Tuna Nasser, hayatı boyunca farklı ülkelerde, farklı şehirlerde yaşamış. Anadili Türkçe dışında İngilizce, Fransızca ve Arapça konuşmuş. 1940 doğumlu bir kadın olarak hep kendi ayakları üstünde durmuş, savaşlar görmüş, sosyal olaylara tanıklık etmiş. Tuna Nasser, Sarıyer’de kızı Farah ve torunu Nadine ile üç nesilden kadınlar olarak birlikte yaşadıkları eski aile apartmanlarında beni ağırlıyor.
Tuna Nasser, annesi Mükerrem Nasser ve kızı Farah Nasser. |
Beni nasıl bir hikâyenin beklediğinden habersiz, nerede büyüdüğünü soruyorum. O zamanki ismiyle Tuna Karabatak, altı yaşındayken annesi, babası ve üç kız kardeşiyle on bir gün süren bir vapur yolculuğunun sonunda İskenderun’dan İstanbul’a varıyor. O dönem babasının işi olmadığı için ev bulmakta zorluklar çektikten sonra, Karabatak ailesi Taksim’de, Tarlabaşı’na inen sokaklardan birinde ucuza eski, cumbalı ahşap bir binada bir ev buluyorlar. “Çok eşyamız da yoktu, birkaç parça giysi ve birkaç tabak çatalla bir ev kurmaya çalıştık orada” diye anlatıyor.
Yasak sokağın çekiciliği
Yeni evlerine taşınınca baba Hasan Karabatak, kızlarına oturdukları sokağın sağ tarafındaki sokağa girmemelerini tembih ediyor.
“Çocuk aklı işte, merak da var, ben bir gün babamın girmeyin dediği sokaktan saptım. O sokakta ne olduğunu bilmeyerek girdim ama merak ettim neden babam bizi sokmak istemedi diye. Bizim evimiz gibi bir sürü evler gördüm ama kapılarının önünde birikmiş erkek topluluğu gözüme çarptı. Koşarak sokağı geçtim, korktum da. Babam o erkekler toplanıyor diye istemedi herhalde diye düşündüm. O sırada kapının biri açıldı, bir kadın bana seslendi ‘Küçük senin burada ne işin var? Çabuk çık bu sokaktan’ diye. Döndüm, kadına bu sokakta ne olduğunu, neden herkesin bana buraya girmememi söylediğini sordum. ‘Bu sokak sizin gibi gençlere yasak’ dedi”.
“Kötü kadın” denirdi o zamanlar…
Ne olduğunu anlamadığı sokak hiç aklından çıkmamış ve merakı dinmemiş çünkü geceleri bile ışıkları yanan evler ve sokaktaki insanların orada ne yaptığını merak etmiş ve merakla hep evin arka balkonundan o sokağı izlemiş.
“Bir gün komşumuz geldi, annemle aralarında konuşurken ben onları. Annem ‘Ben de bilmiyordum, eşim sonradan söyledi’ dedi, kadın da dedi ki ‘Merak etme, çocuklar oraya girmediği sürece, sen de oradan geçmedikçe size bir zararı olmaz’. Sonra annem bize ‘Bakın çocuklar, o sokakta kötü kadınlar var, onun için o sokağa girmeniz yasak’ dedi. ‘Kötü kadın’ denirdi o zamanlar”.
İki yıl orada oturduklarını ama sokakla ya da oradaki kadınlarla ilgili bir şey görmediğini, duymadığını ekliyor sözlerine.
“Ahşap ev alev aldı”
Bir gece üçüncü kattaki komşularının sobasından çıkan yangın yüzünden evsiz kaldıklarını anlatıyor. “Çığlıklarla uyandık. Babam koştu, merdiven de alev aldığı için bizi pencereden çıkararak camını kırdığı yan binanın içine aldı. Biz çıktığımızda bina tamamen alev almıştı. Aşağı indik, komşular toplanmıştı, kış günü üşüyoruz diye birisi bizi evine aldı. Babam da üzüldü ve ‘bu gece yatın, yarın bir yer bulur taşınırız’ diye bizi teselli etti” diye anlatıyor gözleri dolarak.
