Yeditepe Üniversitesi ve Kadın Eserleri Kütüphanesi ortaklığı ile 19-20 Nisan 2014 günlerinde “Kadın Hayatlarını Yazmak- 2014” (Writing Women’s Lives- 2014) başlıklı uluslararası konferans Yeditepe Üniversitesi Rektörlük Binasında gerçekleştirildi. 19 Nisan 2014 Cumartesi günü katıldığım “Sözlü Tarih ve Tanıklıklar” başlıklı ikinci oturuma dair notlarımı bu yazıda sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bulgaristan'dan Türkiye'ye
Moderatörlüğünü Pınar Yelsaslı Parmaksız’ın yaptığı panelde birinci konuşmacı Merin Sever Oğuz idi. İstanbul Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olan Merin Sever, yüksek lisansını Japonya’da tamamladıktan sonra şu an İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora programında eğitimine milliyetçilik ve göç meselelerine feminist perspektiften bakan çalışmalarıyla devam ediyor. Oğuz panelde “Her Yerde Bir “Öteki” Olmak: 1989 Bulgaristan” başlıklı bildirisini sundu. [1]
Oğuz 1989’da Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç eden kadınların Bulgaristan’da ve Türkiye’de yaşadığı entegrasyon sorunu üzerine bir sunum yaptı. Oğuz bu çalışması için aynı aileden üç kuşak kadın ile sözlü tarih görüşmesi gerçekleştirmiş.
Bu üç kadın da kendilerini “öteki” üzerinden tanımladıkları için Oğuz araştırma sorusunu gerek etnik azınlık gerek kadın olarak “misafirverperlik” üzerinden kurmuş. Bulgaristan’da kendilerini gerek dini gerek etnik azınlık gerekse kadın olarak “öteki” olarak gören bu kadınlar Türkiye’ye göç ettiklerinde de muhacir olan ve çeşitli farklılıklar taşıyan kadınlar olarak kendilerini “eğreti”, “misafir” olarak tanımlıyorlar.
Ayşe ailenin en yaşlısı olarak göç sonrasında ailede ücretsiz emeği oluşturan kişi. Emine yaşı itibari ile göç sonrası aktif emeği temsil ediyor. Aylin ise çocuk yaşta olanlardan, o da okul çağında yaşadığı dışlanmalar üzerinden bir örnek oluşturuyor.
Sunumunda Oğuz bu üç kadının öncelikle Bulgaristan’daki konumlarından bahsetti. O döneme dair anlatılarında (1984’ler) Ayşe kurtuluşun sosyalizmde olduğuna inandıklarını fakat tarlalarda çalışanların hep kadınlar olmasına rağmen sorunların hep erkekler üzerinden kurulduğunu belirtmiş.
Görüşmelerde üç kadında iş hayatında yaşadıkları dışlanmanın yanısıra okullarda da hem azınlık olarak hemde kadın olarak dışlayıcı tutuma maruz kaldıklarını belirtmişler. Görüşülen üç kadından Emine ise bu tür dışlanmalara maruz kaldıkları için milli bilinçlerinin güçlendiğini ifade etmiş.
Ülkedeki Türk nüfusu göze batar hale gelince iki ülke arasındaki anlaşmalarla Bulgaristan’daki Türk nüfusu 1978 itibari ile sınır dışı edilmeye başlanıyor. Gönderen devlet 60 dolar gibi çok cüzi bir miktarla Türklerin göç etmelerine izin veriyor (1964’deki Yunan tebaalı Rumların durumuna benzer olarak).
Göç esnasında Türkler evdeki eşyalarını satma imkanını bile bulamadan göçe zorlanıyorlar. Sınırdan geçildikten sonra ise başka türlü sıkıntılar baş gösteriyor. Maddi imkansızlıklar nedeniyle yaşlılar, çocuklar ve bir kaç göçmen aile aynı evde yaşamaya başlıyor. Bu durum kadınların üstüne ayrıca bir iş yükü yaratıyor.
Yaşlı ve çocukların bakımı her zaman olduğu gibi karşılıksız ev emeği olarak kadınların üzerine kalıyor. Oğuz’un görüşmelerden edindiği izlenime göre sınırı geçtikten sonra “iç misafirperverlik” süreci başlıyor; göçmenlerin ilk aradıkları ve yardım talebinde bulundukları kişileri akrabaları, arkadaşları ve kendilerinden önce buraya gelmiş kişiler oluşturuyor.
