İstiklal Caddesinin nispeten sakin olan Tünel'e yakın kısmı 17 Aralık 2013 akşamı felce uğramıştı. Son yıllarda Borusan Kültür Merkezi olarak kullanılan Arter'in yanıbaşındaki binanın önünde oluşturulan güvenlik çemberi, çeşitli makam arabaları, polis araçlarının üzerindeki çakar lambalar mıntıkayı gayet elektrikli bir ortam haline dönüştürdüğü gibi yayaların geçişini de adeta imkânsız kılmıştı. Eh tabii, Egemen Bağış, Ömer Çelik, Hüseyin Avni Mutlu, Kadir Topbaş'ın Macaristan Cumhuriyeti Başbakanı Viktor Orban'ı ağırladıkları düşünülürse, alınan önlemlerin cüzi olduğu bile söylenebilir.
Fakat caddeden Tophane'deki Boğazkesen'e inen göstericileri bazen eli sopalıların beklediği Postacılar yokuşunun başındaki tam teçhizatlı polisler aralarında muhabbet ederken bir yabancı misyon şefliğindeki kokteyle katılan taze hariciye memurları kadar nezih bir edaya sahiptiler, ellerinde şampanya kadehi yerine biber gazı fırlatan tüfeklerle…
Her ne kadar ülkede patlayan yolsuzluk skandalının boyutları ve etkileri daha tam anlamıyla tahmin edilemeyecek durumda olsa da Macar Kültür Merkezinin açılışına kimsenin direnmeyeceği anlaşılmıştı.
Yüzyıllardır Osmanlı’nın zulmünü unutmayıp Türkler’e karşı nefret söylemini baş köşeye oturtan Macarlar’ın İstiklal'de ne işi vardı acaba? Budapeşte'de gördüğüm son manzara yaşlı başlı insanların gecelerini sokaklarda veya şehrin merkezî alt geçitlerinde geçirdiği, her biri mimari birer harika olmasına rağmen eski binaların, hatta mahallelerin gözden çıkarılmış hali, geleneksel aile işletmesi olarak ülkenin fazlasıyla çalkantılı geçmişine direnmiş ama kısa bir süre önce kapanmak zorunda kalmış şık dükkânları ve onların yerini işgal eden malum dünya markalarıyla sonradan görme küstah müdavimleriydi. Turistlere uluorta fuhuş veya uyarıcı pazarlayanlar dışında her şeye rağmen varlıklarını sürdürebilen Yahudiler ve onlarla birlikte nefretin şu andaki hedefi olan Romanlar da ülkenin içinde bulunduğu senaryonun karakter oyuncuları gibiydiler. Ne de olsa memleketi aklına estiği gibi yönetmeye devam eden girişimci Orban, kabadayı tavrıyla üye oldukları AB'ye bile kafa tutabiliyordu; halkın geniş bir kesimi sefalet içinde çırpınırken, mafyatik tavırlarla ülkeyi parselleyenler emin adımlarla vahşi kapitalizmin uçurumuna doğru ilerliyorlardı.
Muhtemelen Türkiye'nin dünya çapındaki sansasyonel yükselişinden pay kapmaya meyletmiş, ünü vatanın dışına taşmış Cadde-i Kebir'de bir pencere açmak istemişlerdi. Fakat kültür merkezinin vitrini, folklorik kıyafetler içinde bir çift mankenin süslediği bildiğimiz etnografya müzesinden farksız olduğu gibi, Macar heyetini karşılama konuşmaları, aslında olası bir dil kökeni ortaklığı dışında hiçbir bağı olmayan, hatta birbirinden pek hazzetmeyen iki milletin duygularının tercümesi gibiydi. Orban'ın lafları ise manidardı: "13 sene önce Türkiye'deydim. O zaman Türkiye çok farklıydı, şimdi ise çok daha farklı bir ülke. Aradaki fark çok büyük. Yeni köprüler, yollar, denizin altından tüp geçitler yapılmış. Küreselleşmeden başarılı çıkan ülke çok azdır, Türkiye başarılı olanlardan birisidir".
Caddenin bir kısmını kaplayan plastik bir tentenin altında kırmızı bir halının üstüne dizilmiş sandalyelerde sanatlarını konuşturmaya çalışan müzisyenlerden müteşekkil orkestranın tınılarını duyumsayabilene de aşk olsun…
Zaten açılıştan sonra mevzubahis vitrinde fazla bir hareketlilik gözlenmemesi tuhaf; bu durum merkezin bir diğer adının Balassi Enstitüsü olmasından kaynaklanıyor belki de. Nitekim Baron Bálint Balassi Macar Rönesansında parlamış, modern Macar lirik ve bilhassa erotik şiirinin kurucusu sayılıyor!