Ertesi sabah kaldıkları evin önüne büyüklü küçüklü kutular gelmeye başlıyor ve Karabatak ailesi sokaktaki insanların aralarındaki tartışmaları duyuyor, ‘Belki kabul etmezler, istemezler’ gibi sözler işitiliyor. Annesi müdahale edip çocukların aç olduğunu, bütün eşyalarının yandığını söylüyor ve neden aileye sormadan gelen erzakları geri götürmeye çalıştıklarını soruyor.
“Bu muydu ‘kötü kadınlar’ dediğiniz?”
Tuna Nasser sesi titreyerek anlatıyor, “O sokakta çalışan kadınlar yangını duydukları için aralarında para toplamışlar, bayağı büyük bir miktar o zaman için. O kadınlar ‘Dört tane kız çocuğu, bir kadın, bir de adam sokakta kalmışlar, bir şekilde üst baş, yemek hatta para yardımı yapmak lazım’ demişler ve bize veriyorlar”.
Düşünceli, buruk bir gülümsemeyle anlatıyor dün gibi hatırladığı bu anıyı. Kısa bir ara verdikten sonra ekliyor:
“Bu kadınların yaptığı bu insaniyet beni çok derinden sarsmıştı, anneme döndüm dedim ki, ‘Bu muydu kötü kadınlar dediğiniz? Bakın ilk yardım eden onlar.’ Annem de utandığını, önyargısından dolayı pişman olduğunu söyledi. Bize kimse yardım eli uzatmadı, tek akrabamız halamlar vardı, kalkıp gelmediler bile. Bu insanlar bize yepyeni giyecekler, paltolar, ayakkabılar yolladılar ve topladıkları yüksek miktar parayı da babama verdiler ‘Ev tutun çocuklara’ diye. Ve o sayede yeni bir eve taşındık. O zamandan sonra kimseye önyargıyla yaklaşmadım. Bu küçücük olay, herkesin kötü kadın dediği insanların bu içten ve cömert yardımı bana çok büyük bir hayat dersi vermiştir. Bugün önyargılar daha da fazla. 50’lerden bu yana bir farkındalık gelişmedi. Daha çok, daha kötü şeyler duyuyorum, görüyorum.”
“Hayret ediyorlar bu kadar şeyi nereden bildiğime”
Okula gidebildiği için çok şanslı olduğunu, birçok arkadaşı okula gönderilmezken kendisi çok güzel bir eğitim aldığını anlatan Tuna Nasser:
“İlkokulu orada bitirdim, sonra Beyoğlu Kız Lisesi’ne yazıldım. Daha şimdiye kadar devlet olsun özel olsun bu kadar iyi eğitimi olan bir okul bilmiyorum” diyor. “İngiltere’den gelen hocalardan İngilizce öğrendik. Türkçe için de yine muntazam bir eğitim vardı, dersimize eski yazarlar, şairler gelirdi. Sekreterlik, hemşirelik, dikiş gibi mecburi ek derslerimiz vardı. Çok enteresan bir okuldu ve çok köklü bir eğitim aldık” diyor ve o sırada torunu Nadine odaya girince gülümsüyor ve ekliyor “Bazen torunlarımın bilgi yarışmalarına katılıyorum, hayret ediyorlar bu kadar şeyi nereden bildiğime”.
Okul yarıda kalınca
Kendi kendine çalışarak 1957’de İstanbul Üniversitesi’nde Sanat Tarihi bölümünü kazanıyor. Okulundan ve gördüğü eğitimden minnetle bahsederken “Üçüncü sınıfta maddi zorluklar başladı” diyor ve anlatıyor, “Babam dört kız okutuyor, annem çalışmıyor. Babam memur maaşıyla hepimizi geçindiriyordu. Beni artık okutamayacağını söyledi, tabii dünya benim başıma yıkıldı”.