Anlatımlarda Türkiye’ye göç ettikten sonra iş hayatında özellikle kadın olmalarından dolayı uğranılan ayrımcılıklar göze batıyor. Emine inşaat mühendisi olmasına rağmen “kadın başına şantiyede çalışamazsın” türü mahalle baskılarından dolayı tasarımcılığa yönelmek zorunda kaldığını belirtmiş.
İlk başlarda göçmenlerin yoğun olduğu mahallere yerleşseler de (şehrin çeperlerinde) “senin kocan seni çalıştırıyor mu” şeklinde sorulara maruz kaldıklarının altını çizmişler.
Sosyalist bir ülkeden kapitalist bir ülkeye geçişte yaşanan problemler (işe girerken ücretlerde yaşadıkları sıkıntılar), dil sorunu ve bunun doğurduğu iletişim problemi, okul denklik belgesi gibi yasal sorunlar muhacirlerin Türkiye’deki yaşamlarını güçleştiren faktörlerin başında geliyor.
Ailenin en yaşlısı Emine devlet eliyle yapılan yardımların popülist söylemlerle gazetelerde çok abartıldığından ve devletin onlara el vermediğinden yakınarak, devletin bu abartılı söylemleri karşısında sanki bedava yardım almışlar gibi gösterildiklerini ve bu yüzden insanların onlara tepki duyduklarını belirtmiş.
Yaşanan ekonomik sıkıntılar sonucu yaşlı göçmen kadınlar eve parça başı iş almaya başlamışlar, bu da kadınların evde sergiledikleri ücretsiz emeği katlandıran bir faktör olmuş. Oğuz sunumunun son bölümünde görüşülen kadınların kadın olarak “orada” stratejik konumlarda olmadıklarını ama buraya yani “anayurtlarına” dönme fikrinin en büyük motivasyonları olduğunu belirtiyor.
Fakat Türkiye’ye geldiklerinde de kadınların yine kadın olmalarından dolayı ayrımcılıkla karşı karşıya kaldıklarını belirtiyor: Kadınsın ve üst mevkide olamazsın!
İş hayatında ve okul hayatında yaşanan bu ayrımcılıkların ve dışlanmaların yanısıra göçmen bir kadın oldukları için ayrıca “rahat kadın, hafif kadın” fikrinin toplum içinde yaygın olduğundan duydukları rahatsızlığı dile getirmiş göçmen kadınlar.
Görüşmelerde özellikle sokaklarda ve iş yerlerinde tacizin çok belirgin olduğundan bahsetmişler. Emine bu baskılardan dolayı Türkiye’ye döndükten sonra büyük bir hayalkırıklığı yaşayarak başını örtmeye başlamış. Oğuz sunumunun sonunda görüştüğü kadınların göçün travmasını daha atlatamadan birde üstüne toplumda kadın olarak yaşamalarının getirdiği zorluğa vurgu yapıyor.
Devletlerarası ilişkilerde karanlık bir ilişki maddesi olarak geçen nüfus hareketleri, göçler ve mübadeleler sayılarla ifade edilir fakat içindeki insan hikayeleri ve toplumsal cinsiyet boyutu genellikle hesaba katılmaz. Göçlerin insani, demokratik, cinsiyete dair boyutlarını içermesi bakımından çok ilgi çekici bir sunumdu: “Ötede hep Türktük, burada hep gavur, kendimizi hiçbir zaman bir yere ait hissedemedik”.
"Siyah" ve Beyaz" tanıklıklar
Paneldeki ikinci konuşmacı Arzu Kocaman “Siyah-Beyaz” tanıklıklar isimli bildirisini sundu.
Arzu Kocaman sunumunun başlangıcında kendisini eğitimin her kademesinde yaklaşık 20 yıldır tarih eğiticiliği yapan anne, evlat, eş ve eğitimci bir kadın olarak tanımladı. Kocaman sunumunda özetle tarih öğretilerinin nasıl demokratik bir tarzda yapılabileceğine ve tarihin anlatısını dönüştürecek bir tarih öğretimi pratiğinin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair çözüm önerileri sundu.
Kocaman sunumunda eğitim sistemindeki ezbere dayalı, öğrenciyi pasif alıcı konumunda tutan, öğrenci için dersi sıkıcı hale getiren geleneksel tarih öğretiminin gerçerliliğinin artık tartışma konusu olduğunu vurguladı. Geleneksel yöntemin yani sadece sözlü anlatıma dayanan soru-cevap, özet çıkartma, not tutma yöntemi kanıta dayalı öğrenim sürecini zorunlu kılmıştır. Özellikle Amerika’da geçmişi inşaa etmede değişik kaynaklar mesela fotoğraflar, mektuplar, haritalar, kişisel eşyalar kullanılmaya başlanmıştır.