Yargı parodi mi?
Tabii Türkiye'de Macaristan deyince eskiden insanların aklına Çigan Müziğinin geldiğini unutuyordum. Hatta Halil Darvaş adıyla dünya çapında tanınan Macar kemancının, günümüzde soylulaştırma girişimleriyle cebelleşen İstiklal caddesinin ekalliyetlerce parlatıldığı dönemlerde, yine mevzubahis mıntıkada Şato adlı müzikholüyle kentin kozmopolit çehresini renklendirdiğini hatırlayanlar bile vardır. Oysa günümüzde hem Türkiye'de, hem Avrupa'da, hem de faşist bir rejimin sultası altında kıvranan Macaristan'da Romanlar’a reva görülen muamele ayrımcılık, ırkçılık, dışlanma, şiddet, hatta ölüm.
Yahudi tarihinde önemli yer tutan Avrupa şehirlerinden Amsterdam'daki büyük belgesel festivali IDFA'da geçenlerde görücüye çıkan Macaristan'da Yargılama (Judgement in Hungary) durumun vahametini bir kez daha ortaya çıkarıyor. Yapım 2008-2009 yılları arasında aşırı sağcı bir grubun beş yaşındaki bir çocuk dahil, altı Romanı katlettiği, beş kişiyi de yaraladığı olayların faillerinin yargılandığı davaya odaklanıyor. Özellikle azınlıklar ve Yahudi toplumu konusunda uzmanlaşmış 1979 Budapeşte doğumlu sinemacı Eszter Hajdú'nun tarafsızca aktardığı süreç Macaristan'ın gayet net bir manzarasını sunuyor.
İki buçuk yıl süren davayı yürüten hâkimi, kocasının ölümünü atlatamamış Roman bir kadına haddini bildirirken, onu azarlarken, yalancılıkla itham ederken, hatta kadını mahkeme salonunun dışına atma tehditleri savururken görürüz. Mağdur taraf olmasına rağmen tanık sıfatıyla salonda bulunan diğer Romanlar’ın da aynı muameleden paylarını aldıklarına şahit oluruz.
104 dakika sürmesine rağmen insanı perdeye çivileyen çarpıcı yapımda dazlak sanıkların hemen önünde ifade vermek durumunda kalan müdahiller zaten yeterince gergindirler; ne de olsa akrabalarını öldürdüklerine inandıkları katillerin nefesini enselerinde hissetmektedirler. Orta boy bir amfinin stratejik noktalarına yerleştirilmiş kameralarla hâkimin gittikçe artan nevrotik tavırlarını, soğukkanlılıklarını dirayetle koruyan neo-nazi görünümlü sanıkları ve davanın gidişatından pek ümitli olmayan Romanlar’ın ateşli tepkilerini yakın plan çekimlerle izleyebiliyoruz.
Durum kendilerinden fazlasıyla emin olan sanıkların hâkime ve yargılama usulüne karşı çıkmaya başlayıp adalet sistemine kafa tutmalarıyla çığırından çıkıyor. Hâkim yavaş yavaş sanki sanıkların soytarısı haline geliyor, oynanan senaryo da adeta bir parodiye dönüşüyor; arkalarında ırkçı bir çoğunluğun, güvenlik kuvvetlerinin ve devletin gücünü hisseden sanıklar çeşitli itirazlarda bulunup davayı kilitlemeye çalışıyorlar. İtibarını ve otoritesini tamamıyla yitiren yargıç gülünç pozisyonlara düşüyor, oturumlara sık sık ara vermek zorunda kalıyor, hatta bir süre sonra bazı celselerde yerini yardımcısına bırakıyor.
Bir türlü sonuçlanamayan uzun dava sırasında kurbanların akrabalarından biri bunca acıya ve gerginliğe dayanamayıp ölüyor. Gerçek olduğuna inanmakta zorluk çektiğim bu adalet mekanizmasından sanıklar hakkında objektif bir karar çıkamayacağını düşünürken suçluların üçüne ömür boyu hapis cezası gelince bir nebze rahatlıyorum, ama kurbanların akrabaları, bu ve buna benzer suçların arkasında katilleri yüreklendiren, koruyan ve ödüllendiren bir zihniyetin ve bir yapının olduğunu bildiklerinden evlerine bitkin ve ümitsiz dönüyorlar. Tekrar saldırıya uğrayacaklarını, polisin zamanında müdahale etmeyip akabinde delilleri karartacağını, suçluları koruyacağını, hatta katillerle işbirliğine gireceğini kara kara düşünerek…
Gecikmeli de olsa İstanbul'da açılan Macar Kültür Merkezinin iki ülke arasındaki kardeşliği pekiştireceği kesin, Balassi Enstitüsü milletimize hayırlı olsun! (MT/AS)