Önereceğim üç kitap da okul öncesi kategorisine alınan resimli çocuk kitapları. Öte yandan yetişkinlerin (her ne demekse) de okudukça kendi kendine ve en güzeli çocuğuyla birlikte, binlerce soru sormasının kapısını aralayan felsefi kitaplar.
Bu kitaplar bana, her seferinde felsefenin yetişkin işi olmadığını, ta çocukluktan sahip olduğumuz ama bize unutturulan bir şey olduğunu hatırlatıyor. O yüzden kızıma her okuduğumda gelecekte soru sormaktan vazgeçmemesine bir katkım olmuş gibi seviniyorum.
Cömert Ağaç / Shel Silverstein
Bebek daha doğar doğmaz ilk öğrendiği şey sevgi. Sevginin varlığı da olabilir bu, yokluğu da. Ama çoğunlukla anne kucağında tanıştığı karşılıksız sevgi sayesinde bu dünyanın güvenli bir yer olduğunu öğreniyor çocuk. Cömert Ağaç da işte, karşılıksız sevginin ne kadar değerli olduğunu anlatan bir kitap.
Bir ağacın küçük bir çocukla, ihtiyar bir adama dönüşene kadarki yaşam yolu üzerinde seyreden ilişkisini anlatıyor bize. Ağacın yapraklarını toplayıp eğlenen, o yapraklardan taç yapıp kendini ormanın kralı gibi hisseden, gövdesine tırmanıp haylazlık eden çocuk ile o ağacın öyküsü Cömert Ağaç.
Ağacın en mutlu günleridir o günler… Ama gün gelir o ağacın yanına uğramaz olur çocuk… Büyür.
Yeniden ağacın yanına varması için başının sıkışması gerekmektedir. Ve bu döngü hep böyle devam eder.
Ne zaman başı sıkışsa, insanın koca adam olduğunda bile anne sıcaklığına sığınmak istemesi gibi ağacın yamacına ilişir… Alacağını aldıktan sonra da ortalardan kaybolur.
Her çağın talebi öncekinden başkadır. “Bana para verebilir misin?”, “ “Bana bir ev verebilir misin?”, “Bana bir tekne verebilir misin?”…
Tüm soruları, talep bildiren “vermek” fiiliyle sonlanır çocuğun. Cömert Ağaç içinse tüm soruların yanıtı “evet”tir. Çocuğa para kazandırmak için elmalarını sunar, ev yapması için dallarını büker, teknesi olsun diye gövdesini ortaya koyar…
Sanırsınız ki ağaç kendini yok etme pahasına sunduğu tüm olanaklardan mutsuz olacak. Öyle olmaz ama… Ağaç hep mutludur, o heybetli görüntüsünün ardından geriye bir kütük kaldığında bile… Ama bir kütüğün bile verecek şeyi vardır, köklerinde onu besleyen katıksız sevgi yitip gitmedikçe…
Çocuk ise ömrü boyunca edindiği onca “şey”e rağmen bir türlü mutlu olamamıştır. Hep almak mı mutlu eder insanı, yoksa verdikçe almak mı? Maddi ve manevi tüm alışverişlerin felsefesi üzerine düşündüren bir kitap Cömert Ağaç.
Papağanın Diriliş Öyküsü / Eduardo Galeano
Papağanın Diriliş Öyküsü, bir papağanın doğa ve insanın işbirliğiyle yeniden hayata döndürülmesinin hikâyesini anlatıyor. Başkaldıranın (hikayede merak eden ve kurcalayan papağan) sanıldığı kadar yalnız olmadığını söylüyor Galeano.
Hikâye ölümle başlıyor, daha ilk cümlede, yazar papağanı öldürüyor. Yo hayır, yazar değil, dünya öldürüyor. Dünyanın hali demeli belki de. Çünkü papağan “meraktan” ölüyor. Bir çorbanın içinde ne olup bittiğini merak ediyor, öğrenmek için eğiliyor ve çorbanın içine düşüp ölüyor!
Şimdi durup düşünelim. Çevremize bakalım, halkayı genişletip ülkeye, dünyaya bir göz atalım; merak edenler, soru soranlar ve ortalığı kurcalayanlar/karıştıranlar bir şekilde cezalandırılmaz mı?
Papağan ölüyor ama ardından büyük bir yas başlıyor. İlk önce, arkadaşı olan küçük kız ağlıyor arkasından. Arkadaşının papağana sahip çıkmasıyla doğa varını yoğunu ortaya koyuyor.
Portakal kabuğundan sıyrılıyor, kendini sunuyor. Papağanın ölümünde payı olan ateş bile pişmanlık duyup sönüyor. Duvar papağının dirilmesi için kendinden bir taş koparıp veriyor. Taşı yitiren duvara yaslanan ağaç yapraklarını döküyor.
Papağının dirilmesi için herkes kendinden bir şey veriyor. Ardından rüzgâr esiyor, pencereler açılıyor, perdeler savruluyor... Papağanın ölümü böylece tüm dünyaya duyuruluyor.
