Sabah Oldu İşe Gittim, Akşam Oldu Eve Geldim
"Karşımdaki el işi masasında sarışın, orta boylu, kahverengi gözlü bir kız bana bakıyor. Ben de ona bakıyorum. Güzel kız doğrusu. Zaten benim gibi yakışıklı birisine bakmaması düşünülemez."
"Bizim yemekler işyerinde verilir. Yemek kokusu insanın burnunun direğini kırıyor. Saat 13.00 olunca ustabaşı zile basar ve ben de dahil tüm erkekler yemekhaneye doğru koşar."
"Eve gelince çorba, makarna yedim. Anneme bir nasılsın dedim bana pazarın sebze fiyatlarından bahsetti. O da hasta, herkes hasta, hepimiz ölüyoruz. Toplu katliam var burada. Kimsenin umurunda bile değil. En kötüsü de vaktinden önce ölüyoruz."
"Belki yarın her şey değişir. Piyango vurur belki. Gözümü başka bir yerde açarım belki..."
Sahil, güneş ve gülümseyen ben...
Bu cümleler, bir işçinin günlüğünden alıntılar. Her sabah annesinin sesiyle uyanmaktan, her günü bir diğerine eş geçirmekten bıkkın "işçi", yarınlara dair umudunu kaybetmemeye çalışıyor günlüğünde. Aynı günlükte, hayatının iki gününü şöyle anlatıyor:
İlk Gün Sabah: 8:00- Sabahleyin uyandım, annem uyandırdı. Öyle bir bağırdı ki... Rüya görüyordum. Bir deniz kenarıydı. Sahil, güneş ve gülümseyen ben. Yüzme bilmediğim halde suyun üzerinde çok iyi gidiyordum. Bir sesle boğulur gibi oldum ve uyandım. Yataktan kalkınca hep yaptığım şeyleri yaptım. Sabah kahvaltısında peynir, ekmek, zeytin vb. yedim. Annemin özel bir şey yaptığı görülmemiştir. Zaten bu haliyle yapamaz da. Az sonra işe gideceğim.
Çay Molası: 9:00- İşe başladığımdan beri bu kadar zor bir sabah geçirmemiştim. Baş ağrısı, bitkinlik ve yüksek ses... Yüzüm, gülümseyemeyecek kadar buruştu. İşe gelirken de gördüm ki, diğerlerinin de güldüğü yok. Birbirlerine borçlu gibi bakıp ödünç gülümsüyorlar.
Sabah bir araba geri geri ilerleyip yola çıkarken başka bir araba ona çarpacaktı, hemen kavgaya tutuştular. Bana da bir araba çarpacaktı ama hiç korkup heyecanlanmadım. Yani, beni oracıkta ezip geçebilirdi ama bana bu çok normal bir şey gibi göründü. Bir de, merdivenleri çıkarken solucan gördüm. Ömrümde sanki hiç solunca görmemiş gibi ona baktım.
Patrona baktım, yanında katalitik soba
Bu arada bugün soğuk ve bulutlu bir gün, kar yağmaya başladı. İşyeri de soğuk. Koca işyeri bir sobayla ısınıyor, o da her zaman yanmıyor. Sabah geldiğimde herkes sobanın başındaydı. Yanına bile yaklaşamadım. Sadece uzaktan elimi şöyle bir ısıttım. Zaten çalıştığım makine de sobaya uzak. O yüzden özellikle ayaklarım çok kötü üşüyor. Her soluk alışımda ağzımdan dumanlar çıkıyor. Patrona baktım, yanında katalitik soba yanıyordu.
Dün akşam mesai yapıldığı için çıraklar yerleri süpürmemişti. İlerideki masa o kadar tozlu ki, üzerine muhtemelen çıraklardan biri GS yazmış ve böyle iyi okunuyordu. İşler her yere dağ gibi yığılmış. Herkes yarın yapılacak Beşiktaş-Lazio maçından bahsediyor. Bazıları istemese de Beşiktaş kazanacak bundan şüphem yok. Kadınların ise neden bahsettiğini bilmiyorum. Kendilerine koca arıyorlar herhalde.
