Çok yaşayan yüzler eskiden, çok eskiden dört mevsim yaşarlarmış, derler… Dört mevsimin dört duygusunu da yanlarına alarak doğar, büyür, yaşayarak yaşlanıp, göç eylerdi gidemedikleri uzaklarına.
Biz yaşayanlar içinse artık iki mevsim var… İki mevsimin iki duygusu... Yazdan kışa, kıştan yaza varıp duruyoruz… Baharımız yok… Baharla yaşayıp yaşlanamadan göç yollarına düşüyoruz.
Düş mü gerçek mi artık bilemem.
Bunu biz yaşadık… Bunu biz gördük… Bunu biz düşledik… İstedik ki siz, yaşayamazsanız da görün ve duyun… O da olmadıysa düşleyin… Çünkü insanın en büyük gücüdür, düş.
Belki bilirsiniz, belki bilmezsiniz… Belki okudunuz, belki de oku(ya)madınız… Belki duymaya meraklı kulaklarınız duymuştur, belki de hiç duy(a)mamıştır.
Bundan birkaç gün önce, duymasını bilen kulaklar duymasın, görmesini bilen gözler görmesin diye, on iki televizyon ve on bir radyo Olağanüstü Hal (OHAL) kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kapatıldı.
Kapatılan kanallar arasında İMC TV de vardı.
Kanalın yayın yaptığı binanın yanında bir park bulunur… Parkın içinde de, dünyanın ortasına oturmuş ana gibi, bir ağaç.
İşte orada, bir ağaç bitivermişti gözlerimde… Bir de Bekircan’ın (bianet’te güzelim yazıları olan Bekir Avcı).
Düşümüzün sınırlarından geçiyordu sanki… Dolduruyordu her şeyi; dalı, yaprağı, gövdesi ve gölgesi.
Sarılmış ve sarsılmış gövdesini kafasına benzetiyordu Bekircan.
Sonbahar
Dalındaki yapraklar önce sararınca, sonra da düşünce gölgesine, Bekircan gidip sırtını, kayıp bir yaşamı içinde taşıyan gövdesine dayayarak sonbahar oluverdi.
Girdi gövdesinden içeri… Gövdesinden bakıverdi dışarıya; ötelere. Ötelerin bir tarafında insanlar ölüyordu. Çocuklar… Çocuklar… Çocuklar. Öldürülüyordu.
Kış
Çıkıverdi ağacın yarılmış ve yaralanmış gövdesinden.
“Hakikati olan tek şey ağacın gölgesi, insanın da dahil diğer gölgeler sahte” deyiverdi Bekircan… Ardından da kendi yatağındaymışçasına sırtını ağaca vererek kış oluverdi.
Her şey beyazdı… Ama her şey karaydı da… Dünya dönmesine dönüyordu; seslerle, çığlıklarla, ölen insanlarla.
Bir şeyler eksiliyordu bir şeyler, eriyordu, bitiyordu şu hayattan.
İlkbahar
Yağmurlardan sonraydı… Bir sümüklü böcek geldi, ağacın gölgesine… Küçük küçücük adımlar atıyordu, hayatına doğru.
Adımlarıyla uyanıverdi gözün görüp de göremediği her şey ve bir şey… Bekircan da uyandı, ilkbahar oluverdi… Görüverdi sümüklü böceği… Bakıverdi yoluna… Uğurladı onu; “yolun açık olsun, insanlara dikkat et.”
O yolunda yol alırken, kuşlar masallar anlatmak için yapraklanan dallara kondu… Gövdesinde soluk alıp veriyordu ölüm ve yaşam arasında kalanlar.
Eksilen, eriyen, biten şeylerin yerine çoğalıyordu da bir şeyler. Mezarlıklar.
Yaz
Her şey ama her şey çok şaşırtıcıydı… Dönüp duruyordu dünya… Dökülüyordu zaman… Varıyorduk, düşümüzün başlangıçsızlığına.
Bir park… Parkın içinde bir ağaç… Ağacın sarılmış ve sarsılmış gövdesini kafasına benzeten Bekircan. (KT/EKN)
* Yazının başlığı şair Mihrap Aydın’dan