Ne olacak bu memleketin hali?
Bu ne umutsuz bir sorudur böyle dediğinizi duyar gibiyim…
Bana bıraktığı duygu umutsuzluk değil ama umut var bu soruda. Bana sorarsanız ne zaman bu soruyu sormaktan yorulursak; ne zaman yanıt bulma uğraşısı eziyet haline gelirse ya da bu soruyu sormayı unutursak işte o an memleketin umudu kesmişiz demektir.
Ol bu nedenle “100 Ne Olacak Bu Memleketin Hali?” adlı kitabı elime alınca istemsizce sırıttım.
Çünkü gençlik başımda dumanken eğer bir yola girmişsem, müsebbibi olan sorulardan biri buydu.
Kitabı yayına hazırlayan Metin Solmaz, bildiği, tanıdığı eli kalem tutan, bu soruyu sorup durduğunu bildiği eşe, dosta, tanıdığa, tanıdığın tanıdığına mail atmış: “De bakem ‘nolcak bu memleketin hali’, diye”. Tabi mailde böyle yazmamıştır; ya da telefon etmiş de olabilir. Nasıl oldu tam olarak bilmiyorum çünkü bana böyle bir çağrı gelmedi.
Kimler yok ki soruya yanıt verenler arasında… Mehdi Shabani var mesela; bu isim önemli daha sonra nedenini açıklayacağım. Sonra yakından tanıdığım eşim, dostum var aralarında Çağla Öztek, Ahmet Büke, Mehmet Demir, Naim Dilmener, Hürrem Sönmez, Murat Meriç, Haşmet Topaloğlu, Sibel Yerdeniz, Alper Fidaner, Çiğdem Mater, Mehmet Said Aydın, Alev Özkazanç, Güven Gürkan Öztan, Kerem Altıparmak, Turgut Yüksel, Serdar Kuzuloğlu… Tanışıklığım olmasa da okumaktan zevk aldığım bir bu kadar daha isim. Hepsi düşünmüş, taşınmış yazmış, çizmiş, üretmiş…
Çok kıskandım 101. Ne Olacak Bu Memleketin Hali yazısını yazmaya karar verdim.
Zaten bence Ağaçkakan Yayınları’nın “100” serisi aslında baştan beri “101” olmalıydı.
Alper Fidaner'in kitap için çektiği "No Smoking Area" adlı fotoğrafı. |
***
“Ne Olacak Memleketin Hali” sorusu rakı sofralarının vaz geçilmezidir. Hoş bunu Murat Meriç yazmış kitapta. Meze olarak seç deseler önce çiroz ardından bu soruyu alırım, o kadar yani. Masanın olmazsa olmazı sohbettir ya hani; artık mantıklı, aklı başında yorumların işe yaramadığını düşünür oldum. Birkaç deli olsa masada, takılıp kaldığımız düşünce izleğimizi şöyle sarsalasın isterim. Kitaba baktım da Ahmet Büke’de babasının toplayıp dinlediği mahallenin delilerinden oluşan Merkez Komite’yi yazmış. Delilerle sohbetin sağaltıcı yanı var; artık kaniyim buna. O kadar çok konuştuk ki yıllardır, ezbere kafa sallıyoruz sanki birbirimize. Karşımızdakini dinleyip dinlemediğimizin farkında değiliz galiba; acaba onlar sizi dinliyor mu, bilinmez. Muhakeme biçimi sizden tümüyle farklı birisinin söylediklerini dinlemek belki kıracak bu döngüyü… Yoksa ilkokul karnemizdeki değerlendirme alanlarımız arasında ne olduğunu bir türlü anlamadığımız ve hakaret olarak aldığımız “hal ve gidiş” satırımıza kırmızı kalemle “zayıf”, “0”, “başarısız”, “umutsuz vaka”, “yol yakınken atın bunu denize” gibi notlar verilecek. Ki bunu da Rauf Kösemen yazmış kitapta…
Bu hal ve gidiş yine iyi, şişenin dibi görünmeye, meze tabakları ilk andaki güzelliklerini terk etmeye başladığında yavaştan “sözün bittiği yere” gelinir ya… İşte o en kötüsü a andır. Söz biter mi hiç; biter gibi hissedebilir insan. O zaman bir hayale ya da hoş bir anıya tutunmak gerek. Nevin Sungur, “7 Haziran sonrasını ya da Gezi direnişinin hemen ardından sorulsaydı bu soru” diyor kitapta. Masada sona kalan haydarinin dibini ekmek sıyırırken, böyle bir hoş anıya sarılmak fena bir fikir değil; ardından masaya bir de çay geliverirse değmeyin “hayat bazen güzel”, memleketten umudu kesmeden eve yollanma vaktidir.
***
Böyle yazardım herhalde. Kabul biraz kopya çektim 100 yazardan.
Şimdi gelelim Mehdi Shabani’ye. Kitap yazdıklarıma rağmen cezbetmediyse bile sizi, bir yerlerden bulup okuyun dört sayfalık yazısını İranlı yönetmenin. Ben okuyup bitirdikten sonra “Hoş gelmişsin Mehdi, iyi ki gelmişsin” dedim. Biliyorum sizler de dersiniz… (HK)