Gerçi yine bir yerden söz edeceğim. Ama anlatmak istediğim “o yer” değil o yerde olanlar aslında.
Bu yazının ana teması “türban” olacak. Yaklaşık iki aydır neredeyse ülkenin tek gündemi haline gelen bu konudan sıkılanlar, bu yazımı okumayıp biamag’ın diğer yazılarına geçebilirler.
Açıkça söyleyeyim; bana yönelen kimi “sataşmalara” karşın, “türban”a dair bir düşüncem olsa da, üstelik benim düşündüğüm boyutu tam anlamıyla dile getirilmese de, bu konuda bir yazı yazmak yapmayı çok istediğim bir iş değildi.
Ancak bu tartışmaların bir çoğunda gündeme getirilen “İran olma korkusu”nun bir tür şehir efsanesine dönüştüğünü gözlemliyorum. Oraya dair birinci elden tanıklıklar yerine hep aktarmalar örnek veriliyor.
Oysa ben geçen yıl birinci elden orayı gördüm ve yaşadım. Söylenenlerin de gerçekten bir tür şehir efsanesi olduğunu kendim anladım. Üstelik de tek başıma değildim. Sevgili Şanar Yurdatapan ve birlikte oraya gittiğimiz benim dışımdaki altı arkadaşım da benim gördüklerimi gördü, anladı.
* * *
Amacım İran’ı ve uygulamalarını savunmak değil. Ama savlananlardaki yanlışları ortaya koymak, doğruları ifade etmenin de bir görev olduğunu düşünüyorum.
Bizim orada olduğumuz günlerin hemen sonrasında “iç politikadaki bir takım öncelikler ve yöneticilerin bazı duyarlılıkları” nedeniyle kadınların “tesettür”e biraz daha uymaları, kimi kere zor uygulanarak sağlandığını öğrendik. Gazeteci yazar Cihan Aktaş orada olanları benim ona yazarak sorduğum bir soruya da atıf yaparak yanıtladı.
Orada çektiğimiz çok sayıda fotoğraftan, bu sayfaya aktardıklarımda da görüleceği üzere o günlerde Tahran'da sokaktaki yaşam, giyim kuşam açısından bir “sıkı düzen” durumunu yansıtmıyordu.
Hepsi bir örnek giymeyen, başlarını bir örnek örtmeyen kadınlar, kocaları ya da sevgilileri olan erkekler el ele Tahran’ın her zaman yeşil parklarında, geniş caddelerinde, alışveriş yerlerinde serbestçe dolaşıyorlardı.
Dahası Tahran’da toplam sayısı bizdekinin onda birinden daha az olduğu söylenen camilerden günde beş vakit sonuna kadar açılmış mikrofonlardan ezan sesi duyulmuyordu. Sorduğumuzda bir televizyon ve radyo kanalından zamanı geldiğinde ezanın okunduğunu öğrenip çok şaşırıyorduk.
Yine “İranlı Müslümanlar” namazları toplu gösteriye dönüştürmüyorlar, hatta Müslümanlar için geçerli olan islamın bu farzını günde beş kez değil üç kez yerine getiriyorlardı.
Meryem Ana Meydanı denilen ve çok güzel düzenlenmiş bir meydandan bulunan Katolik kilisesi'nin de kapısı açıktı ve içinde kendi dini giysileri ile rahipler özgürce görevlerini yapıyorlardı. İran’daki “Hristiyan nüfus” nüfus ibadetini korkmadan, çekinmeden, kiliselerin, yani tanrının evinin kapısını kapatmadan yapabiliyordu.
Kadın nüfusu İran’da oransal olarak erkeklerden çok daha fazla. Kadınlar gündelik yaşamın tam içinde, ortasındalar. Öyle evlerine kapanmış değiller. Herkesin alışveriş yapabildiği dükkanlarda çok sayıda kadının çalıştığını gözlerimle gördüm.
Yaptıkları işlerde etkin ve belirleyici olduklarınu da temas ettiğim yerlerde gözlemledim.
Serbestçe düşüncelerini söylüyorlar, ekonomik kültürel yaşamın içinde aktif olarak yer alıyorlardı. Dahası ziyaret ettiğim bir öğrenci haber ajansının politik olayların haberleştirildiği haber merkezinde çalışan yaklaşık 20 öğrenciden yalnız üçü erkek, geri kalanı genç kızlar kadınlardı.
Üstelik erkeklerin emri altında ve zorla çalışmıyorlardı. Üstlerindeki siyah çarşaflarına rağmen açık yüzlerinde de modern makyajları yerindeydi.
İran’da benim gördüğüm bunlardı.
* * *
Belki de en son söylemem gereken düşüncemi en başta ifade edeyim:
Din ve vicdan özgürlüğü, inanan insanların “dininin kural ve gereklerini yerine getirebilmesini” gerektirir.
Din özgürlüğü tıpkı düşünce özgürlüğü gibidir; nasıl düşünce özgürlüğünün olabilmesi onu ifade etmekle var olursa, din özgürlüğü de onun gereği olan ibadetleri yerine getirerek ve onun koyduğu kurallara uyarak var edilir.
İdari ve politik bir kararla kadınlara zorla çarşaf giydirilmesi insanların kılık kıyafetine bir erk odağının müdahalesidir.
Ama yanlış anlamayın bu yalnız İran için söz konusu değildir; aynı müdahale bizim ülkemizde de yıllarca yapılmış ve halen yapılmaktadır.
Hatta bu müdahalenin Anayasa'ya yazılması, bu amaçla özel yasalar çıkarılması “demokrasinin düzeyi”ni gösteren bir durumdur.
Demokrasiden, insan haklarından yana olanlar müdahalenin kendisine karşı mücadele etmelidir. O müdahalenin içerdiği uygulamaya değil.
