Çocuklarıma;
Pozantı cezaevindeki çocukların sorunlarını düzeltmeye uğraşırken tutuklanmak...
"Taş atan çocukların" cezaevinden sonraki yaşamlarını hep beraber örmeye çalışırken tutuklanmak...
Yoksulluk ve yoksulluğu aşmaya çalışırken tutuklanmak...
Kadınlara özgür bir kapı aralamaya çalışırken tutuklanmak...
...
Ne yalan söyleyeyim, hep cezaevinden çıkan çocuklarımı düşündüm. Çok dinlemiştim onlardan tutuklanma ve cezaevi süreçlerini, polislerle-savcılarla diyaloglarını.
Onların tecrübesiydi beni yabancı bıraktırmayan... Ve belki aynı polislerdi çocuklarıma ellerini uzatan...
Birçoğu sokaktan alınmıştı. Bense misafir olduğum bir evde, 8 Martta, emekçi kadınlar gününde...
Çocuklarım onların gözlerini unutmuyordu. Ben de gözlerine baktım uzun uzun.
Onlar, hayatımın yasadışılığının hesabını sormaya uğraşırken, en fazla 12 metrekarelik bir nezarethanede bekledim. Pis kokuyordu ve hatta nefes alınmıyordu. Küçücük bir çocuğun böyle bir yerde nelere sarılabileceğini düşündüm o an.
İmza-sorgu-sohbet, imza-sorgu-sohbet... İçin o kadar çok çağırdılar ki artık ismimin söylenmesinden nefret eder olmuştum. Nasıl çağırmıştılar çocuklarımı? İsimlerini devraldıkları, öldürülen dayılarının, amcalarının veya hiçbir zaman anlaşılamayan bir dilin isimlerini çağırmıyorlar mıydı her seferinde?
Hukuksuzluktu en çok çocukları sinirlendiren. Savcı hakkımdaki suçlamaları anlatırken, bir çocuğun anlattığı hikâyeler geldi aklıma. Soru sormaktan terlemiş savcıya "su getireyim mi abi?" diyen o çocuk... Çocuk işte! Koskoca devletin, koskoca savcısı karşısındaki çocuklarım...
Beni toplumlar tarihi tartışmalarından örgüt üyesi yapan savcı, ellerindeki taşlarla bir örgütü kurup üye yaptıklarını söylemiş çocuklarıma!
Sonra mahkeme koridorları... Ya cezaevi kapısı, ya adliye önünde bekleyen sevenler... Serbest bırakıldıktan sonra, çocuk mahkemelerinde devam edilmişti yargılanmalarına. O koridorda bir hayli gerginken birbirileriyle şakalaşmaya başlamışlardı.
Ve tutuklanma kararı... Ömürlerinin çocuk yaşlarını cezaevine reva gören hakime nasıl bakmıştılar? Ne kadar adil, diye mi?
Yaşları küçüktü, kelepçe vurulamazdı ama onlara da vurmuştular. Polis otosu içinde, kendi mahallelerinden, bileklerinde kelepçeyle geçtiler... Çocuklarımın mahallesinden kelepçeyle geçtim. Onlarla gezdiğimiz yerlerden... Birkaçının evinin önünden...
Sonra duvarlar ve demirler... Oyuncakların, uçurtmaların, kuşların takılı kaldığı teller, tel örgüler... Hep güldüğünüz olayları, günlerinizi anlatmıştınız bana, o sıcak gülüşlerin dışında zaten ne var ki... Sıcak gülüşler ve düşler...
Çocuklarımla zaman geçirirken, yaşadıklarını dinlerken ve "Ben Bir Taşım" kitabını yazarken hep anlamaya çalışmıştım. Neler yaşadılar, nasıl karşıladılar, ne hissettiler... Çok sormuştum, aslında çok da anlatılacak bir şey olmadığının farkında olarak. Gerçekten anlatılamazmış... Diyarbakır'da, Bağlar'da cezaevinin ortasında! Suç saydıkları toplumlar tarihi...
İlk insanlar, primatlar, ilk kent devletleri bir gün suç olacaklarını bilebilirler miydi? Taşlar... Dağların, duvarların taşları; bir gün, kendilerini anlasınlar diye kafalarına atılanlar tarafından suç sayılacağını bilecekler miydi?
Neredeydi suç? Çocuklarımın elinde mi? Kaç tanesini insan gibi dinlediniz... Kaç tanesinin hayatını dinlediniz de, 15-16-17 yılın değil de bir anın hesabını soruyorsunuz...
Çocuklarım bırakıldı... Ne değişti?
Kürt sorunu mu bitti? Örgüt mü bitti? Şiddet mi bitti?
Sonra benim dünyamda suç saydıklarım; uyuşturucu, fuhuş, taciz, tecavüz, katliamlar...
Hangisi çözüldü ben yakalanınca?
Şiddeti tartıştık savcıyla sorgu sırasında. Askerlik yaparken bile zorlandığını söyledi ve şiddeti uygulayanlardan hesap sorduğunu... Şiddet nerde?.. Çocukların taş atması; doğru, şiddettir. Zaten sen o çocuğu ve ailesini köyünden çiçeklerle uğurladın! Babasını, amcasını, dayısını kaza kurşunlarıyla öldürdün! Yoksulluk ne ki, zengin hayatı yaşattın!
Çocuklarımın da hiçbiri bu şiddeti hak etmemişti. O yüzden haksızsınız. 15-16-17 yılın, 15-16-17 yaşın hesabını kimse veremez. Ama o çocuklar; duruşlarıyla, laflarıyla, elleriyle, küçücük bedenleriyle o taşın hesabını, anısını, hikâyesini en güzel şekilde anlatır. Çünkü onlar birer taş... Yaşadıklarına, yaşatılanlara rağmen hala ayakta oldukları için... Ve ben de artık bir taşım; çocuklarımdan ayrı kaldığım için...
İki çağrım var şimdi bu yazıyı okuyanlara.
Birincisi çocuklarıma; sizi canımdan çok seviyorum. Benim anam, babam, kardeşim, dostum, sırdaşım oldunuz. Her zaman güzel bir gelecek üzerine konuşuyorduk.
Karşılaştığımız tüm haksızlıklar ve eşitsizliklere rağmen sizin kendi hayatınızda en güzel gelecekler yaratacağınıza inanıyorum. Çok güzel insanlarsınız. Bu toplumu asıl güzelleştirecek ve özgürleştirecek olanlar da sizlersiniz. Kendinize çok iyi bakın. Güzel haberler bekliyorum her birinizden. Sizi çok ama çok seviyorum.
Bu yazıyı okuyanlara ikinci çağrım da; insan cezaevine giderken en çok arkada bıraktıklarını düşünüyormuş. Canla başla uğraştığı çalışmaların ne olacağını... Yalnız bırakmayın çocuklarımı... Pozantı'yı... Yoksulları... Kadınları...(MT/IC)