Rüzgâr, pencere ve perdeler elbirliğiyle habercilik yapıyorlar. (Galeano acaba çağımızda acıları örten, gerçeğe sırtını dönen gazetecilere mi bir mesaj veriyor?) Ve haberi alan gökyüzünün beti benzi atıyor.
Doğanın bu üzüntüsüne insan da katılıyor. Adamın biri dilini yutuyor. (Belki de sözcüklerini dirilecek olan papağana vermek için.)
Bu sözcükler dahil, doğanın verdiği tüm parçaları toplamak bir çömlekçiye düşüyor. Sönen ateşten aldığı renkle onu kızıla boyuyor. Gökyüzünün yitirdiği renkten mavi katıyor ona. Sonra yeşil tüyler yapıyor. Duvarın yitirdiği taş sertliğini veriyor; papağanın iş görebilecek sertlikte bir gagası oluyor. Portakal kabuğu renginde üstelik!
Küçük kızın gözyaşları ise papağana içecek su oluyor. Pencere açılarak ona özgürlük sunuyor. Papağanın dilediğince uçabilmesi için bir de rüzgâr gerekiyor, işte o da demin esen rüzgâr. Peki ya sözcükler? Dili tutulan adam ona sözcüklerini armağan etti ya!.. Papağanın diriliş öyküsü aslında “sesi olmayanların” öyküsü gibi geliyor bana. Onları “merak etmeye” ve ortalığı kurcalamaktan korkmamaya çağırıyor.
Pezzettino / Leo Lionni
Dünyaya geldiğimiz andan itibaren bir eksiklik duygusu vardır içimizde. Belki de bu yüzden durmadan bir şeyin parçası olmaya çalışırız. Bir ailenin, bir topluluğun, bir insanın. Bu tamamlanma çabası herkesi esir alacak diye bir şey yok ama hayatın pek çok anında, önemli/önemsiz karar aşamalarında, dönüm noktalarında karşımıza çıkar, tek başımıza bir bütün olup olmadığımızdan bir türlü emin olamayız, bizi tamamlayacak bir şey ararız.
Peki ama parça nedir, bütün ne?
Leo Lionni’nin kahramanının adını taşıyan “Pezzettino” isimli çocuk kitabı da bu soruyu tartışıyor okurla. Küçük bir küp şeklinden başka bir şey olmayan Pezzettino, etrafına baktığında herkesin kocaman olduğunu fark ediyor.
Üstelik bu “herkes” kocaman olmakla kalmıyor, “cesaret isteyen harika işler” yapıyorlar.
Pezzettino ise onların yapabildiklerini yapmaktan uzak buluyor kendini. Her şeyden önce onlar gibi kocaman değil, aksine küçücük.
Tam da bu yüzden olsa olsa bir başkasının küçük bir parçası olabileceğini düşünüyor ve o anda kimin parçası olduğunu bulmaya karar veriyor ve hikâye başlıyor.
Lionni, Pezzettino’nun karşılaştığı herkesi ismiyle değil, eylemiyle anıyor. Koşan diyor, yüzen diyor, uçan diyor. Böylece onların bir şey yapabilir olmalarını da vurgulamış oluyor.
Pezzettino sırayla her birine soruyor, sizin parçanız olabilir miyim acaba? Fakat aldığı yanıt hep aynı, bir parçam eksik olsa uçabilir miydim, koşabilir miydim, yüzebilir miydim, vb…
Macerasının sonunda, bir bakıma büyüme ve keşif yolculuğu bu, Pezzettino aslında kendisinin de daha küçük parçalardan oluşan bir bütün olduğunu anlıyor.
Ama bunu anlaması için parçalanması, yani yara alması, dağılması gerekiyor. Badire atlatmadan, acı çekme riski almadan keşif olamayacağını mı söylemek istiyor yazar?
Ve Pezzettino, diğerleri gibi küçük parçacıklardan yapılan bir bütün olduğunu anlayınca hemen “kendini topluyor” ve evine dönüyor. Onu bekleyen arkadaşlarını görünce de sevinçle bağırıyor: Ben kendimim!
Böylece Pezzettino, en az diğerlerinin eylemleri kadar cesaret isteyen “harika” bir iş yapmış oluyor, kendini keşfediyor. (IZ/YY)
* Cömert Ağaç (The Giving Tree), yazan ve resimleyen: Shel Silverstein, Çeviren: Sevim Öztürk, yaş grubu: 3, +, Bulut Yayınları & Özel Sezin Okulu, 2009, 54 sayfa
** Papağanın Diriliş Öyküsü, Eduardo Galeano, çeviri: Ayşe Nihal Akbulut, Nesin Yayınları, Aralık 2010, 40 sayfa.
*** Pezzettino, yazan ve resimleyen: Leo Lionni, çeviren: Kemal Atakay, yaş grubu: 4+, Elma Yayınevi, 2012, 40 sayfa,