"Önce konuşmayı öğrendim. 22 yaşıma kadar 'ben' sözcüğünü hiç kullanmamıştım. Beni inciten bir şey konusunda en ufak bir ipucu vermezdim. Ve şimdi de ısrarlı bir şekilde yazmayı deniyorum. 20 yıl önceye göre çok daha huzurluyum, çok daha az şiddete başvuruyorum. Gündelik hayatın travmalarından daha az etkileniyorum. İnsanlar beni eskisi kadar kırıyorlar ama sonuçta ardına çekilebileceğim bir duvar var."
Aslı Erdoğan için yazı tam da böyle bir şey. Yazarken insan ruhunun en karanlık noktalarını hiç bitmeyen bir sabırla eşeliyor, kendi karanlığımızı açıksözlülükle bize gösteriyor. Kurban ve katili aynı açıklık ve mesafeyle anlattığından mıdır bilinmez, romanlarını okurken kendi karanlığımızdan korkmuyor, onunla yüzleşmeyi de öğreniyoruz belki. Kurbana acımıyor, katile öfkelenmiyoruz. Bu nedenle değerli, samimi.
İlk romanı Kabuk Adam 1994'te, öykü kitabı Mucizevi Mandarin 1996'da yayınlandı. Tahta Kuşlar adlı öyküsü, Deustche Welle Ödülü kazandı, dokuz dile çevrildi. İkinci romanı Kırmızı Pelerinli Kent Fransızca, Norveççe'ye çevrilerek Astes Sud tarafından yayınlandı, Gyldendal Yayınları'nın "Marg (Omurilik) Serisi"ne seçildi. Radikal'de yazdığı köşe yazıları Bir Delinin Güncesi ve Bir Kez Daha adlı kitaplarında toplandı. Geleceğin 50 Yazarı arasında gösterildi. 2004'te Hayatın Sessizliği adlı çalışması yayınlandı. 2009'da çıkardığı son kitabı Taş Bina ve Diğerleri ile Mayıs'ta Sait Faik Hikâye Ödülü'nü kazandı.
İstanbul Amerikan Robert Lisesi, ardından Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünü bitirdiniz. Fizik okudunuz, yüksek lisansınızı Avrupa Yüksek Enerji Fiziği Laboratuarı'nda (CERN) hazırladınız. Sonra Rio de Janerio'ya gidip fizik doktorasına başladınız ama yarıda bırakıp yazmayı seçtiniz. İki yıl Güney Amerika'da yaşadınız. Bu çok keskin bir dönüşüme işaret etmiyor mu?
Benim iki özgeçmişim var, fotoğrafın negatifi gibi. Biri görünürde akademik başarılarla dolu diğeri bunun simsiyah karşılığı. Hayatımın asıl kilitleri de o negatif özgeçmişte.
Hayatımın üç kritik dönemi var. İlki CERN'deki deneyim. İkincisi, İstanbul'da Afrikalı göçmenlerle yaşadığım dönem, sonra da Brezilya. Geçişi de aslında o açıklıyor.
İstanbul'da bir Afrikalıya âşık oldum. 1993 Türkiye'sinde bunun bedelinin bu kadar ağır olacağını, sadece Afrikalılara değil tüm aşağı sınıfa, korunmasız olanlara yoğun şiddet uygulanacağını bilmiyordum.
Şiddete maruz kaldıktan sonra buradan uzaklaşmak istedim. Bulabildiğim en kolay çıkış buydu. Çok iyi bir master tezim vardı. Bana her kapıyı açabilirdi. Bir arkadaşıma Türkiye'den uzaklaşmak istediğimi yazdım, karşıma Brezilya'da doktora fırsatı çıktı. İki hafta içinde İstanbul'dan ayrıldım.
İlk yıl doktora araştırmalarına devam ettim. Portekizce öğrendim. Bir yandan da Rio cangılına daldım. Çok zor bir dönemdi. Dağılmamda kişisel geçmişim kadar kentin de etkisi vardır...
Röportajlarınızda zor bir çocukluktan söz ediyorsunuz? Aileniz "parlak" kariyerinizden vazgeçmenizi nasıl karşıladı?
Ailem ben 18 yaşındayken dağıldı. "Kol kırılsın yen içinde kalsın" mantığıyla ailem bunu sansürlememi istedi aslında ama kitaplarımı okuyan herkes Aslı Erdoğan'ın çok travmatik bir çocukluk yaşadığını anlayabilir. Aile duygum pek kalmadı. Bu şiddet bugün de bir şekilde sürüyor. Aile kurumunun devlet gibi şiddet üretmek için yaratıldığına inanıyorum.
"Yolda olma haliyle ilişkili bir yazarım" demişsiniz. Yolda olmak sizin için ne anlama geliyor?
Kitaplarım içsel ve dışsal yolculuğun içiçe geçmesi gibi okunabilir. Bir sürgünlük durumu, hayatın kıyısında asılı kalmak... Bu, sanırım benim karakterlerimin ortak özelliği. Evlerinde değiller, oldukları yerde de değiller. Bir tür yolculuk halinde gibiler ve bu pek keyifli bir yolculuk da değil. Serüvenden çok kaçış ve çaresizlik öğesi barındırıyor.