Çay Molası Bitti: 10:15- Zilin çalıp herkesin yerlerine geçmesi, herkeste ölüme gidiş etkisi yarattı. Sobanın yanında bir beş dakika daha durmayı, kim bilir ne kadar istiyorlardı... Bundan sonrası klasikti. Makinemin başında yine çalışmaya başladım. Bunu ise en berbat bir kafayla yaptım. Makinenin başında kimseyle konuşmadım. Zaten diğerlerinin de benimle konuşacak halleri yoktu.
Karşımdaki masada sarışın, orta boylu bir kız
Gün Sabah: Etrafıma bakındığımda herkes başını eğmiş çalışıyordu. Saat 9:30'a doğru biraz kendilerine gelip gülmeye başladılar ama bu bende bir etki yapmadı. Kafama kağıt falan attılar, bakmadım bile.
Ustabaşı arasıra gelip işime baktı, uğraştı önce, bir hata bulamadı; sonra, çattığım yanların geniş olduğunu gördü. Neymiş efendim, çatılan işlerin iki tanesi 1.5 santimetre olmuş. "Yok deve!" dedim. Tabii ki içimden. Ben susunca defolup gitti.
Zaten akşama kadar işyerinde tur atmaktan başka yaptığı bir iş yok. Herhalde birkaç kilometre yol tepiyordur bir gün boyunca. Diğer yandan, bir çırak dışarı bir şeyler almaya biraz erken çıktı diye tokatladı. Çocuk ağlayarak gitti. İşte bu kadar cins birisi. Gücü çocuğa yetiyor. Onu bir gün güzel bir pataklayacağım. Ama değmez, zaten zil çaldı(!)
Öğle Yemeği Paydosu: 1:15- 10.00 ile 13.00 arası daha iyiydi benim için. Kafamın ağrısı biraz azaldı. Diğerleriyle biraz daha sohbet ettim. Yalnız işyerinin en üst katta olmasından kaynaklı, tavanı sürekli nemleniyor ve kafamıza pıtır pıtır su damlıyor.
Bu ne kadar gıcık bir şey anlatamam. En hazırlıklı olduğum bir anda birden kireçli ve buz gibi bir su bedenimi titreştiriyor. Sular kuruyunca elbiselerde beyaz lekeler bırakıyorlar. Çözüm olarak ya kafama poşet bağlayacağım ya da sürekli tavanın ıslaklığını fırçalarla aldıracağım. Ben ikincisini seçtim. Çırak bunu sokranarak (şikayet ederek) yapıyor ama ne yapalım?
Karşımdaki el işi masasında sarışın, orta boylu, kahverengi gözlü bir kız bana bakıyor. Ben de ona bakıyorum. Güzel kız doğrusu. Zaten benim gibi yakışıklı birisine bakmaması düşünülemez. Bu kız fazla konuşkan birisi değil. Sabahtan akşama kadar masada iplik temizliyor, tela diziyor. Belki 20 yaşında. Sadece bugün bakmaya başlamadı bana. Bir buçuk aydır bakışıyoruz. Ona gidip teklif edeceğim. Ama biraz korkuyorum: Ya teklifimi kabul etmezse? Ya beni oracıkta mort ederse? Öyle bir hale düşmek istemiyorum. Buna madara olmak denir. Öyle yaparsa bu işyerinde çalışamam.
Acaba arkadaşlarının biriyle haber mi göndersem? Bu daha güvenli olur. İsterse kabul etmez o zaman, umurumda bile olmaz. Ama diğer erkeklerin ona teklif etmesine izin vermem. Evet evet, bir yolunu bulup arkadaşıyla haber göndermeliyim. Gerçi bundan sonrası da zor. Ben kızların karşısına geçip hayatta konuşamam. Karnım ağrır, ateşim yükselir, kekelerim, tuvalete gitme gereği duyarım. Hatta boğulur gibi olurum. Nasıl yapacağım bilmiyorum. Şimdi bile kalbim çarpıyor.
