Amêlie filminde "yoksulun da öylesi olsun"a getiren bir sahne vardır. Kız dilenciye para vermeye niyetlenirken dilenci "Hayır bayan, pazarları çalışmam" der.
Kapitalizm ve değişen nitelikleriyle emperyalizm, açlık sınırının biraz üstünde yaşayan insanlara ilişmez. Yani alışveriş merkezinde beş kazağınıza bir kazak daha eklemeniz aç insanlar sayesindedir. Yoksulluk, nüfus patlamalarına karşı savaşların yedeği olduğu gibi ortalama her burjuvada yoksuldan aldığı can haklarını kullanarak ideal hayatına devam eder. Antonin Artaud "Bok kokan yer, varlık kokar" der. İlaveten her varsılın mal varlığının ölü koktuğunu da söyleyebiliriz. Hangi zengin sömürmeden, ezmeden, hıyanetlik etmeden zengin olmuştur ki.
Birkaç gün önce Dersim'deki bir arkadaşıma kendisinin de oturduğu TOKİ binalarını sordum. Şaşırmayacağınız üzere, şehrin dışındaymış. Kafasını sokabileceği yeri olduğu için amenna diyen, daha kötüsünü de düşünüp şükür eden komşularını anlatışı dinlemeye değerdi. Konuşmasını tüm anlattıklarının şekle bürünmüş finali ile sonlandırdı: "TOKİ yüzlü insanlar işte."
İstanbul Kayabaşı, Halkalı, Ayazma'daki TOKİ binalarında oturan insanlar gibi. Kentsel dönüşümle sürülen insanların ortak özellikleri ise yüzlerindeki şaşkınlık, alışmak için yaptıkları binalar arası gezinti turları, o çok sevdiği mahalle kültürünü hatırlatacak kapı önü oturmalarıdır.
İstanbul'u anlatmaya çalıştığım "Olmasa" belgeselimde ilginç hikâyeler dinlemiştim. Kayabaşı'nda oturan iki kişi aynı şeyi söylemişti: "Burada veresiye bile alamıyoruz."
Foto muhabiri Fatih Pınar da benzer sıkıntıları dinlediğinden bahsetmişti. Bakkalıyla ahbap olan insanlar gönül rahatlığıyla on tane zeytini veresiye defterine yazdırabiliyorlardı. Mahalle kültürü bu dayanışmayı gerektiriyordu. Fukaralıklarını omuz omuza yaşayan bu insanlar öyle ya da böyle kentin acımasız çarklarında tutunmaya çabalıyorlardı. Bir taraftan da başka seçenekleri olmadığı için düşük fiyatlarla evlerini satmış bu insanların "projelerle" işgal edilen mahallelerine duydukları özlem zamanla yerini "buna da şükür" duygusuna bırakmıştı.
Toplu kapatma binalarına sürülen insanların çoğu hadleri bildirilen insanlardır. Kentte yaşamak senin neyine, paran kadar yaşayabilirsin minvalinde. Sonrasında Tarlabaşı'ndaki bıçkın gencin yürümesi değişir. Sulukule'nin neşeli kadını duvar gibi olur. Zaten neşesini saçacağı yer de yoktur.
Kentsel dönüşüm projelerinin mücbir sebeplerden dolayı yapılması gerektiğini düşünenler de vardı. Sıkça verilen örnek Tarlabaşıydı. Taksim'in arka sokakları gasp, fuhuş, esrar gibi sözcüklerle anlatılıyordu. Yalan da değildi hani. Kentsel Dönüşüm adı altında yapılan "semtleri itibarlaştırma(!)" projeleri ilk bakıldığında kötü niyetli durmuyordu. Gene belgeselimin katılımcılarından biri olan yazar Aslı Erdoğan'ın yorumu her şeyi açıklıyordu: "Galata'da 7 yıl yaşadım, dönüşüm sürecinin tam ortasındayken. Galata bayağı viran, harap dökük bir sokaktı. Her türlü yasadışı işlerin döndüğü, çeşitli etnik grupların yaşadığı, birbiriyle çatıştığı, kadınlar için hayatın nispeten daha zor olduğu. Gene de ben o halini daha çok sevmiştim. Sonra binalar teker teker satın alındı ve restore edildi. Ve şimdi bir tür Cihangir'e dönüştü. Hani yabancıların Boğaz manzarası seyredebilecekleri bir yere dönüştü. Doğal (!) olanı bu: Çok para az parayı kovuyor."
Sulukule projesinin de ilk başlarda o mahallede yaşayan insanlar için yapıldığı söylenmişti. 100-150 yıllık tapuları olan mülk sahipleri çok komik fiyatlarla mallarını satmak zorunda bırakılmıştı. Şimdi ise lüks villalar fahiş fiyatlarla satışa çıkarıldı. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir "hala projenin sosyal olduğunda, burada yine eski hak sahiplerinin oturacağında ısrar ediyor." (1) Şaka değil, varsayım değil, gerçek hiç değil. Yalanın kuyruklusu diyelim.
Paul Watzlawick "İyideki Kötü" kitabında "sorunla birlikte sorunun yanını yöresini kazıyıp atmaktan" bahseder. "Tıpkı bir hekim esprisinde söylendiği gibi: Ameliyat iyi geçti, hasta sizlere ömür."
Kentsel Dönüşüm denilen şey de tam olarak böyle bir şeydir. Semtler seçkinleştirilir, gösterişli binalar inşa edilir, varsa tarihi binalar restore edilir, kaldırımlar sokağa inen sanat eserleriyle buluşur. Orada yaşayan insanlar ise sizlere ömür başka hayatlara sürülür. Uzaklara, bir daha itibarlı semtlere bulaşamayacakları(!) diyarlara. Bu diyarların çalışma kamplarından farkı bu insanların çalışamamalarıdır. Malum, iş imkânlarını yaratmak şehir imar planlarının dışındadır. Bir diğer farkı ise binalarının daha çirkin olmalarıdır. Bu binalar anlamsızca göğü delmeye yeltenen çirkin betonlardır.
Kamulaştırma denilen şey de rezidans ifadeli insanların, kentlerde istedikleri alanları işgal etme çalışmalarıdır. (FG/HK)