Bugünü yaşarken, dünden kalanlardan da yararlanarak, yarına kalması gereken, unutmamamız gereken, hepimizin“ortak hafızasını” yaratıyorlardı onlar.
Her bir insan bir dünyadır. Evrende kendisine yer bulabilen her dünyanın bir yörüngesi vardır. Bu dünyaların yörüngeleri zaman zaman birbirleriyle kesişir.
Birbirlerinden haberdar bile olmayan dünyalar birbirlerinden haberdar olurlar bir araya gelirler, tanışırlar ve o kesişmeden hep yeni bir şeyler çıkar ya da doğar.
Gezerkeni okurken haberdar olduğunuz “Yol’cu” da kendince bir dünya. Yaptığından yola çıkarak belki de ona “seyyare” demek daha doğru.
İşte o seyyarenin yani “Yol’cu”nun yörüngesinin kesiştiği, bu kesişme olmasa bu kadar “yakından” tanımayacağım iki insandan söz edeceğim bu hafta sizlere. Onları daha önce tanıyanlarınız olabilir. Olsun.
Onlar "geçmiş"i "bugün"e taşıyorlar...
Onlardan birisi Şehbal Şenyurt, diğeri de Bülent Arınlı. Çok önceleri ikisinin adını yalnızca duymuştum. Belgesel sinemacılarla günün birinde “yörüngem” kesişip tanışınca da onlardan haberdar olmuştum. Yol’cu Bodrum’dayken de “Gümüşlük Akademisi” sırasında ise onlarla buluştum.
Yalıkavak’ta on yılı aşkın zaman içinde, herkes “Bunlar acaba deli mi?” diyerek küçümserken, toprağın altından, geçmişin içinden ortaya çıkardıkları bir harabeyi yeniden ayağa kaldırarak yeniden yarattıkları eski taş köy evlerinde konuk olduğum zaman daha yakından tanıdım onları. Şehbal’le köklerimizin aynı toprakta durduğunu o zaman orada olan annesi sevgili Akgün Teyze'nin anlattıklarıyla daha iyi anladım.
Sonunda terasta yıldızları izleyerek uyuduğum o güzel yaz gecesinde, insana, yaşama, dünyaya; düne, bugüne ve yarına dair uzun uzun konuştum onlarla.
Umutlarıyla, düşleriyle, isyanlarıyla, yaptıklarıyla ve yapmak istedikleriyle öğrendim o iki “güzel ve dost” insanı. Çok mutlu oldum. Kendileri kendilerine verdikleri, üstlendikleri çok “önemli” görevi bir kez daha o zaman fark ettim: Onlar umutlarıyla, düşleriyle, isyanlarıyla, yaptıklarıyla ve yapmak istedikleriyle tüm insanları bizlere ve yarınlara taşıyorlardı.
Tanık olmak...
İşte belgesel filmi ve belgeselciliği de o zaman çok daha iyi kavradım. Bu bir tür “tanıklık ve tanık olduğunu anlatma” eylemi.
Bugünü yaşarken, dünden kalanlardan yararlanarak, yarına kalması gereken, unutmamamız gereken, hepimizin “ortak hafızasını” yaratıyorlardı onlar.
10 yıldır izlediğim, izlerken pek çok şeyi hem de keyif alarak öğrendiğim, belgesel filmleri yaratanlar onlardı. Onlarla yarınlara bir şeyler bırakabiliyorduk. Yiten dünü, yitmekte olan bugünün izlerini yarına onlar taşıyordu.
Bu görevi, yaptıklarını sözle anlatmaya gerek yok. Yaptıkları ve yapmakta oldukları onları anlatan “su film”in internet sayfasında ayrıntılarıyla duruyor.
Dink cinayetine isyanı kaydettti...
Onlarla yolum son bir haftada iki kez daha kesişti. İlk kesişme noktası Sevgili Hrant Dink’in katillerinin duruşma günü Beşiktaş’ta mahkeme önünde ve Barbaros Meydanı’ydı. Sevgili Şehbal, elinde her zaman olduğu gibi yine kamerasıyla “sessiz isyanını” yarınlara taşımaya çalışıyordu. Orada hepimizin bir görevi varken o ikinci bir görevi de yerine getiriyordu.
"Kırlangıç'ın Yuvası"nı her izleyişte ağlamak...
Onun, eşi Bülent Arınlı’yla birlikte çok daha önce yerine getirdiği görevini dün izlerken hafta içinde ikinci kez kesişti yolumuz. Bu kez mekan Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ydi. 10. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’nin ilk gününde “Kırlangıcın Yuvası” adlı filmlerini izliyorduk.
Filmin bitiminde birbirimize sarıldık ve birbirimizin omzunda ağladık. O bana “insan kendi yaptığı filmi her izlediğinde yeniden ağlar mı” dedi. Ben de ona boğazıma düğümlenmiş, bir türlü çıkamayan bir sessiz çığlıkla “ağlar” diyebildim.
“Kırlangıcın Yuvası” 19 Ocak 2007’de katledilen Hrant Dink’in ve Ermeni çocukların yuvasının macerasını, yine Hrant Dink’in ağzından anlatıyordu. “Kırlangıcın Yuvası” Sevgili Hrant “sonradan katil olan bir çocuğun” onu öldürmesinden yıllar önce yaşanan “katl’i” anlatıyordu.
Hepimizin gözünün önünde, hiç birimizin haberi olmadan yaşanan, aslında hâlâ sessiz kaldığımız bir “cinayet”ti bu.
Hrant Dink o belgeselde, aklının hiçbir zaman almadığı ama “gerçek” olan bir olayı bizlere anlatırken, bugün bizim aklımızın almadığı bir olayı yıllar önce yaşamış bir ileriyi gören insanın bilgeliğiyle bize sorumluluklarımızı, görevlerimizi anlatıyordu. Hem de sanki başına gelecekleri önceden duyurur gibi.
Hrant ölmeden yüz binler toplanıp yürüseydik...?
Duymadığımız, bilmediğimiz o sesi bizlere Sevgili Şehbal ve Bülent birkaç yıl öncesinde, henüz Hrant’ın yaşadığı zamandan iletiyordu bu filmle.
İşte o film boyunca o bir parçasını yapabilse de “yapamadıklarımıza” ağladık, o an salonda olan bir avuç insanla birlikte.
Filmi izledikten sonra bir daha sordum kendi kendime: “21 Ocakta Şişli’den Yenikapı’ya yürüyen yüz bin kişi, Cinayetin ilk duruşma gününde ve 1 Ekim’de Barbaros Meydanında toplanan bini aşkın kişi, bu olaya Türkiye ve dünyada sahip çıkan milyonlarca insan o cinayetler olup bittikten sonra değil de, o zaman; yani Tuzla’daki çocuk yuvası kapatıldığında, Hrant Dink ölümle tehdit edildiğinde onun çevresinde toplanabilseydik bunlar olur muydu acaba?”
Sevgili Şehbal ve Bülent’in yaptıkları ve yapmakta oldukları bizlere bunları soruyor. Belgeselcilerin her zaman sorduğu “yarına ne kaldı” sorusunu bugün ve her an kendi kendimize sormamız gerekiyor. Hrantların gitmemesi ve burada kalması için. Sahip olduğumuz tüm değerlerimizi korumak için. Her an bu soruyu sormalıyız: “Yarına ne kaldı!” (MS/NZ)