İri doğranmış pırasa, çorba, acayip bir makarna
Bizim yemekler işyerinde verilir. Sık sık bozuk yemekler yiyoruz. Ve yemek kokusu insanın burnunun direğini kırıyor. Saat 13.00 olunca ustabaşı zile basar ve ben de dahil tüm erkekler yemekhaneye doğru koşar. Bugüne istisna yapacak halim yok herhalde. Bugün de bire bir dakika kala elimdeki işi bitirdim, makineyi kapattım ve işle öylesine uğraştım. Zile basıldı ve hızlıca koştum.
Lanet olası masaya çarpmasaydım ilk beşe girebilirdim de, çarpınca yedi-sekiz sıra geride kaldım. Birbirimizin üstüne çıkacak gibiydik. Herkes birbirinin haline bakıp gülüyordu. Bu arada az daha iki kişi kavga edecekti sıra yüzünden. Neyse ki bir şey olmadı. Bir ara biri yine koşarken düşmüştü ve diğeri onun eline basarak sırasına geçti. Onun yerinde olmak istemezdim. Bugün iri iri doğranmış pırasa, şehriye çorbası, acayip bir makarna ve helva vardı. Karnım yemekle doymadığı için bir tane de ekmek yedim. Ona bile sokrandılar.
Yemekten sonra güneşin biraz açmasından yararlanıp Çağlayan'ı gezdik. Biraz hava aldık, kızlara laf attı(lar). Yani ben atmadım. Ben öyle şeyler yapmam. Efendi çocuğumdur. Çağlayan'ın hali berbattı. Çamur, çöp ve aylak aylak gezmeler vardı. Ve ben de bunların etkin temsilcisiydim.
Yine mesai, yine mesai...
16:00: İkiyle dört arası pek önemli bir şey olmadı. Akşam yine mesai olduğunu öğrendim. İzin istedim vermediler. Biraz düşününce onların bizden izin istemesi gerekirken, biz onlardan izin istiyoruz. Bir de kocaman "hayır" yanıtını alıyoruz.
19.00'a kadar zor çalışırken bir de 21.00'e kadar çalışmak beni hem yoruyor hem de sinir ediyor. Onlar istediği zaman bizi çalıştırıyor, biz de koyun koyun çalışıyoruz. Ustabaşına "Daha böyle çok mesai olacak mı?" diyorum, "Olacak olacak" diyor, "Bol bol mesai olacak!" "Ne kadar sürer?" dedim, "İki ay" dedi. "Hadi yaa, yeter" dedim. Suratıma pişkin pişkin bakıp, "Daha ne işte, çalışıyorsunuz, para kazanıyorsunuz, cebiniz fazla ara görüyor, kötü mü? Hiç iş olmasa daha mı iyi, millet iş bulamıyor be" dedi.
Ben ise, "İyi ama bu kadar olmaz ki" dedim, dediğimi tınlamadan çekti gitti. İnsanlara soruyorum, mesai işini. Kimi, "Yapalım, iyi olur" diyor, kimisi "Ne yapacaksın?" diyor. İşte öylece çalışmaya devam ediyoruz.
Bugün işe başladığımdan beri ilk defa tuvalete gittiğimde sıra yoktu ve boştu. 50-55 kişilik atölyede iki tane tuvalet var ve zaten bir tanesi kadınların. Kadınlar bu konuda çok otoriter, kimseyi o tarafa girdirmiyorlar. Tuvaletlerin hali ise perişan, yani gördüğüm kadarıyla en azından bizimkisi öyle. Öyle ki orayı anlatmak bile istemiyorum. Ama yine insanlar biraz vakit geçirmek için gidip orada hiç yoktan bir sigara içiyorlar. Ama tuvalete gitmek bile denetimde. Biraz uzun sürse işin hemen ustabaşının bakışları üzerimizde. Hatta belki tuvalete kamera bile koymuş olabilirler. Gerçekten bunu yapmış olabilirler. Gerçi bizim şehvet düşkünü patron kadınlar tuvaletini tercih eder. Ama yine de yapmış olabilirler.