İlk kadın hava trafik kontrolörü
“Kendi imkânlarımla sorup soruşturarak havaalanına gittim. Çünkü biliyorum ki orada Türk Hava Yolları var, imtihanla İngilizcesi iyi olanları alıyorlar. Müracaat ettim, 250 kişi sözlü ve yazılı imtihana girdik. Yazılıdan geçtim, iki gün sonra da sözlüye gittim. İngilizcem iyi olduğu için daha üç beş kelime konuşmadan tamam dediler.” 250 kişinin içinden tek kadın olarak işe alınınca Türkiye’nin ilk kadın hava trafik kontrolörü olarak işe başlıyor. Avrupa, Orta Doğu ve Amerika’ya Türkiye üzerinde giden uçakların koordinasyonunu üsteniyor. Gece nöbetlerinde çalışıp sabahları okula giderek üç yıl geçiriyor ve mezun olunca havaalanında şef tayin ediliyor.
“Şimdi erkek toplumu var”
Dönemini göz önünde bulundurarak 270 çalışanın içinde tek kadın olmasının ona ne gibi zorluklar getirdiğini sorup hiç beklemediğim bir cevap alıyorum:
“Hiçbir zorluğu yoktu. Arkadaşlarım beni hep korurdu, aşağıdan bana yemek getirirlerdi. Kızım ve torunum benden daha çok zorluk yaşıyor. Bugünkü toplum kadını dışlamış ve kendi alanlarına kabul etmiyorlar. Benim zamanımda, 50’ler ve 60’larda kadına daha çok ehemmiyet verilirdi. Hiçbir şekilde taciz edilmediğim gibi, arkadaşlarım yan bakan olsa gözlerini oyarlardı. Bugün ben torunumu da kızımı da dinliyorum maalesef o saygı artık yok. Şimdi erkek toplumu var, torunum şortla dışarı çıktığı zaman aklım çıkıyor, neler duyuyoruz. Benim sesim Türkiye’de, hatta Dünya’da o mikrofonlarda yankılanan ilk kadın sesiydi ve ne rahatsız edici bir laf, ne kötü bir davranışla karşılaştım”.
Nasser, Farah ve Tuna Nasser |
Beyrut yılları
Aynı işte Beyrut Havaalanı’nda çalışan Nasser Nasser ile tanışıyor. Nasser sesinin çok mikrofonik olduğunu söylüyor ve Tuna ile tanışmaya çalışıyor.
“Havacılıkta yasak, özel konuşmalar yapılmaz, isim de verilmez, ben de ona sadece baş harflerimi söylemiştim. Bir hafta sonra mektup geldi, cevap yazmadım ama nöbetlerimiz aynı saatlere geldiği için her gün konuşuyoruz, tabi sadece teknik terimlerle. Ama o pes etmedi, onla konuşarak İngilizcemi geliştirebileceğimi söyledi, böyle böyle mektuplaşmaya başladık.”
Sekiz dokuz ay süren bir mektup arkadaşlığından sonra Nasser, İstanbul’a geliyor. İstanbul’daki ziyaretinde hem Tuna’yı yakından tanıyan hem de ailesiyle tanışan Nasser bir sonraki ziyaretinde ona evlilik teklifi ediyor ve Tuna 1963’te evlenip Beyrut’a taşınıyor. Tek başına yabancılık çekeceğini düşünerek çok tereddütle gittiği Beyrut’ta Fransızca ve Arapça öğreniyor.