Dolayısıyla “türban serbest bırakılırsa şeriat gelir, İran oluruz” sözü içerdiği “korku” dışında bir anlam taşımıyor bana göre.
* * *
Şimdi de türban üzerine düşündüklerimi yazayım:
Öncelikle “türbanın” kendisini değil de onda ifadesini bulan düşünceleri tartışmak gerekiyor. Şu ana kadar yapılan tartışmalarda konunun özü ortaya konulmuyor, daha çok “biçim” ya da “görünen yüz”ü üzerinde tartışılıyor.
Aslında söz konusu olan devleti elinde tutanların tüm ülkede, siyaseti elinde tutanların onları destekleyen kitlelerde, aile reisliğini elinde tutan erkeklerin evlerinde hüküm sürdükleri “bir egemenlik, erk ve iktidar” sorunudur. Dahası bu “iktidar çatışması” tüm taraflarca “karşıtlarına” yönelik olarak değil de “kadın” üzerinden ve “kadını araçsallaştırarak” yapılmaktadır. Diğer yandan “türban” bir tür giysi, örtü olmanın ötesinde “simgeleştirilmekte” ve aslında onun kendisinde olmayan bazı özellikler ona vehmedilerek bir “politika aracı” haline getirilmektedir.
Bunların böyle yaşanmasından tarafların çok “açık ve somut çıkarları” var. Tartışmaya iki tarafı da “bu çıkar çatışması”nı açıkça ve doğrudan doğruya yapmak ve asıl yapmaları gereken “toplum olmanın gereklerini yerine getirmek” yerine, ringin kenarında birbirlerine söz atarak, toplumu oyalamayı yeğliyorlar; çünkü varoluşları ve iktidarlarını sürdürmek ancak bu şekilde mümkün olabiliyor.
Bence hangi tarafta yer alırlarsa alsınlar bu tartışmaya bu noktada katılan herkes onların “değirmenine su taşıyor”.
* * *
Sonuçta şunlar ortaya çıkıyor:
İki taraf da aslında “özgürlüğü ve demokrasi”yi istemiyor; dahası bundan korkuyor.
İki taraf da, kendinden yana olanlar dahil “topluma ve onu oluşturan bireylere güvenmiyor ve onları daima bir ‘sürü’ ve “iktidarını var eden bir yığın” yerine koyuyor.
İki taraf da “kaçamak oynuyor” ve asıl amacı “türban” değil, şu anda sahip olduğu “iktidar”ı ellerinde tutmayı hedefliyorlar.
İki taraf da hakları ve toplum içindeki varlığı itibariyle “kadın”ı bu toplumun unsurlarından biri olarak görmek bir yana “iktidar”ının en kolay somutlaştığı “egemenlik alanı” olarak görüyorlar.
Kendini iki taraftan birisine ait gören aslında “kadın” olduklarını unutan kadınlar da bu süreçte onların birer “askeri” haline gelerek oynadıkları rolle aslında kendi cinslerine ihanet ediyorlar, dolayısıyla içinde yer aldıkları topluma ve onun geleceğine duyarsız, yalnız “iktidar”ı iktidar olarak bırakma göreviyle yükümlü “militan” olmayı yeğliyorlar.
Oysa sorun “kişisel hak ve özgürlüklerin tüm boyutlarıyla varolması”dır. Oysa sorun “demokrasinin tüm unsurlarıyla yerleşmesi”dir. Oysa sorun “kadının bir cins olarak bu toplumun en temel unsurlarından birisi olduğunun kabul edilmesi, kadının toplumsal ve özel yaşamda ‘kendinde bir birey’ haline gelmesi”dir. Oysa sorun “bir çıkar için çatışmak yerine toplum olarak kimsenin kendisinden bir şey vermek zorunda olmadan birleşebildikleri noktalarda sağlanacak bir ‘uzlaşma ve barış ortamı’nın sağlanması”dır.
Ancak hangi taraftan olurlarsa olsunlar egemenlerin ve iktidar sahibi olmak isteyenlerin en büyük korkuları da bu noktalardadır.
Çünkü bu sorunlar ifade edilip çözümlendiğinde ortada “egemenlik ve iktidar” da kalmayacaktır.
Türbana bakınca ve türban tartışmasında tarafların sav ve savunmalarını duyunca benim aklıma bunlar geliyor.
Son söz: Türkiye zaten İran"dır. Üstelik de gelecekte değil şimdi öyledir. Takacaksın diyenle takmayacaksın diyen de aslında aynı taraftandır.
Aslında ikisine karşı verilecek mücadele gerçek anlamda özgürlüğü, demokrasiyi, uzlaşmayı ve barışı sağlayacak ve kadın da toplumun “asli bir unsuru ve aktörü” haline gelecektir.
Onun için ben temel görevin “kadın”larda olduğunu ve kadınların bu sorunlarının çözebileceğini savunuyorum: Erkek, “erk”i sonradan “ek”lenerek “erkek” olan bir cinstir. Asıl erk sahibi olan “kadın”dır. İnsanlık tarihi bunu göstermektedir.
Dünyadaki “doğru bir şekilde kurulmuş insan ilişkileri ve bunun gündelik yaşama yansıyan boyutları” ancak kadının bu “erk”ini fark etmesi ve “gerçek gücünü ortaya koymasıyla” mümkün olacaktır.
Onun için “Türban tartışmasına” kendilerine dayatılan rollerle katılmayan kadınlarla, türban taktıkları halde yapılanları içine sindiremediklerini imzalarıyla açıklayan kadınların yaptıkları en doğrusudur, desteklenmesi ve ardında durulması gerekenler de onlardır.(MS/EÜ)