O, yani bizim patron bütün kızları özlüyor, onlara üstü örtük tacizde bulunuyor. Kızların bazıları ise onun bu davranışına ses çıkartmıyor. Kim bilir, daha fazla para almayı umut ediyorlar herhalde. Adam, iş paramızı vermeye, sigortamızı yapmaya gelince acayip cimri ama bu şehvet işinde, yeni araba almada, ev almada ise eli açık. Sanıyor ki, arabayla her şey çözülecek... Ama çözülebilir de. İsteklerine sahip olabilir. Bu ise bana acı veriyor.
Böyle olunca namusuma tecavüz etmiş gibi hissediyorum. Bütün bunları gözümüzün önünde yapıyor. Bugün biraz düşününce onun sık sık "Ekmeğinizi veriyorum" sözünün yalan olduğunu anladım. Tam tersi bize hiçbir şey vermeden her şeyi alıyor, hatta namusumuzu bile.
"Dizimi de kaçırdım"
19:15- Tuvaletteyim, başım ağrıyor. Canla başla çalışıyoruz. Bitirmeden gitmek yokmuş. Dinlenmeye çalışıyorum.
16.00'dan sonrası monoton kafa ağrıtıcı geçti. Belim ağrıyordu. Gözlerim ise bu aralar pek iyi görmüyor. Hasta olduğumu hissediyorum. Yani bir şekilde öyle olmalıyım. Çok yorgunum. Sadece ben değil herkes öyle. Saat taa 21:45'e kadar çalıştık. Daha da sadece biz, yani makineciler paydos etti. Ütücüler ve el işçiler çalışmaya devam ediyordu. Her neyse. Yolumu biraz uzatarak eve gittim. Bir de paydos olduğunda işten alelacele çıkışım beni bile güldürdü desem yalan olmaz. Öyle hızlı, öyle komiktim ki...
Mesaiden dolayı dizimi de kaçırdım. En azından rahatlatıyordu beni. Kendimi daha güçlü hissediyordum. Aslında güzel bir yerde, güzel bir evin içinde yaşamak isterdim. İstediğim yere gitmek, iyi bir aileye sahip olmak... Bu buz gibi günlerde hiç yoksa doya doya ısınmak isterdim. Ama işte ısınmak bile neredeyse hayal oluverecek. O bile soğukluğun arasında uzaklara kaçtı. Bize ise, titreyen bedenlerle birilerine kaban dikmek kaldı. Yanında da yorgunluk ve baş ağrısı hediye. Anlaşılıyor ki, dünya birileri için yaşanılası... Ama şu kesin ki, kaban dikenler için değil.
Eve gelince çorba, makarna yedim. Anneme bir nasılsın dedim bana pazarın sebze fiyatlarından bahsetti. O da hasta, herkes hasta, hepimiz ölüyoruz. Toplu katliam var burada. Kimsenin umurunda bile değil. En kötüsü de vaktinden önce ölüyoruz. Halbuki, yaşamayı istiyorum. İşte 01.00'de yattığım halde, yorgunluğumdan dolayı 11.00'de yatarak bunu istiyorum. Yarın beni tekrar öldüreceklerini bildiğim halde, bunu istiyorum.
Belki yarın her şey değişir. Piyango vurur belki. Gözümü başka bir yerde açarım belki. Hatta bunların hiçbirini hatırlamam, hayal bunların hepsi. Her şey ben daha anlamadan değişecek. Belki zengin bir ailenin çocuğuyum. Ya da trilyonlarım vardır. Belki... Ufff sıkıldım. Gidip yatma zamanı. Yarın yeniden güneş doğacak ve yeni bir gün yeni bir yaşam demektir. Ya da en azından şimdilik böyle. (BB/NK)