Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Arap Baharı" turu kapsamında Mısır, Tunus ve Libya'yı ziyaret etti. Başbakanın gittiği her yerde coşkuyla karşılandığı, heyecanla takip edildiği basınımıza yansıdı. 7'den 70'e bütün Türkiye'nin tüyleri diken diken oldu. Yıllardır örselenmiş ulusal gururumuz okşandı...
Ziyadesi ile şımartmıştı bizi bu coşkulu kalabalıklar. Türkiye "bölgesel bir güçtü", Osmanlı'nın at sürdüğü yedi iklim dört bucakta yine "borumuz" ötmeye başlamıştı. Rivayet miydi tüm bunlar gerçek miydi? Artık o kadarını Allah bilir...
Neyse "velev ki" tüm bunlar gerçek.
Arap halkları bu "yiğit" evlatlarını gerçekten de bağırlarına basmış olabilir. Zira Arap coğrafyasında diktatörlere karşı ayaklanan muhalifleri Amerika'nın verdiği talimatla olsa da desteklemişti.
Başbakanımız "zamanın ruhunu" okuyup, petrolün ve paranın kokusunu da alarak bir zamanlar dostu olan Kaddafi, Mübarek, Esad gibi isimlere "Halkına zulm etmeyeceksin" diyip fırça atmış, bir anda celallenmişti. 'Kendi gözündeki merteği görmeyip karşısındakinin gözündeki çöpe dikkat çekmek' buna deniyordu sanırız...
"One Munite" vakası
İlk olarak, 2009 Davos Zirvesi'nde İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez'e yaptığı "One Minute" çıkışı ile Erdoğan, Arap ve Müslümanların çoğunluğunun kalbine girmişti.
Geçen yıl yaşanan Mavi Marmara saldırısında İsrail'in dokuz sivili katletmesi ile İsrail-Türkiye ilişkileri iyiden iyiye gerilmişti ancak Arap halklarının önderi olmuştuk.
Osmanlı gibi yeniden "ağabeyiydik" Ortadoğu'nun. Geçtiğimiz günlerde katliamın Birleşmiş Milletler'de (BM) soruşturulması ve hazırlanan Palmer Raporu'nun ardından Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu beş maddelik bir yaptırım paketi açıkladı.
Bu restleşme ile iyice gönülleri fethetmiştik. Artık Erdoğan hayatını Arapların şanını yüceltmeye ve Filistin davasını savunmaya adayan Mısırlı lider Cemal Abdül Nasır gibi algılanıyordu.
Gerçi bizim iliştirilmiş gazetecilerimizin PR çalışması da olabilir bu benzetme pek emin değilim... Zira Nasır iki kutuplu bir dünyada bağlantısızlar hareketinin lideriydi, Süveyş Kanalı'nı millileştirmişti, ulusalcı ve yer yer solcu bir liderdi. İsrail'e, İngiltere'ye, Fransa'ya, Amerika Birleşik Devletleri'ne "kafa tutabiliyordu".
Erdoğan ve Nasır'ın yaşadıkları dönem ve karakterleri çok farklı; elma ile armudu karşılaştırmak gibi.
İkili arasındaki tek benzerlik Filistin davasına sahip çıkmak gibi görünüyor, ancak bu da sadece retorik. Erdoğan son iki-üç yıllık süreçte perdenin önünde İsrail'e heyheylenmesine rağmen perdenin arkasında Türkiye'yi İsrail'e "kalkan" yapmayı amaç edinmişti.
Malatya'ya kurulacak radar sistemi ile İran'dan gelecek saldırılara karşı İsrail'i koruyacaktı. Hatırlarsınız Erdoğan, canlı yayında yaptığı "One Minute" şovundan birkaç gün sonra da "benim sinirlendiğim kişi Şimon Perez değil sözümü kesen moderatördü" diyerek bizleri siyasi çevikliğine hayran bırakmıştı.
Bir adım ileri iki adım geri şeklinde tezahür eden İsrail ile ilişkilerde arada böyle "kayıkçı kavgaları" da olmasa şu hariciye denen kurum çok tatsız tuzsuz bir şey olurdu...
Hem Avrupa'da yaşanmakta olan kriz nedeni ile güvenli bir liman arayan Arap sermayesi bu popülist çıkışlarla Türkiye'ye çekilebilirdi.
"Yeni Osmanlı" düşleri
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) ve Başbakan Erdoğan'ın bölgesel bir güç olma ülkülerinin en kristalize görüldüğü an sanırız genel seçimleri sonrası balkon konuşmasıydı.
Osmanlı olacağımızı şu sözlerle muştalamıştı; "Bugün mazlumların, mağdurların umudu kazanmıştır. İnanın bugün İstanbul kadar, Saraybosna kazanmıştır. İzmir kadar Beyrut kazanmıştır. Diyarbakır kadar, Batı Şeria, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar, Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar kazanmıştır. Bugün demokrasi kadar, barış, adalet ve istikrar kazanmıştır."
Erdoğan, Türkiye coğrafyasının elinin uzandığı her yerde var olmak istiyordu. Osmanlı gibi "üç kıtada at koşturan" bir Türkiye en büyük hayali... "Ne mutlu Türküm diyene" ki böylesi bir vizyona sahip liderimiz var!
Ne yalan söyleyelim ki, bütün Türkler çok güçlü ve etkin, baskın bir Türk devletine sahip olma idealindedirler. Ailemiz ve okul hayatımız boyunca aldığımız eğitim bize bunu aşıladı. Daha geçen gün Muhteşem Yüzyıl'da Sultan Süleyman'ın iki buçuk saatte kazandığı Mohaç Muhasarasını izlerken tüylerimiz diken diken olmadı mı?
Gözlerimiz yaşarmadı mı? Memleketteki çoğunluk yurttaşın gerçek ideali ne demokratik, özgür bir ülkede yaşamak, ne çocuklarımıza bırakabileceğimiz yaşanır bir dünya, ne de eşit, sınıfsız ve sınırsız kardeşçe yaşayabileceğimiz bir toplumdur. Wilhelm Reich'ın bahsettiği, "Faşizmin kitle ruhu anlayışı"dır sanırım bu biraz da. Toplumsal bilinçaltımıza yerleşmiş bir virüs. Geri kalmış, bir zamanlar "büyük medeniyetler kurmuş" (daha doğrusu böyle bir sanal, büyük devlet- altın çağ dönemleri ile ulusal gururları okşama amaçlanmıştır) bir ülkenin insan yerine konmayan bireylerinin eziklik duygusundan, komplekslerinden beslenir.
AKP ve Erdoğan'ın "ustalık dönemleri"ndeki en önemli icraatı de bu hayali beslemek olacak belli ki... Ancak bu hayal Büyük Ortadoğu Planı çerçevesinde Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) bize vermiş olduğu rolle ve ne kadarlık bir alanda ne kadarlık bir hareket serbestliği tanıyacağı ile doğru orantılıydı.
Şimdilik görünen o ki ABD, Ortadoğu'da Türkiye'yi 60 yıldır olduğu gibi koçbaşı olarak görmek istiyor ve maşa varken elini ateşe daldırmak istemiyor. Gerisi laf-ı güzaf, gerisi ham hayal... (UŞ/HK)
* Gazeteci- AB ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı