Bazı psikiyatristler hastalarına karşı sanki ilaç piyasasıyla dirsek dirseğe temastaymış gibi hatta biraz daha abartayım bir ilaç firmasından sponsorluk hizmeti alıyormuş gibi davranabiliyor; ve bunu da “bilimsellik adına yaptıklarını iddia edebiliyorlar. Bu duruma belki kişisel deneyimlerinizden, belki başkalarının deneyiminden tanık olmuşsunuzdur, diye tahmin ediyorum. 10 dakikada hastasının yüzüne bakıp dayayıveriyorlar ilacı. Ne hastanın yeterince öyküsünü dinliyorlar ne de tam anlamıyla hastanın gerçekliğine varabiliyorlar. Sanki birileri hastalık modası çıkarıyor ve birileri de bundan yararlanıyor. Örneğin 10-15 yıl önce Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı almayan çocuk yok gibiydi. Şimdi de manik depresif bozukluk ya da daha karizmatik ifadeyle “bipolar” dediğimiz hastalığa/bozukluğa sahip olmayan yok gibi. Seyahatte, bir arkadaş toplantısında veya başka bir ortamda karşılaştığım ve bir vesileyle mesleğimi söylediğim çoğu kişi bana kendisine konulan “bipolar” tanısından bahsediyor ısrarla. Ve ben de bu durumdan neden bu kadar iştahla bahsettiklerini anlamaya çalışıyorum.
Elbette bir kısmının bu bozukluğa işaret eden sıkıntılar yaşadığını biliyorum ve gözlemliyorum da ancak bu kadar çok “bipolar” tanılı kişi, bana bazı hastalıkların da bir imaj hatta belki de bir kimlik yaratabileceğini düşündürüyor. Özellikle sanat camiasındaki birtakım insanlar için bir tür prestij meselesi sanki “bipolar olmak”. Yaratıcılığını “bipolar” oluşuna bağlayan, “bipolar” olduğu için türlü dengesizlikleri yapmaya hakkı olduğunu düşünen, “bipolar”lığına dayanarak veya buna inanarak kendisinin veya başkasının hayatına dair tehditkar tavırlar sergileyen vs. kişiler azımsanamayacak denli fazla. Bu kişilerin hayran oldukları yazarın, müzisyenin ya da ressamın “bipolar” oluşuna öykünmelerini de dikkate almak lazım elbette. Özdeşim nesnesi olarak ruhsal bir bozukluğa sahip olan ama her ne hikmetse özellikle “bipolar” olan kişileri seçebiliyorlar kendilerine.
İmaj meselesinin dışında insanların etiketlenmeye bu denli ihtiyaç duyması ve adeta bir tanıya sahip olabilmek için psikiyatristlere gitmeleri ise oldukça düşündürücü. Çünkü kişi, tanısı sayesinde, bir kalıba sokabiliyor kendisini. Ve bu kalıp denen şeyin sınırları belli olduğu için belki de güvende hissettiriyor. Tüm sorumluluğu sahiplendiği tanıya yükleyip, ilaçlardan medet umabiliyor. 10 dakikada hastasının yüzüne bakıp herhangi bir psikoterapi desteği önermeyip, otomatikleşmiş bir şekilde havalı ilaç isimlerini reçeteye yazan psikiyatrist de hastasına iyilik yaptığını düşünüyor kuşkusuz, şayet düşünmeye vakti oluyorsa.
Kişi tanısı sayesinde, sırtını ilaçlara dayadığından yaşadığı problemleri çözmeye, bunlar üzerinde derinlemesine düşünmeye çabalamıyor. İlaçlarla kendisini uyuşturmayı, sorununun kökenine inmektense onların üzerine kalın yorganlar atmayı tercih edebiliyor.
Resmin öteki tarafında ise antipsikiyatri duruşlu uzmanlar yer alıyor. Bu kişiler ise tanılarla çalışmıyor. Ya da şöyle söyliyeyim hastasıyla ilgili bir tanıya vardıysa bile o tanıyı hastasından uzak tutmaya çalışıyor. Kategorileri, tanı ölçütlerini, etiketlemeleri bir kenara bırakarak hastasıyla onun biricik gerçekliğine ulaşabilecek bir ilişki kurmaya çalışıyorlar. İşte bu ilişkiye terapötik ilişki diyebiliriz. Kişi, bir tanıyla gelse bile uzman önceden konulan o tanıyı, kişinin elinden bir güzel alıyor. Ve onu görünenin ötesine bakmaya davet ediyor. Çünkü tanıya takılı kalmak bir ölçüde dönüşümü ve iyileşme sürecini engelliyor, yüzeyde bir yerlerde kalmanızı sağlıyor ya da geçici bir iyilik haline sokabiliyor. Uzman, kendisine gelen kişinin gerçekliğine varabilmeyi amaçlayıp, onunla terapötik bir ilişki kurup, o ilişki sürecinde kişinin terapi odasına getirdikleriyle hakkıyla çalışabilirse işte o zaman gerçek anlamda derinleşme ve iyileşme mümkün olabiliyor.
Kişilerin tanılara veya etiketlenmeye bu denli önem vermesi, değişime karşı sergilenen bir direnç olarak da ele alınabilir. Değişim çoğu zaman tedirginlik, tekinsizlik hissi uyandırabiliyor. Çünkü değişim demek yenilik demek, alışılmışın dışında gerçekleşen şeyler demek. Sınırları, alışılagelmiş kalıplar kadar belli olmayan bir süreç demek. Kişi, tanısına sıkı sıkı tutunarak çok içeriden bir yerden kendisiyle olan temasını engelleyip, kendisine yabancılaşıp, değişimi reddediyor. Çünkü “tanı” sabit birşeydir ve sınırları bellidir, değişim ise sınırları belli olmayan ve adı üstünde devingen bir süreç .
Bir imaj peşinde koşup kendisini son modaya uygun tanılandıranlar ise, kendilerini gerçek anlamda tanımanın çok uzağında kalıp, plastik bir ambalaj içerisindeki “–mış gibi” yaşamlarına devam ediyorlar ne yazık ki... (TI/HK)