Benim hayattaki yolum böyle galiba. Ama modern insanın hikâyesinin de böyle olduğunu düşünüyorum. Sahiplenmek, aidiyet kurmak istiyor, ev istiyor. Çünkü merkezden, olmak istediği yerden sürgünde olduğunu hissediyor. İç dünyası ve dış dünyası arasındaki ayrışmayı çok şiddetli yaşıyor.
Karamsarlık ve sorgulama sırasında gündelik hayatla başa çıkabiliyor musunuz? Yazarken sorgulamak, rahatsızlıkları deşelemek gündelik hayatı zorlayan bir şey mi?
Yazarak dış dünyanın ve iç dünyamızın şiddetinden arınabiliyor muyuz, yoksa o şiddete esir mi düşüyoruz? Karanlığı anlatarak iyileşir miyiz, yoksa o karanlığın parçası mı oluruz? Hem o hem o. Yazmanın sağaltıcı yönü olduğu gibi baktığın cehennemin içine de giriyorsun. Cehennemi görünür kılmak, altını çizmek gibi... Peki hayatın karanlık noktalarına bakmalı mıyız? Bence evet. Yoksa o bize bakar.
Yüzünüzü karanlığa dönmek sizin için bir tercih mi yoksa zorunluluk mu?
Çift taraflı bir şey. Ben kendi psikolojik sınırlarımın dışına kolay kolay çıkamam. Çocukluğum, geçmişim... Uzun bir tarihin bir sonucuyum. Bir yanımla da bazı seçimler yapabiliyorum. Öte yandan insan seçtiği bir şeyin ne kadarını kendisi seçmiştir, ne kadarı ona dayatılmıştır? Hayatımızın bize dayattığı şeyler var. İnsanlık durumunun dayatmaları da var. Karanlık, yarılma, yabancılaşma... Bunları ben icat etmedim. Bunlar burada, bizim hayatımızın ve varoluşumuzun bir parçası.
Yazı nasıl gelişiyor, nasıl birikiyor?
Ben proje yazarı hiç olamadım. Nehir roman yazarıyım. Temalarım beni buluyor, yazılacakları zamanı da onlar biliyor. Çok ağır yazıyorum. Aynı öyküye, temaya, sese, metafora sık sık geri dönüyorum. Az yazan bir yazar değilim ama yazdıklarının çok azını tamamlayabilen biriyim. Acılı ve ağır bir süreç.
Zor bir çocukluk geçirdiğinizi anlatıyorsunuz. Röportajlarınızda tacize, tecavüze uğradığınızdan söz ediyorsunuz. Alacağınız tepkilerden çekinmiyor musunuz? Güçsüzlüğünü öne çıkartan bir kadın mısınız yoksa bütün bunlarla başa çıkabildiğiniz için mi anlatıyorsunuz?
Röportajlarda ortaya çıkan Aslı Erdoğan imgesi, benden çok onu kurana ait. Bir gazeteci sizi hiçbir kötü niyet taşımadan kendi kafasındaki kurguya rahatlıkla oturtur. Onun kafasında kurbansanız kurban, katilseniz katil olmaktan kurtulamazsınız.
Benim yaklaşımım meseleleri iki yanıyla ele almak. Bu konuda şöyle bir karara vardım: Gocunmuyorum. Birisi "Size ne yapıldı Aslı Hanım?" dediğinde bunu saklamayı kendime yediremiyorum. Bu benim sıfatımda, "kurban"a ayıp. Yazar Aslı'nın imajı adına, tecavüze uğramış Aslı'yı susturamam.
Bu aynı zamanda yazarlığımın da bir parçası. Benden bir yazar olarak gerçeklerle yüzleşmemi bekliyorsunuz. Bana diyorsunuz ki "Aslı, bana benim kendi gerçeğimi anlat. Sonra da Aslı kendi gerçeğiyle yüzleşmesin istiyorsunuz. Bu mümkün değil. Ben kendi deneyimimle, kendi içimdeki kurbanla, katille yüzleşemiyorsam dışarıdaki işkenceyle, savaşla nasıl yüzleşebilirim?
Beni "travmalarını çok anlatıyor" diye eleştirenlere, bunun haksız bir eleştiri olduğunu söylüyorum. İnsanlar kendi travmalarıyla istedikleri her şeyi yapabilirler. Bu onların en doğal hakkı. İster elli yıl susar, ister elli yıl durmadan anlatırlar. Bizim onları sorgulayabileceğimiz tek nokta, susarak mı yoksa konuşarak mı şiddetin yaygınlaşmasına katkıda bulunduklarıdır.
