“... Yazmak isteyen gençlerin veya eksilerek varolmayı seçmiş yaratıcı insanların gidebileceği bir yer olsun istedi... Burada insanlar kitaplar yazsınlar ve arada, birileri de öykülerini bağışlasınlar istiyorum.”
Bu sözlerin sahibi Latife Tekin. Kendi adının verildiği, Pelin Özer’le yaptığı söyleşinin kitabından alıntıladım.
Burada kastedilen yer bir süredir kıyısından köşesinden çalışmalarına katıldığım “Gümüşlük Akademisi”. Burası 14 dönümlük bir bahçenin içinde doğayla çatışmayan, çelişmeyen, onu yok etmeyen, ona saygı duyan; yaşamak ve üretmek üzere düzenlenmiş mekanlardan oluşan bir yer.
İçinde yer aldığı Karya’nın insan ve kültürüne, onun felsefesine uygun bir mekan. Tekin’in dediği ve aynı adı verdiği bir romanda söz ettiği bir “unutma” bahçesi. Bu “unutma” sözünün pek çok anlamı var, onun için, akademiyi anlayanlar için.
Bunlardan birisi de bence “insanın kapitalist düzende doğaya, insana ve kendine yaptıklarını” unutmak. Unutmak çünkü “yeniyi, farklıyı ve başkayı” yaratmak için böyle bir “sıfır” noktası gerekli. Başlangıçlar için, “yeni” başlangıçlar için bir anlamda bir “reddediş ve kopuş” gerekiyor. Onun için burası bunun yaşandığı ve buraya bir şekilde sempati duyanların ve burada yaşamayı ve üretmeyi seçenlerin “unuttuğu”, “unutarak eksildiği” ama aynı zamanda bana göre yine “unutarak çoğaldığı” bir yer.
* * *
Gümüşlük Akademisi’nin önce hayalde, sonra da gerçekte bir yaratılış ve varoluş öyküsü var. Uzun, çileli ama güzel bir yolculuk. Bugün varolan, yaşayan da aslında böyle bir “çileli” yolculuğun sürdüğünü gösteriyor.
Burayı yaratanlardan birisi de Ahmet Filmer. O öğrenim yaptığı, uzun süre yaşadığı, çalıştığı bir batı ülkesini bırakarak buraya geleli 25 yıla yakın bir zaman olmuş. Buralarda o zaman doğanın ve onun içinde onunla uyumlu yaşayan, henüz, ranta ve rantiyeye teslim olmamış insanlar varmış. Onlarla birlikte yaşamış, sonra burada yaşayanların, ama “farklı” yaşayanların çoğalması düşünü görmüş. Tekin’in düşleriyle buluşması ve buranın “kuvveden fiiile” çıkmasının başlangıcı da o zaman.
Akademinin benim de katkıda bulunduğum “İnternet sitesi”ni açarsanız, şöyle bir öyküyle karşılaşırsınız:
“Bir düşün sevgili Glaukon... İnsanların çocukluklarından itibaren ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş bir mağarada yaşadıklarını; öyle sıkıca bağlanmışlar ki, kafalarını kıpırdatmadan sadece önlerindeki duvara bakabiliyorlar. Arkalarında yüksek bir yerde bir ateş yanıyor. Kukla oynatıcılar ateşle mahpuslar arasında kurdukları sahnede kuklalarını oynatıyor, mahpuslar da önlerindeki duvarda kuklaların gölgelerini izliyorlar. Ömürleri boyunca başlarını kıpırdatmaksızın önlerine bakan mahpusların gözünde gerçekler yapma nesnelerin gölgelerinden ibaret kalmaz mı?
"Şimdi bu mahkumlardan birinin zincirlerini çözelim. Yıllardır arkasında olan biteni merak ederek yüzünü ışığa dönecektir. İlkin kamaşan gözleri ışığa alıştığında gerçekleri bir bir görecek ve şaşıracaktır. Mağaradan dışarı çıktığında ise gerçek dünyayı görecek ve ancak o zaman görünen her şeyin kaynağının güneş olduğunu anlayacaktır. Şimdi bir an için onun yüreğinin iyilikle dolduğunu düşün; dönüp arkadaşlarına gerçekleri anlatmaya kalksa ona gülmezler mi? Onların zincirlerini çözüp kurtarmak istese, ellerinden gelse onu öldürmezler mi?”
İşte Eflatun’un 2400 yıl önce yazdığı Devlet’te bunlar yazıyor. Sonrasında bir soru var:
“O günden bu güne ne değişti?”
İşte değişen şeyi, yaratabilmek ve var edebilmek için bir şeyler yapmak gerekiyor. Yapmak yani bir “fiil” bir “eylem” gerekiyor. İşte o eylemin yeri “Gümüşlük Akademisi”!
Gümüşlük Akademisi’nin kapısı, bu felsefeye yakın, düşünen insanlara, sanatçılara, yazarlara açık. Onların bu değişim doğrultusundaki entelektüel “üretim ve eylemleri” için bir “mekan ya da zemin” olma düşüncesi hâlâ geçerli.
* * *
Bu noktadan sonra sözü sitede yer alan düşüncelere ve onların içindeki kimi sorulara bırakalım.
Toprak der ki:
“Bizi bu evrenin efendisi kıldığına inanılan akıl ve o aklın serüvenciliğine sürüklenen insan mı yazdı, yazıyor ve yazacak yeryüzü tarihini?