Lübnan İç Savaşı’nın ortasında
Lübnan İç Savaşı’nı soruyorum, anlatmaya başlıyor,
“1975’te harp patladı. Biz ailece yemek yiyorduk, ikimiz de çalıştığımız için çocukları babaannelerine bırakmıştık. Radyoda geçen anonsu duymamışız, sokağa çıkma yasağı varmış. Sokağa çıktığımızda hiç araba yoktu, tuhafıma gitti. İrkildik ama hızlı hızlı eve gitmeye çalışıyoruz. Harbin ikinci günü. Küçük arabamızda giderken bir ateş edilme sesi duyduk, korktuk ve hızlıca eve gitmeye çalışıyorduk, yaklaşmıştık. Arabamızı taramaya başladılar. Eşimin alnına kurşun gelmiş, yüzü kanlar içindeydi, araba kaldırıma çarpıp durunca onu dışarı ittim, kendimi de yere attım. Bacağımdan vurulmuştum. Arabada beyaz renkli bir kazak vardı, kurşunlar üstüme yağarken onu alıp sallamaya başladım, silah sesi sustu. Beş dakika sonra ellerinde kalaşnikoflarla Falanjelist gençler geldi.”
Kızı Farah ve oğlu Tarık ile. |
“Üç dilde yardım için bağırıyordum”
Zar zor hatırlayarak anlatıyor,
“Üç dilde yardım için bağırıyordum, ‘eşimi kurtarın’ diyordum. Nereli olduğumu ve dinimi sordular, bizim savaşımız Müslümanlarla dediler. ‘Niçin bana bunu soruyorsunuz? Ben Müslümansam beni öldürecek misiniz? Benim iki çocuğum var, ikisi de ufacık. Ben size ne yaptım ki beni öldüreceksiniz? Ben bir kadınım, buraya gelmiş bir turist olarak beni kabul edin. Ama eşimi neden vurdunuz? Hristiyan mı, Müslüman mı bilmiyorsunuz.’ Bizi kendi arabalarına aldılar ve hastaneye götürdüler, arabada bize uyarı ateşi attıklarını ve biz yola devam edince bomba yüklü bir araç zannettiklerini açıkladılar, özür dilediler, ‘iyi ki çocuklar arabada yokmuş’ dediler. Hastanenin kapısında bizi bıraktılar.”
“Bacağımdan üç kurşun çıkarttılar”
“Hastanenin bütün kapıları kapalı, Fransız Hastanesi’nin sörleri dışarıda çatışma olduğu için bizi içeri almadı. Eşimin ailesi tanınmış bir aile, Nasser ailesinden olduğumuzu söyleyince aldılar. Eşim bilincini kaybetmişti, ölü müydü, hayatta mıydı bilmiyor ve korktuğum için bakamıyordum. Onu hemen ameliyata aldılar, benim de bacağımdan üç kurşun çıkardılar. Hastanede yattık, ateşkes olmuş, bütün akrabalar geldi. Akrabaların arasından bir önceki gece konuştuğum grup liderinin yüzünü tanıdım, ellerinde çiçek ve çikolatayla geldiler, ayakucuma yanaşıp geçmiş olsun dediler ve özür dilediler, hastane masraflarını ödemeyi önerdiler, kabul etmedim” derken sesi titriyor ve devam ediyor;
“Evimiz bir gecede yok oldu”
“Sonra hakim ve polisler geldi, bizi kimin vurduğunu sordular, söylemedim. Biz orada yatarken bizim eve bomba isabet etmiş. Eşyalarımız, evimiz ve arabamız bir gecede yok olmuştu. Birkaç gece hastanede yattıktan sonra çocukları alıp konsolosluktan geçici bir kağıtla üstümüzdekilerle derhal İstanbul’a geldik, bir daha da Beyrut’a dönmedim.”
Eşi özel sektöre geçince, geçici olarak Dünya üzerindeki farklı farklı ülkelerde Swiss Air Lines ofislerinde çalışıyor, Tuna Nasser da iki çocuğuyla İstanbul’a yerleşiyor ve iki çocuğunu okutuyor. Gözlerinde bir gülümsemeyle eşinin de İstanbul’a yerleşmesinden 1998’e kadarki vefatına kadar birlikte yaşadıkları zamanları hatırlıyor. (EÖ/HK)
Torunları Ali, Nadine ve kızı Farah ile. |