Ben önce konuşmayı öğrendim. 22 yaşıma kadar "ben" sözcüğünü hiç kullanmamıştım. Beni inciten bir şey konusunda en ufak bir ipucu vermezdim. Ve şimdi de ısrarlı bir şekilde yazmayı deniyorum. 20 yıl önceye göre çok daha huzurluyum, çok daha az şiddete başvuruyorum. Gündelik hayatın travmalarından daha az etkileniyorum. İnsanlar beni eskisi kadar kırıyorlar ama sonuçta ardına çekilebileceğim bir duvar var.
"Suçluluk duygusu hayatım boyunca peşimi bırakmadı" demişsiniz. Suç, suçlu, kurban, katil... Çokça değindiğiniz metaforlar...
Suçluluk, modern insanın bir parçası, onu biçimlendiren bir öğe. Şiddete tanık konumunda büyüdüğüm, kurbanı ve katili çok içselleştirdiğim için yoğun yaşadığım, iyi bildiğim ve deştiğim bir duygu.
Toplama kamplarını anlatan yazarları çok sık okurum mesela. Hiçbir suç işlememişlerdir, mutlak kurbandırlar ama korkunç bir suçluluk duyarlar. Hayatları da genellikle intiharla sona erer.
Neyin suçluluğu? Tanık olmanın, sağ kalmanın, insan olmanın suçluluğu mu? Sonuna kadar kurban olmaktan başka bir seçenek, onurlu bir seçenek kalmadığı duygusu mu? Bende hepsi. Suçluluk duygusu çok yoğun olduğunda, kurbanlığı biraz isteyerek seçiyorsunuz. Bu bir tür mazoşizm değil, kurbanlık durumunun bir parçası. Kurbanlar katillerden daha fazla suçluluk duyuyor.
Yazarken kendinizi koruma yollarınız var mı?
Gerçekten yazdığım dönemler var. Kırmızı Pelerinli Kent, öyle bir dönemin en uç noktasıydı. Yazının içine girdim ve kayboldum. O yazıyı bitirdiğimde, gerçek hayata dönmem haftalar aldı. İnsanlarla ekmek isteyecek kadar minimal düzeyde bile iletişim kuramadığım anlar oluyordu. Evim çöp eve dönmüştü, fatura yatırılmadığı için elektrik, su kesilmişti. Kurşunu yemişim ama düşemiyorum ve hikâyem tamamlanmıyor gibi bir his. Deliliğe çok yakındım.
Şimdi o şiddette yazabiliyor muyum? Keşke... Taş Bina'da da yine öyle bir süreç oldu ama biraz daha profesyonelleştim ve yaşlandım. Bir de kendi travmalarıma biraz daha uzağım. O beni biraz koruyor.
Sait Faik Ödülü'nden söz ederken kendinizi özellikle çok yalnız hissettiğiniz bir döneme denk geldiğinden söz etmişsiniz. Artık daha iyi hissediyor musunuz?
2.5 yıldır boyun fıtığı tedavisi görüyorum. Şubatta ameliyat oldum. Boynum iyileşmedi. Benim gibi bale, dağcılık yapan birisi için kolay bir süreç değil. Ekonomik güçlükler belirdi. Türkiye'de yazarak geçinebilen yazarların sayısı az. Ben onlardan birisi değilim. Yurtdışından gelen gelirlerle ancak yaşayabiliyorum. Dışlanmanın da paranoya olduğunu sanmıyorum.
Avusturya'da bir festivale davetliydim. Sinemacı, Avusturyalı bir kız, tanıştıktan sonra ilk cümlesi, "Aslı Hanım, nedir problem, neden sizi davet etmekte bu kadar zorlandık?" oldu.
Baktım, o yıl birçok yere davet edilmişim. Birinde bile Türkiyeli bir kuruluş yok. Panellerde, söyleşilerde, imza günlerinde yok gibisin. Ama artık bunlarla uğraşmaktan yoruldum. Cazgır biri değilim, cazgırmışım gibi yapmaya kalktığımda bedeli benim için daha ağır oluyor.
Yalnızlık hissiniz ödül aldıktan sonra azaldı mı?
Bazen insanların başarı olarak gördüğü şeyler size aslında ne kadar yalnız olduğunuzu daha iyi gösterir. Deutche Welle Ödülü'nü aldığımda çok sevinmiştim. O zaman evliydim ve eşim diplomattı. Gözlerinde bir an "Yoksa şimdi bizden üstün konuma mı geldin?" hissiyatını sezdim.
Bunda erkeklik ve kadınlık rollerinin de etkisi var mutlaka. Erkeklerin çevrelerinde hayran bakışlar daha fazla. Erkek yazarlar kadın yazarlara göre kat kat fazla övgü, saygı, aşk, hayranlık alıyorlar kadınlara göre.
Sait Faik Ödülü'nün sizin için anlamı nedir? Ödül aldıktan sonra öykülerinden anıtlılar yaptığınızı hatırlıyorum.
Sait Faik benim Türk edebiyatında en sevdiğim yazar. Birkaç köşe yazımda dâhice bulduğum bir yazısından alıntılar yaptım. Bir de bir tür saygı. Adına ödül alınca küçük bir göndermede bulunmak görevmiş gibi de geldi. (BB)