Evrensel birlikteliği ve bütünlüğü öneren bir varoluş etiğini geliştirmişse de, samimiyetinden hiç bir zaman emin olamayız insanın; hangi okulda okursa okusun, hangi bilgiyle yüklenirse yüklensin, hangi misyonla yola koyulursa koyulsun, sonunda yeni bir yıkımın tarihinin yazılmayacağının garantisi yoktur...
Bir şairdir, bir politikacı; kah filozoftur, kah teolog... ister bir bilim insanı, isterse bir derviş... hem dişi, hem de erkek... İyiyi ararken kötüyü bulan... güzeli isteyen, ama çirkini seçen... erdemliliği, ahlakı, vicdanı, adaleti önermesine karşın şiddeti besleyen, güvensizlik, korku ve tıkanmışlığa neden olan felaket senaryolarını yazmaktan bir türlü geri duramayan...
İnsanı önce hasta, sonra da tedavi eden, onu doyuran ve aç bırakan, onun yaşamasına veya ölmesine karar veren... uygarlıkları kuran ve kaldıran... Roma'yı yapan ve yakan... sorunu yaratan ve soruna çözüm arayan... soruyu soran ve yanıtlayan... hep o, akıl...
Batının doğuyu kucaklayabildiği, erkekle dişinin anlaşabildiği, anlamsal olanın yaşamsal olana ters düşmediği, bilimsel verinin sezgisel öngörüyü dışlamadığı bir dünya ve yarattığı eserinin esiri olmayan, doğal işleyişe kafa tutmayan bir insan aklı olabilecek mi? Yoksa, doğal yasa gereği, güçlü olan haklı olmaya devam mı edecek?”
Şimdi de sorumuzu soralım:
Peki ya o toprak? Sessizce boyun mu eğecek ona, o insana?
Işık der ki:
“İlk önce küçücük bir ışık kümesiydi dünya uzayın sonsuzluğunda! Boşlukta aydınlatacağı hiç bir şey yokken. Boşluğun aydınlanmaya gereksinimi yokken. Sonra ışık yavaş yavaş söndü. Sönerken soğudu.
Aydınlanmaya gereksinimi olanlar o karanlıkta peydahlandı.
Karanlıktan aydınlığa doğru uzanan yolun neresinde insan soyu? Aydınlığa mı yoksa karanlığa mı gereksinimi var? Aydınlığı sağlayanların ışığı, karanlıkta gelişenlere nasıl etki ediyor? Aydınlığı isteyenler, aydınlığı verenlerin ışığını azaltıyor mu yoksa çoğaltıyor mu? Yanıtı bilinmedik sorular mı bunların hepsi, yoksa biliniyor mu yanıtları?
Akademinin ışıkları var, akademiyi ve akademiye gelenleri aydınlatıyor... Aydınlatırken ışıkları sürekli artıyor, çoğalıyor ve büyüyor... Çünkü "akademi" ışığın büyüdüğü bir yer aynı zamanda, tabii ışığı büyüten bir yer de... Işığa koşan kelebekler gibiyiz hepimiz... Hem kendi ışığımızda çoğalıyoruz,
hem aydınlandıkça çoğalıyoruz...
Ve o ışıktan aldığı güçle o toprakta büyüyen ekin der ki:
“Bu yola düştüğümüzde, rehberimiz bir düştü! Düşümüz önümüze düştü, biz de ardına düştük.
Bir de baktık, ne çok düşmüşüz... Ne çokmuşuz, ne çoğalmışız. Ne çok insanmışız. Ne çok düş kurmuş, ne çok yola düşmüşüz. O düşler için neler neler yapmışız. Küçük bir mola verip de ardımıza baktığımızda bu kez hem ardımıza düşenleri, hem de ardımızdan düşenleri gördük.
Şimdi önümüze bakıyoruz, ardımızı ve ardımızda bıraktıklarımızı unutmadan...
Yürüyoruz, duruyoruz, koşuyoruz. Ama hep üzerine bir şeyler koyuyoruz. Düşlerimiz büyüyor, bütünleşiyor çoğalıyor... Tıpkı yaptıklarımız gibi... Ama yapmadıklarımız, yapamadıklarımız da var. Önümüzde duruyor onlar. Adına “düş” diyoruz önce... Sonra gelişiyor bir “proje” oluyor. Projelerimizin bir bölümü ise artık “gerçek”...
En büyük proje “yaşamak”... En büyük proje “üretmek”... En büyük proje “yaşamı üretirken öğrenmek ve varmak insana”
Biz buradayız... Düşlerinizle, düşüncelerinizle, üretimlerinizle... Sizleri bekliyoruz... Biliyoruz; geleceksiniz!...”
* * *
Şu sırada burada; Gümüşlük Akademisi’nde “ortaklaştırılmış” bir büyük “düş” var. Buradakiler hep onu görüyorlar. Burada, Bodrum’da bir “kent müzesi” oluşturmak. Yitenlerin yitmekte olanların yaşamın içinde olduğunu, yitmediğini göstermek üzere, şimdiye kadar gerçekleştirilen tüm üretimlerden ve onların yarattığı kültürden oluşan. Ve o müzenin de içinde olduğu bir “enstitü” kurmak. Bugünden yarına uzanan. Bir ucundan tutmaya değmez mi sizce... Bir düşünün isterseniz... (MS/TK)