Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve "kabinesinin" Muhteşem Yüzyıl dizisine karşı açmış olduğu savaşı kucağımda bir kutu patlamış mısır ile seyrettim.
Seyrederken duyduğum kaygı bir yana, dizinin kendisinden daha fazla reyting getiren bir olay olduğu gözler önünde. Ama mısırımı bir kenara bırakıp parmaklarımdaki yağı da temizlersem, kültür mirasının ürünleşmesini ve kurgu/gerçek arasındaki farkı anlamakta sıkıntı yaşayan bir toplumun bazı tanımları hatırlamasına yardımcı olabilirim.
Kültür mirasının hayatta ürünleştirilmesi konusu uzun zamandır sessizce gelişen ama incelemeye alınması oldukça geç kalınmış bir konu. Sanayi Devrimi ile ulaşımın gelişmesi, beraberinde turistik gezilerin artmasını ve ekonomik olarak erişilebilir olmasını sağladı. Ama kitlelerin kullanımına açılmış olmasının bir artısı da, başka yaşamların ve kültürlerin deneyimlerinin değerli olmasını mümkün kıldı. Çok az insanın ulaşabildiği başka dünyalar ve yaşamlar, bunu umursamayan kitleler için değerli görülmez iken haberdar olan, yapmak isteyen ya da sırasını bekleyen insanların olduğu bir toplulukta deneyim bireye daha fazla statü kazandırır.
Gelişim dönemine bakıldığında kültürel mirasın iki farklı ürünleşmiş hali ile karşı karşıya kalırız. Bunlardan biri, uzak topraktaki yaşamın parçası objelerin turistin kendi toprağında değerli birer sanat objesine dönüşmesidir. Bunun en net örneği Afrika'da kolonileşme döneminde insanların kumaşlarının, günlük kullanım objelerinin ya da kendi yöresel sanat eserlerinin Batı'da hayretle ve hevesle karşılanması olabilir. Bir diğeri ise, sadece turistleri baz alacak şekilde hazırlanmış, yani kültür mirasının ekonomik sebepler ile ürünleştirilmiş halidir; hediyelik eşyalar.
Hediyelik eşyalar, işin içinde ekonomik kaygının oluşu göz önüne alındığında, bizim konumuz için biçilmiş kaftan olanı. Hediyelik eşyaların konudan bizi uzaklaştırabilecek özelliğini aradan çıkartmak iyi olacağından, "yapılan turistik yolculuğun anı objesi olma" konusuna değinmek istiyorum öncelikle.
Hediyelik eşyalar, genelde "ucuz ve pratik objeler" olarak değerlendirilirler, çünkü hem maliyetleri düşüktür (çokça üretildikleri ve daha detaysız oldukları için), hem de tek başlarına değil de yapılan yolculuğun deneyimi ile birlikte anlam bulurlar. Yani Paris'e yaptığınız bir yolculukta aldığınız ucuz ve detayları tam işlenmemiş bir Eiffel Kulesi anahtarlığı sizin için başka, arkadaşlarınız için başka bir anlam taşır. Size gezinizdeki anıları, olayları, kişileri anımsatan bir anı objesidir aynı zamanda o. Bir başka bakış açısında ise sizin için bir nevi nişandır, çünkü arkadaşlarınızın yapmadığı bir yolculuğu sizin yapmış olduğunuzu kanıtlar, ya da (bulunduğunuz çevreye göre) diğer insanların yapmış olduğu yolculuğa sizin de çıktığınızı kanıtlar.
Bu özelliğinin dışında hediyelik eşyaların aynı başka bir kültür mirası objesinde olduğu gibi "tutarlılık" vasfına ihtiyacı vardır. Tutarlılık, burada ait olduğu kültürel mirasa ve diğer ürünlere karşı olan duruşunu anlatır aslında. İşte burada kültür mirasının nasıl ürüne dönüştürüldüğü konusu tekrar masaya yatırılmalıdır.
Nasıl ki bir Eiffel kulesi anahtarlığı en-boy-yükseklik olarak oranları yakın olarak hazırlansa da, milimetrik olarak doğru olmak zorunda değildir. Bunun yanında kafes sistemi orijinal yapının aynısı olmayabilir, renk konusunda ise birçok seçeneği olabilir. Yani "Tutarlılık", "bire bir aynısı" anlamına gelmez.
Çünkü kültür mirası sadece objeler ya da anıtlar, kişiler değil, bu kavramların bir arada sürdürdükleri yaşayıştır, deneyimlerdir. Yani Sultanahmet Camii'nin kendisi kadar cemaatinin, çevredeki insanların ve hatta turistlerin o yapı ile olan ilişkisi de kültür mirasıdır. Bu nedenle aslında kültür mirası birçok yönden tartışmaya açıktır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu gibi, yenilenebilir olmayan bir yaşayış döneminin kültür mirası değerlendirilmesi, bir arkeolojik kazıda bulunan bulguların yorumlanmasına yakındır. Ian Hodder'ın (Çatalhöyük kazılarını yürüten, İngiliz arkeolog) bakış açısı "Bulunan bir bulgunun tek bir tanımlaması olmamalıdır. Üst üste yığılı bir taş öbeği bir duvar da olabilir, başka bir şey de. Buna tek bir anlam verip bunun doğru olduğuna inanmak olasılıkları azaltır" şeklindedir ve bu nedenle kendisi Çatalhöyük kazısında bulguların ne olabileceğine dair her türlü fikri veritabanında bulundurmayı seçer.
