştığımızda hissettiğimiz o muazzam sevinci, heyecanı unutturamaz.
Bugün Türkiye cezaevlerinde yüzü aşkın gazeteci var. Ağır tecrit altında tutulan gazeteci meslektaşlarım var. Özgür Gündem Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Zana Kaya Bilir ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İnan Kızılkaya, Silivri Cezaevi’nde tecrit altında tutuluyor. Her gün adliyelere geliyoruz ya kendi davamız ya da bir arkadaşımızın davası için. Radyo televizyonlar kapatıldı, ardından haber ajansları. Şimdi de internet erişimi engellemek istiyorlar.
Bütün bunlar gerçeğin ulaşmasını engellemek için.
AKP/Saray iktidarı yeni bir tarih inşa ediyor. Kendi gerçeğini kuruyor. Bunun için de bu toprakların gerçeğini aktaran, ileten ne varsa susturmak istiyor.
Bu davalar gelir geçer, bizler gelir geçeriz, sizler gelir geçersiniz, iktidarlar da gelir geçer, ama hiçbir şey gerçeği silemez.
Hiçbir şey, Rojava’da inşa edilen sistemin, Ortadoğu’nun etnik ve mezhepsel çatışmalarına son verecek bir model olduğu gerçeğini değiştiremez.
Hiçbir şey; Rojava’nın, bir baytarın başhekim, çoluklu çocuklu bir kadının halk mahkemesi hakimi, ev emekçisi bir kadının YPJ komutanı, genç bir kadının akademi yöneticisi, kısacası herkesin her şey olabileceği bir coğrafya olduğu gerçeğini değiştiremez.
Hiçbir şey Rojava’nın kadını ve erkeği insan yaptığı gerçeğini değiştiremez.
Eğer çatışmalar yeniden başlamamış olsaydı, İmralı adasında yürütülen görüşmeler, Türk ve Kürt halklarının barış umudu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık hayaline kurban edilmemiş olsaydı, bu kitap yasaklanmayacaktı, ben de sanık olmayacaktım.
Ben gazetecilik yaptım, gittim, gördüm ve yazdım. Gazetecilik suç değildir.
Bu nedenle iddianamede isnat edilen suçlamaları kabul etmiyorum, beraatımı istiyorum. (ad/çt)