Yazmak, bunun bir anlamı, kıymet-i harbiyet-i var mı?
Sözcük yitirmişse, kaybetmişse anlamını ona yeniden ama yeniden kavuşması mümkün mü ki?
Ya insan? O da sözcük gibi yitirdiğini, kaybettiğini bulup ona yeniden kavuşabilir mi?
Sözcük mezarlıkları oluşturuluyor, insan mezarlıkları gibi…
28 Aralık 2011…
Şırnak’ın Uludere ilçesinin Roboski köyü… Türk ordusuna ait savaş uçakları çoğu çocuk 34 insanın üzerine bombalar yağdırarak öldürdü...
İşte o an tüm ağırlığıyla çöküverdi sözcükler elimizin üzerine... Sözcük mezarlıkları açıldı toprağa…
Sözcük mezarlıkları açılırken toprakta, orada o an onların yaşamları yaşam olarak görülmedi, yasları yas olarak tutulmadı... O an koca bir ülke "yas hiyerarşisi dökümü" yaparak sessizliğe büründü...
O zaman, bu zaman, bütün zamanların insafsızlığında hissedebilseydik toprağa düşen her insanın acısını içimizde o vakit insan mezarlıkları bu kadar da çoğalmazdı ve sözcük de yitirip aramazdı kaybettiği anlamını...
Peki neden ama illa da neden belli yas biçimleri “ulusal” olarak kabul görürken, kutsanırken, ölüm/yas ilanları verilirken ve ses bulurken, diğer insanların yası nasıl olur da yas olarak görülmeyip yası tutulamaz/düşünülemez oluyor?
Kimin yaşamı yaşam sayılır ve bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?
“Bir yas hiyerarşisi dökümü yapabiliriz kuşkusuz. Buna tanık olduk bile, ölüm ilanlarında yaşamlar çabucak derlenip özetleniyor, genelde evli oluyor, ya da evlenmek üzere, heteroseksüel, mutlu, tekeşli. Oysa bunun gösterdiği tek şey yaşamla bir başka ayrımcı ilişkidir. Çünkü ABD’nin desteklediği İsrail ordusu tarafından öldürülen binlerce Filistinlinin ya da çoğu çocuk sayısız Afgan adlarını neredeyse hiç duymuyoruz. Onların adları ve yüzleri, kişisel tarihleri, aileleri, hobileri, yaşamlarını belirleyen sloganlar yok mu? Askeri yollarla gerçekleşen ölümleri omuz silkerek, kıymeti kendinden menkul bir havayla ya da apaçık kindarlıkla kabul etmemizin tasasızlığında, kaybı kavramaya karşı nasıl bir savunma işlemektedir?”*
İnsan sayıl(a)mayan insanlar... Yüzleri olmayan yüzler... Adı, sanı, hikâyesi olmayan insan yüzleri... Hayalleri, rüyaları, umutları, umutsuzlukları, sevinçleri, hüzünleri, anneleri, babaları, sevgilileri, çocukları, eşleri, komşuları, ölümleri olmayan “yaşanamaz yaşamlar”...
Kimsenin acısını/yasını kimseninkinden üstün görmeden, "eşit" olarak ölçen/tartan bir acı terazisi var mıdır ki şu hayatta?
Kendimizi şu aşağıdaki isimlerin, bir an ama sadece bir an, nasıl telaffuz edildiğini öğrenmeye ve onların yüzlerinin olduğunu hatırlamaya mecbur hissedecek miyiz?
Salih Encü, Seyithan Enç, Muhammed Encü, Cihan Encü, Selman Encü, Mehmed Ali Tosun, Erkan Encü, Nadir, Alma, Osman Kaplan, Özcan Uysal, Zeydan Encü, Orhan Encü, Vedat Encü, Fadıl Encü, Şervan Encü, Şerafettin Encü, Şivan Encü, Savaş Encü, Karker Encü, Nevzat Encü, Mahsun Encü, Bilal Encü, Hüsnü Encü, Hamza Encü, Aslan Encü, Adem Ant, Yüksel Ürek, Bedran Encü, Salih Ürek, Cemal Encü, Hüseyin Encü, Celal Encü, Serhat Encü...
Hatırlamaya mecbur hissedecek miyiz kendimizi yaşam karşısında? Adlarını bilecek miyiz, yasını tutacak mıyız o bir daha olmayacak olan insanların/çocukların yasını? Ağıtlarını dinleyecek miyiz o yüzleri olmayan insanlar için yakılan ağıtları? Hayallerini, rüyalarını, umutlarını, umutsuzluklarını, sevinçlerini, utangaçlıklarını, mağrurluklarını, yoksulluklarını, yoksunluklarını, annelerini, babalarını, sevgililerini, çocuklarını, eşlerini, komşularını, ölümlerini “yaşanan yaşamlar” olarak hatırlayacak mıyız hayatımızın içinde?
Görmesini bilen gözlerimiz gördükçe, duymayı bilen kulaklarımız duydukça, elimizi el edip dokundukça, ayağımız toprağa bastıkça yani yaşadıkça ama unutmamalıyız, ama hatırlamalıyız bakışlarımızda yüzleri eksilen yaşamları…
Ve unutmadık ve hatırlıyoruz demek için de yarın saat 16.00’da İstanbul Fatih’teki Saraçhane Parkı’nda olun... (KT/HK)
* Judith Butler ‘Kırılgan Hayat’ Metis Yayınları