İşte kurgu ile kültür mirası burada birbirine girer aslında. Bulunan doğru ve gerçek bulgular birbirine ne zaman iliştirilse, ne zaman ki bir belgeselde "işte tam bu noktada Roma halkı günlük sıkıntılarını konuşuyordu" gibi bir cümle sarf edilse, o noktaya kurgu girmiş olur, ki belgeseller, her ne kadar gerçek bilgileri yansıtıyor gibi görünseler de mükemmel kurgu şaheserleridir. Bundan daha kontrollü, daha keskin hatlarla hazırlanmış başka ne yapıt olabilir ki?
Ne zaman ki kültür mirası bir hediyelik eşya, bir belgesel, bir televizyon dizisi ya da herhangi bir ürüne dönüşür, o zaman işin içine ister istemez kurgu girer. Çünkü kültür mirasının yorumlanışı bile kurgudan nasibini alırken, ekonomik bir getirisi olması beklenen bir ürünün kurgudan yoksun olması düşünülemez.
İşte bu noktada Recep Tayyip Erdoğan'ın 1980'lerden kalma Erol Taş'a saldıran insanların düşünce sistemi ile etmiş olduğu laflar geliyor sahneye. Bir televizyon dizisinde, herhangi bir ahlaki sınırı geçmeyen (ki "tutarlılık" bu tür durumlarda değerlendirilebilir) Osmanlı kültür mirasının karakterlerini kurgusal olarak elden geçirilmiş bir atmosferde yaşatan bir karaktere böyle çocukça ve olgunlaşmamış laflar atmak gerçekten kişiyi utandıracak şeyler. Kimse kullanılan kumaşların parlaklıklarını, içlerindeki sentetiğin miktarını, dişlerin beyazlığını, sporda geliştirilmiş orantılı vücutları, ilk bölümde piyasada satılan cımbızı kullanan Sultan Süleyman'ı dert etmez iken, neden kurgunun tek bir noktasına odaklanıldığı da yine komiktir. Çünkü diğer konularda hiçbir bilgisi olmayan bir insan, doğal olarak yarım yamalak bildiği tek şeyi kendisine argüman olarak seçer. Kabul edelim, Recep Tayyip Erdoğan asla mükemmel tarih bilgisi ile kalplerimizde yer etmedi...
Eğer ki kurgusal olarak masaya yatırılıyorsa, Muhteşem Yüzyıl daha doğmamış şairlerden yapılan alıntılarla, daha çizilmemiş haritaların görüntüleriyle, daha bulunmamış üretim yöntemleri ile yapılan mobilyalarla rüştünü ispatlamış bir hatalar yumağıdır. Ama bunlar prodüksiyonun kalitesi, özeni ve de en önemli bütçesi ile alakalı şeylerdir. Bunların hiçbirisi, kültür mirasına hakaret ya da haksızlık ölçüsünde değerlendirilemez. Aynı şekilde bu kurgusal çalışma, arada atlanan yıllar ve olaylar olduğu apaçık ortada iken, bir karakterin hayatında özellikle harem ve saray entrikalarına odaklanmayı seçiyorsa, bu gerçek padişahın hayatının böyle olduğunu göstermez. Kültür mirasından feyz alsa da, Muhteşem Yüzyıl ekonomik getirisi ön planda olan bir üründür.
2012 yılında da bu ürüne bakıp bunu gerçek hayatla bire bir örtüştürmeye çalışan insanlar varsa, bu eğitim sistemimizin hayal gücü ve farklı açılardan düşünmeyi geliştirmede ne kadar başarısız ve 30 küsür yıldır bir arpa boyu yol ilerletmekten aciz kişilerce düzenlendiğini ortaya koyar. Ama biz sıradan halkın içinde bunlar bir nebze sindirilse de, bir ülkenin başındaki şahsiyetin bu kadar cılız, bu kadar dünya gerçekliklerinden uzak şeyleri dile getirmesi bu ülkenin insanlarına yapılmış okkalı bir hakarettir.
Çocuklar soyut ile somut algısını yaklaşık 6 yaş civarında öğrenirken 58 yaşında bir başbakanın kurgu ile gerçeği ayırt edememesi, televizyonda gördüğü kurgusal üründeki Halit Ergenç tarafından oynanan (evet, inanmayacaksınız ama o gerçek Süleyman değil, o bir aktör!...) karakteri gerçek ile karıştırması özür kabul edilmeyecek bir durumdur.
Hepsinin ötesinde de, elinde halka ve idari mercilere seslenme yetkisi olan bir kişinin zengin bir ailenin çocuğu misali kendi taleplerini böyle kanun gibi dile getirmesi de şımarıklıktır. Ama yine de toplum olarak neden kimsenin Recep Tayyip Erdoğan'a küçükken bir midilli almadığını sormalı ve bunun için birlikte yas tutmalıyız. Kim bilir, belki yardımı dokunur. (SK/HK)