“Kişi yola çıktı mı, yanında başka kişiler- başka yolcular- bulabilir; oysa yerleşti mi, bulacakları olsa olsa ‘komşuları’dır.” Oruç Aruoba
Son zamanlarda yine bir gitme isteği geldi bana. Aslına bakarsanız hiç gitmemişti zaten. Kendimi bildim bileli “gitmek” istiyorum. Mutlu bir çocukken de, kalabalıklar içindeyken de yalnızken de değişmedi bu hissim.
En çok da neden gitmek istediğimi düşünmekle geçti gidişlerim. Cevaplarım beni hala tatmin etmiyor olsa da son yolculuğumda bunu yeniden düşünmüş ve biraz daha anlamlandırabilmiştim.
“Gitmek” herkes için başka bir şeyi ifade ediyordu… Kimilerine göre gitmek ‘kaçmak’tı. Arkanda kaçmak istediğin şeyleri bırakarak uzaklaşacağın bir şey. Mutsuz olmak, işini sevmemek, bıkkınlık, yorgunluk, ayrılık acısı gibi şeylerden kaçabilir ve gidebilirdi insan. Ancak benim için gitme isteği, tüm bunlardan daha fazlasıydı.
Geçen gün kendimi yeniden gitmek üzere hazırladığımı fark edince bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. Yani ayıp olmayacaksa söylemeliyim ki bu yazıyı aslında kendim için yazdım.
Yazmaya başlamadan önce yollardayken karaladığım şeylere dönüp yeniden baktım. En çok kullandığım kelimeler “keşif”, “heyecan”, “merak”, “farklı”, “aynı”, “özlem” ve “uzak” olmuştu. Bu kelimeler aslında hem gitme nedenlerimi hem de gittikten sonraki hislerimi anlatıyor olmalıydı.
Gerçekten de gitmek her zaman bir “keşif”ti benim için. Gitmeden keşfetmek için bile çok çaba harcadığımı söylemem gerekir. Girdiğim bir ortamda dahi bana en “farklı” ve “uzak” gelen kişi en fazla keşfetmek istediğim kişi olurdu. Farklılıkları öğrenmek ve anlamaya çalışmak bir tutkuydu. Ve onca farklılığın kesişerek aynı insani şeylere vardığını görmek güzel bir duyguydu.
Hindistan’da 17 yaşında Amerikalı bir kadınla tanışmıştım. Sırt çantası ile tek başına gezmeye gelmişti. Arkadaşımla Ganj nehrine karşı oturmuş, elimizdeki haritadan yönümüzü bulmaya çalışıyorduk. Yanımıza yaklaşarak kalacak bir yer bilip bilmediğimizi sordu. Maalesef ki biz de yeni gelmiş ve kalacak bir yer arıyorduk.
Sonra bir şekilde sohbet açıldı ve hikâyesini anlatmaya başladı. Tek başına ilk defa bir geziye çıkmıştı. Yeni bir okula başlayacağından ailesi böyle bir gezinin kendisine iyi geleceğini söylemiş, Jeanne de kendini burada bulmuştu. Bu bizim için fazlasıyla cesurca bir davranıştı ve kendi ailelerimizi düşününce ne kadar “farklıyız” diye düşünmüştük.
Ayrılmadan önce Jeanne’ye çekinerek de olsa bizimle gelebileceğini ve birlikte bir yer bakabileceğimizi söylemiştik. Başımıza toplanan Hintli adamlar gerçekten de ürkütücü olmaya başlamıştı çünkü. Ama Jeanne kendinden emin bir şekilde bize hayır deyince biraz da halimizden utanarak oradan ayrıldık. Ve bir müddet sonra kalacak bir yer bulduk. Varanasi turistik bakımdan küçük bir yerdi. Bunu aynı kişilerle tekrar tekrar karşılaşınca anlamış olduk.
