İnsan bazen başını alıp, çok uzaklara gitmek ister.
Nereye, neden, nasıl sorularına yanıt aramaksızın tek isteği bulunduğu yerden/ortamdan uzaklaşmaktır.
Bizim yolculuğumuz 2013 sonunda oğlum Aktaş’tan gelen mektupla başladı.
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi hakkımda kalemi kırıp, iyi hal uygulanmış haliyle, müebbet artı 789 yıl 7 ay ağır hapis, 1.284.330 tl para cezası verdikten bir kaç gün sonraydı...
Akocan gönderdiği mektubunda, umutlu olmamı, bir gün mutlaka özgür olacağımı ve birlikte “El Camino De Santiago”yu (Santiago yolu) yürüyeceğimizi yazmıştı.
2013 yazında Aktaş ile konservatuardan gitar hocası Enno Voorhorst Santiago Yolu üzerinde yer alan kasabalarda bir hafta boyunca değişik kiliselerde resitaller vermişlerdi.
O süreçte Akocan Santiago Yolu’na dair bilgi sahibi olmuş ve çok etkilenmiş.
Ve birgün benim özgür olacağıma, birlikte o yolu yürüyeceğimize dair düş kurmaya başlamış, 10. Ağır Ceza Mahkemesi hakkımda kalemi kırdıktan sonra da, gönderdiği ilk mektubunda kurduğu düşü benimle paylaşmıştı.
Öyle ya gerçek hayatta ne yaşarsak yaşayalım, düşlerimize hiç kimse dokunamıyor!..
Akocan, hakkımda ceza kesildikten sonra gönderdiği mektupta karşı karşıya bırakıldığım hukuk cinayetine karşı kendisiyle aynı düşü kurmamı öneriyordu.
Hayat bu ya!..
O gün hapishanede Akocan’ın mektubunu okurken, sadece gülümsemiş ve içimden “dilerim bir gün birlikte o yolu yürürüz.” diye içimden geçirmiştim.
Kasım sonu-Aralık başında almıştım mektubu; kısa bir süre sonra da 17-25 Aralık’ta Erdoğan/AKP-Gülen çatışması başlamış, kısa süre sonra da uzun tutukluluk süresi 5 yıla indirilerek, Ergenekon ve Balyoz davasından tutuklu olanlar birer birer serbest bırakılmaya başlamıştı.
Lakin mahkeme bizim başvurumuzu absürd gerekçelerle geri çevirip, her defasında tutukluluğun devamı kararını vermişti.
Şengül ablam, yeğenim Belgin ve Akocan elele vermiş, uğradığım hukuksuzluğa itiraz ederek kamuoyu oluşturmaya çalışırken; her telefon görüşmemizde Akocan “mutlaka çıkacaksın” diyerek, benim umudumu diri tutmamı istiyordu.
Kim ne derse desin, onların bu çabasıyla oluşan kamuoyu baskısı 8 Mayıs sabahı bana ve aynı dosyadan tutuklu bulunan 7 kişiye özgürlüğü tattırdı.
Fakat tahliye edilmiş olmak yetmiyordu!
Bir yandan dışarıdaki hayata alışmanın sorunları, diğer yandan dosyanın Yargıtay’a gönderilmiş olması, yurtdışı yasağı, dosyadaki hukuksuzlukların teşhir edilmesi, herhangi bir işinin olmaması gibi bir dizi sorun çözülmeyi bekliyordu.
Beni bekleyen sorunların üzerinden ailemin desteğiyle kendi başıma gelmeyi başardım.
Dosyası Yargıtay’da bekleyen bir tutsak için Türkiye’nin gidişatı “her an her şey olabilir” kıvamındaydı.
Her tahliye olan tutsak gibi ben de hem sevdiklerimle hasret giderdim, hem de dosyadaki çelişki ve yalanları ilgili kurumlar nezdinde ispat etmeye çalıştım.
Sonra da “gün olur alır başımı giderim/denizden yeni çıkmış ağların kokusunda/şu ada senin, bu ada benim/yelkovan kuşlarının peşi sıra...” misali alıp başımı memleketimden çok uzaklara, ikinci vatanıma Hollanda’ya geldim.
İlk yıl hayata yeniden uyum sağlama ve kendime bir düzen kurma çabamla ve memleket gündemine oturan seçim çalışmalarıyla geçti...
2016 Ocak’ında birgün Akocan dedi ki: “Anne hatırlıyor musun, bizim bir düşümüz vardı seninle... Önümüzdeki yaz ortak düşümüzü gerçek kılmaya ne dersin?”
Akocan’ın bu sorusuna hazırlıksız yakalansam da, fiziksel olarak böylesine uzun bir yolu yürüyüp-yürüyemeyeceğime dair en ufak bir fikrim olmasa da, üzerine düşünmeden “evet” dedim.
“Evet” dedim çünkü; Akocan bu düşü ikimiz için kurduğunda, hayatın bana neler getirebileceğine dair düşler kurmamın pek mümkünü yoktu!