Kocaman bu çalışmadaki amacını öğrencisine kendisini küçük bir tarihçi gibi hissedebileceği, zevkli ve kalıcı bir öğrenim süreci oluşturmak olarak tanımladı. Bu sayede öğrencileri ders kitaplarında ihmal edilmiş olan kadın yaşanmışlıklarının aile albümlerindeki fotoğraf gibi belgelerde var olduğunu fark edebileceklerdi. Kocaman sunumunda 2007 yılından itibaren eğitim sisteminde yapılan değişikliklerin bütüncül ve kapsamlı olmadığı eleştirisini getirdi. Kadına dair anlatıların azlığı ve görsellerin eksikliğinin çok dikkat çekici olduğunu sunduğu ders kitaplarındaki görseller ile destekledi. Eğitim kitaplarında daha çok öncü kadınların yer aldığını fakat arka planda yer alan, toplum içindeki sıradan kadınlar hakkında fazla bilgi aktarılmadığını belirtti. Arzu Kocaman kaynak olarak önemli bulunan fotoğrafların tarih ders kitaplarında çok az yer bulmasını, kitaplarda başarılı ve fedakar, kahraman ve vatansever, öncü ve lider kadın imajlarına yer verilmesini, toplumsal patlamaların sıradan kadınlar üzerindeki yıkıcı etkisinden bahsedilmemesini çalışmasında ortaya çıkan önemli bulgular olarak sundu.
Hemşire olmak üzere...
Paneldeki üçüncü konuşmacı Handan Çağlayan-Satı Atakul Özcan “Hemşire Olmak Üzere Yatılı Sağlık Meslek Liselerinden Okumuş Kadınların Anlatılarından 12 Eylül’ün Toplumsal Cinsiyet İdeolojisine Bakmak: İman, İtaat, İffet” isimli bildirilerini sundu.
Çağlayan kadınların maruz kaldığı etnik, sınıfsal ve şiddete dayalı ayrımcılık üzerine çalışan bir akademisyen. “Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar” ve “Kürt Kadınların Penceresinden” isimli önemli ve değerli iki kitabın yazarıdır. Satı Atakul çok yakın bir zamanda aramızdan ayrıldı. Atakul Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları programının ilk öğrencilerinden biriydi. Kadın çalışmaları öğrencisi olmak nedir, bir kadın olarak kendini keşfetmek nedir, bu oluşturmaya çalıştığımız bilgiyi nasıl dönüştürebiliriz.... bunun üzerine düşünen ve yazan biriydi.
Çağlayan ve Atakul’un bu bildirisi 1980-1990 yılları arasında Türkiye’nin çeşitli kentlerinde yatılı sağlık meslek liselerinde hemşirelik eğitimi görmüş ve daha sonra mesleklerini değiştirmiş 25 kadınla yapılan sözlü tarih çalışmasına dayanıyor. Bu çalışmanın kaynağını aslında Çağlayan ve Atakul’un kendi hayat hikayeleri oluşturuyor. Çağlayan 1982 yılında Atakul 1984 yılında yatılı sağlık meslek liselerinde okumuş. Üniversiteden mezun olduktan 20 yıl sonra, feminizmle ilişkilerinin ilerlediği bir sırada, yatılı sağlık meslek liselerindeki kadınların hayatları ile ilgili orda yaşanan deneyimleri, disiplin uygulamalarını, travmatik olan deneyimleri ve kadın dostluklarını araştırmaya karar veriyor 2 arkadaş ve feminist akademisyen.
Hemşirelik kadınlıkla özdeşleştirilen ve kadınlığı da yeniden üreten bir meslek. Çağlayan bu mesleğin eğitiminin kadınların inşaasıyla da ilgili bir şey olduğunu belirterek sunumuna başladı. Hemşirelik yardımcı hizmetler statüsünde geçen bir kadın mesleğidir. Statüsü en belirsiz olan meslek de ayrıca hemşireliktir. Fedakarlık, karşılıksız verme ve bakım emeği kadınlığa atfedilen anlamlardır. Hemşirelere yakıştırılan “beyaz melek” söylemi de annelikle, kutsiyetle ilgilidir. Çağlayan çalışmanın konu geçtiği okulların da tüm bunların öğretildiği okullar olduğunu belirtti.