Şüpheci ve korumacı genlerimiz bir müddet sonra Jeanne’yi neden göremiyoruz diye endişelenmeye sürükledi bizi. Arkadaşımla birlikte Türk filmlerini aratmayan senaryolar kurmaya başladık. Sonra mailini aldığımızı hatırlayıp Jeanne’ye cool bir şekilde buluşmak için bir davet maili attık. Birkaç gün sonra cevap geldi. Bizden ayrıldıktan sonra çok sıkıntı yaşadığını, Hintli adamların ısrarlı bir şekilde peşinde dolaştığını, zar zor bulduğu bir hostelin de aşırı pis olduğunu hatta bahçesinde farelerin gezdiğini, kendisini iyi hissetmeyince de evine geri döndüğünü yazmıştı.
Gerçekten de çok üzüldük bunu duyunca. Ama sormadan edemedik. Acaba Jeanne, bize güvense ve bizle gelse serüveni nasıl devam ederdi? Ve ondan daha “farklı” ve yabancı olduğumuz için mi bize güvenmemişti? Bunun cevabını bilmek mümkün olmadı. Sonuçta Jeanne aslında haksız sayılmayacak endişelerle daha “güvenli” bir yere ülkesine, ailesinin yanına dönmüştü. Dönmüş olması onun cesur başlangıcını değiştirmese de, biz daha çok “farklı” bulduğumuz bir kültürün bir anda aynı insani duygularla nasıl da benzeştiğine yoğunlaşmıştık. Hindistan’da kaldığımız süre boyunca ise o ısrarcı adamların aslında konaklama yerlerinden komisyon almak için başımızda toplandıklarını, farelerin ise karni matra inancında kutsal sayıldığını öğrenme şansını yakalamıştık.
Gittiğim ya da keşfettiğim her yeni dünyada buna benzer hikâyeler yaşarım genellikle. Önyargılar, kaygılar insanı gittikçe daha “dar” ve “ güvenli” bir alana hapsetse de keşfetmek için yolculuğa çıktığınızda bu korkularınızı, önyargılarınızı da aşmak için bir fırsat yakalayabiliyorsunuz.
Demem o ki; gitmek, keşfetmek ve kendinizle yüzleşmek için güzel bir eylemdir. Gittiğiniz yerden bir zaferle ve mutlulukla da dönmeniz gerekmez. Döndüğünüzde farklılaşan yanınız, başka hayatlara dokunmanız, hikâyeler biriktirmeniz, uzaktayken doğan özlemleriniz, korkularınız hepsi ama hepsi gitmenin mucizesidir aslında.
Ve bu mucize için dünyanın bir ucuna gitmeye de gerek yok ne mutlu ki. “Küçük karabalık” öyküsündeki gibi yanı başımızda aslında “gitmek”. Küçük karabalık kendi yolculuğuna, yaşadığı derenin nerede bittiğini merak etmekle başlamıştı mesela. Kendi deresinden kurtulup önce bir ırmağa sonra bir denize ulaşma çabasıydı “gitmek” onun için. Dünyayı keşfetmesi için gitmesi gerekiyordu.
Üstelik, dereler tepeler aşılmadan da gidilebilirdi. Mesela daha önce hiçbir Çingeneyle sohbet etmediyseniz bunla bile başlayabilirdi insan gitmelere. Bir Türk’seniz bir Kürt’le, bir Kürt’seniz bir Ermeni’yle, bir ateistseniz bir imamla, bir homofobikseniz bir eşcinselle yollarınızı kesiştirmek dünyayı keşfetmekti başlı başına. Çünkü dünya ne bir dere ne bir ırmak ne bir dağ ne de denizdi tek başına. Dünya, farklılıkların olduğu “başka” bir şeydi ya da olmalıydı…
Küçük karabalığın başına bu serüvende neler geldi diye merak edenleriniz için de söylemem gerekir:
“Onu öğrenmek için yarın akşamı beklemelisiniz…
Bunun üzerine on bir bin dokuz yüz doksan dokuz yavru balık ‘iyi geceler’ diyerek uykuya daldı. Ama küçük bir kırmızı balık, bir türlü uyuyamadı. Bütün gece o da denizi düşünüp durdu…” (TB/NV)