Ceza verdikleri gecenin sabahında, avukat görüşünden koğuşa doğru yürürken; “Memleketin hali belli, hukuk adalet diye bir şey yok ve payıma yedi göbek sülalemin yatarak bitiremeyeceği bir ceza düştü. Elbette bu cezanın beni dizlerimin üzerine çökertmesine asla izin vermeyeceğim. Sonuna kadar bu haksızlığa karşı mücadele edeceğim. Son nefesine kadar başımın önüme düşmesine kesinlikle müsade etmeyeceğim... Fakat belki de bütün ömrüm, memleketin değişik hapishanelerini dolaşmakla geçecek” diye düşünmüştüm.
Gerçek olan buydu ve ben hangi düşü kurarsam kurayım, gerçekleri hiç bir zaman gözardı edemezdim.
Ama 2014 baharında hava bizden yana esmiş ve 8 Mayıs günü kendimi izlerimizi taşıyan İstanbul’un sokaklarında bulmuştum...
Sanki hiç ayrılmamışım gibi...
Sanki onca yılı beton duvarlar, demir parmaklıklar arasında geçirmemişim gibi...
Sanki...
Bir kez daha hayat, “en zor zamanlarda bile düş kurmaktan vazgeçmemek gerektiği”ni ispatlamıştı.
Ve şimdi canım Akocanım’la düşümüşü gerçekleştirmemizin önünde hiç bir engel kalmamıştı...
Akocan’a “evet” dedikten hemen sonra oturduk bir plan yaptık.
Yürümeyi düşündüğümüz yol Fransa-İspanya sınırında bulunan ve Santiago’ya yürümek isteyenlerin başlama noktalarından biri olan St-Jean-Pied-de-Port’dan Santiago’ya 781,4 km idi.
Santiago’dan dünyanın sonu dedikleri Fisterra’ya yürünmesi gereken yol 82 km’ydi.
Pireneleri aşmak, Bask ülkesini boydan boya yürüyüp, Galiçya’da dağları tepeleri aşmak gerekiyordu.
Sağ bacağımdaki sinir sıkışmasına ve diz kapaklarımdaki fiziksel problemlere ve hiç bir antreman yapmaksızın bu yolculuğa çıkmaya evet derken, Akocan’ın zor bir zamanda ikimiz adına kurduğu düşü gerçekleştirmemiz dışında hiç bir şey düşünmedim.
Böyle bir yolculuk için para biriktirmemiz gerekiyordu.
Bizim ev giderlerimiz belliydi ve zaten anca karşılıyorduk.
Akocan da bizimle birlikte kalarak, zorunlu durumlarda ev giderlerine katkıda bulunacak, yolculuğa çıkacağımız Temmuz başına kadar kazandığı parayı yolculuk için biriktirecektik.
Böyle bir yolculuk için almamız gereken eşyaların başında ayakkabı geliyordu.
Ayaklarımızı sakatlamadan, sağ salim bu yolu yürümemizin birinci koşulu iyi bir ayakkabı idi.
Her zaman olduğu gibi, bu yolculuk için de Belgin yardımımıza koştu.
Böyle bir yolculuk için herhangi bir spor ayakkabısı ya da yürüyüş ayakkabısının kesinlikle yeterli olmadığını yolculuk boyunca ayağı sakatlanan Pelegrinoları* görünce, çok daha iyi anladık.
Belgin’in armağanı ayakkabı ve çoraplarımızı aldığımızda, yolculuğa çıkma fikri gerçeğe dönüşmeye başladı.
Sonra sırt çantalarımız, yolculuk için verilen listedeki ihtiyaçların giderilmesi derken, Temmuz gelip çattığında ilk yardım çantamızdan, ayaklarımız için değişik kremlere, uyku tulumu ve yolculuk için önerilen şort, tişört, polar, her şeyimizle hazırdık.
Yıllar sonra sevgilim ve Ako ile birlikte tatil yapmak en büyük isteğimiz olsa da, bu yolculuğa İbrahim’in katılmasının koşulu maalesef yoktu.
Bu nedenle aylarca önce çok ucuza Fransa-Bordoux’ya üç kişilik uçak bileti aldık.
Ve 5 Temmuz’da üçümüz yıllar sonra birlikte yola çıktığımızda Akocan’ın gitarını da yanına almak istemesi en başından yolculuğumuzun bol müzikli geçeceğinin garantörüydü.
Bordoux havaalanında arkadaşımız M. Ali bizi karşıladı.
İki gün onlarda kalıp çok güzel bir kent olan Bordoux’u gezdik.
7 Temmuz sabahı Akocan’la istasyonda İbrahim’le vedalaşıp ayrıldığımızda ikimiz de heyecanlıydık.
Öyle ya bunca uzun bir yolu yürümeyi başarabilecek miydik?
Önümüzdeki günlerde bizi neler bekliyordu?
Bir dizi soruyla kucak kucağa heyecan içerisinde St-Jean-Pied-de-Port’a ulaştığımızda öğlenden sonraydı.
Bizimle trenden inenlerin önemli bir kısmı, ertesi gün birlikte yola koyulacağımız değişik uluslardan ve her yaştan yol arkadaşlarımızdı...
Ve zor bir zamanımızda umudumuzu canlı tutmak, yaşama sevincimizi korumak için Akocan’la kurduğumuz düşten gerçeğe doğru adımladık Saint-Jean-Pied-de-Port’un sokaklarını!... (FE/HK)
* Hacılar. Peligrolorı ve bir hacı yolu olan Santiago Yolu'nun hikayesini ikinci yazıda anlatacağım.