Kadınlıkla özdeşleştirilen bu mesleğin içerdiği hiyerarşiler hem toplumsal cinsiyete hemde sınıfsal tabana dayanıyor. Çağlayan çalışmalarının eğitim sürecinin Türkiye’de hem kadınlığın hem de kadınlıkla özdeşleştirilen bir mesleğin nasıl inşaa edildiğine dair fikir verebileceğini belirtti. Hem sınıfsal hem toplumsal cinsiyete dayalı hiyerarşilerin bir kadın mesleğinin eğitim süreci üzerinden nasıl inşa edildiği, nasıl yeniden üretildiği ve henüz ergenlik çağındaki kız çocuklarına nasıl empoze edildiğine dair bir mikro kozmos olduğunu düşündüğünü ifade etti.
Yatılı sağlık meslek liseleri Türkiye’de 1960’lı yıllarda yaygınlaştırıldı. Ülkede hem eğitimin hem sağlığın sosyalizasyonunun gerçekleştirildiği dönemlerdir 60’lar. Bir kuşak öncesi kırdan kente göç etmiş aileler arasında, özellikle 60-70’lerde, kız çocukları için hemşirelik ve öğretmenlik, erkek çocukları içinde ast subaylık ve polislik garantili ve tercih edilen mesleklerdi. Kız çocukları için, özellikle alt sınıflara mensup kırsal kökenli ailelerde, bu okullarda okumak üniversite hayatlarına devam edebilmek için bir anahtar işlevi üstleniyordu. Orta sınıf burjuva ailelerin oluşumunu destekleyen bir sistemdi bu. Köyden kente göçe etmiş anneleri için ev kadını olmak bir statü iken o kadınların kızları içinde çalışan bir kadın olmak statü idi. Konunun böyle bir iktisadi ve toplumsal boyutu da vardı.
Sağlık meslek liseleri yatılı okullardır. Foucault da yatılı okullarda hapishaneler gibi itaatkar bedenler üretmeye ve kapitalist eğitim sürecinin gereksinim duyduğu çalışma disiplinini edindirmeye yönelik mekanlar olduğunu dile getiriyor. Çağlayan da sağlık meslek liselerini aynı Foucault’nun tanımladığı şekilde hem itaatkar bedenler hem de çalışma disiplini edindirmeye dönük mekanlar olarak tanımladı. Yatılı sağlık meslek liselerinin, hem toplumsal cinsiyete hemde sınıfsal konuma ilişkin hiyerarşilerin yeniden üretilerek pekiştirilmesi konusundaki söylemlerin, mekanizmaların, disiplin uygulamalarının deşifre edilmesine elverişli bir alan olduğunu düşündüklerini dile getirdi.
Peki bu okullar nasıl okullardı? Milli Eğitim Temel Kanunu Türkiye’ye 12 Mart askeri darbesinin ürünü olarak gelen bir kanun. Bu kanun içinde askeri darbe mantığının bütün otoriter ve milliyetçi özelliklerini taşıyor. Mesela bu okulların tamamen ortak bir mimarisi var, mekan olarak hepsi birbirinin aynı özellikler gösteriyor. Öncelikle mekansal ve sosyal izolasyon temel özelliği bu mekanların. Çağlayan bu okulları öğrenciye yeni bir kişilik kazandırmaya yönelik oluşturulan mekanlar olarak tanımlıyor. Kız çocuklarının okullarda tamamen planlanmış, programlanmış, öngörülmüş bir hayat sürdüklerini belirtiyor; toplu yemek yemeler ve toplu dua, toplu çamaşır yıkama gibi... Denetim mekanizmaları açısından son derece çarpıcı özellikler gösteren okullar bunlar. Herkesin saçı ve kıyafeti aynı olmak zorunda, kurallarla bütün hayat standartlaştırılıyor. Fakat bu standartlaşma sınıfsal hiyerarşiyi ortadan kaldırmıyor. Mesela bir alt sınıf bir üst sınıfa ismiyle hitap edemiyor. Çağlayan özellikle kız öğrencilere iyi meslek sahibi erkeklerle iyi evlilikler yapılması konusunda öğütler verildiğini belirtti. Tüm bu özellikleriyle bu yatılı meslek liseleri askeri hiyerarşiyi andırıyordu dersek sanırız yanılmış olmayız.
Çağlayan son olarak bu çalışmayı özgün kılan iki noktanın olduğunu belirtti. Birincisi o küçük kız çocuklarının birbirleriyle dayanışma ağları kurmaları; ikincisi de gündelik hayat içerisinde açıktan isyan olarak değil fakat çok çeşitli yaratıcı direniş pratikleri geliştirmiş olmaları. Konuşmasında özellikle bu çalışmanın kadınların nasıl ezildiklerini, nasıl bastırıldıklarını gösteren bir çalışma olmadığını; bunun bir direniş ve kadın dayanışması olduğunun altını çizdi. (ÖK/BA)